1 Mayıs’tan, gelecekten izlenimler: Rüzgârı duyuyor musunuz?

1 Mayıs’tan, gelecekten izlenimler: Rüzgârı duyuyor musunuz?

"(...) O yüzden başka dilleri, hayalleri bir rüzgârla duyduğunuzda 'Bu ne!' demeyiniz lütfen 'kendi sesleriniz' onlar…"

Kemal Bozkurt

Birazdan yazacaklarımın hepsini 1 Mayıs’a gitmeyi tercih ettiğim kortejde duydum. Olumsuz deneyimlerle uzun zaman uzak durduğum bir partide beraber olmayı, bisiklete binmeyi yıllar sonra hatırlayan beden hafızası gibi yine bedenimle hatırladım. Çünkü yine yan yanaydık işte. Omuz omuza…

İddia ederim ki; bu yazacaklarım sadece benim katıldığım kortejde değil sizin katıldığınız kortejde de olmuştur.

Çorum Katliamı’na 7 yaşındayken şahit olan ama alanın, beraber olmanın gücünden olsa gerek gözyaşlarıyla değil de metanetle dinlediğim Giray'ı, kendisini herkesin ortasında sakin ve güçlü ifade ederek ‘’47 yaşında olduğum halde ilk 1 Mayısıma gidiyorum’’ diyen Suna’yı, ‘’Ben de 32’yim benim de ilk 1 Mayısım ama bunda benden çok, bugüne kadar beni dahil edemeyenlerin de sorumluluğu yok mu?’’ diyen Gürsoy’u, yanında 3 yaşında çocuğu ve eşi olduğu hâliyle 1 Mayıs’a gelen, uzun yıllar sonra tekrar partili olduğunu söyleyen Mestan’ı, Muğla’da Şerzan Kurt’un öldürüldüğü dönemde öğrenci olduğunu ve şimdi işi, bir çocuğu olduğu hâlde o yarayı hâlâ taşıdığını söyleyen Sinan Cemgil’i, uzun yıllar politika yaptıktan sonra artık kendini yazmaya, tarih ve felsefe araştırmalarına vermek istediğini ama bugün “Galiba yine partili oluyorum, beni çeken güçlü bir şey var” diyen (adını sormadığım için kendimi affedemiyorum) sohbet arkadaşımı, ‘’İşyerinde barış ve haklara dair kendini ve tavrını ifade eden yüzlerce kişinin atıldığını gördükten sonra biraz temkinli olmaya karar verdim. Yarın için, güzel günler için kendimi ve ruhumu korumalıyım. Bu sessizlik onay değil kazanmanın sessizliği’’ diyen Tülin’i, kısa süre önce taşındığım, dolayısıyla yol, iz bilmediğim yerde bana yol gösteren genç kuşak Ulaş’ı, Aylin’i dün tanıdım. Biriktiğinde hızla taşan şey 1 Mayıs’tan fazlasıydı artık, 2 Mayıs’a taşan bir durumdu.

İzin verin anlatayım…

Ama önce şunu söylemeliyim: Sürekli geleneklerden bahseden iktidarların, Taksim’de katledilen insanların anılması ve ruhunu taşıdığı meydana neden bir gelenek olarak çıkılmak istendiğini de pekâlâ biliyor. Bilmek ile saygı duymak, anlamak arasında bir uçurum var ve hâlden anlamazlara karşı durumu anlatmak ancak güçlü olmakla mümkün görünüyor. Güç ise bu sıralar oy aranı demek. Güçlü olmak bir zorunluluk yani anlatmak için. 2010’da Taksim’e çıkıldığında nasıl da güzel ve mutlu geçtiğini de biliyoruz 1 Mayıs’ın. Meselenin mutlu etmemek olduğunu da anlıyoruz elbette. Mutluluk ellerimizle kazanılacak.

Neyse, İstanbul’un bir ucundan diğer ucuna gitmek zorunda kaldığım, merkezileşme inadının belki de birçok insanı katılımdan uzaklaştırdığı bu duruma rağmen bir inatla zorladım 1 Mayıs’a gitmeyi. Olduğum yerde sık otobüs olmadığı için de Beylikdüzü TİP İlçe Örgütü’nü aradım. TİP’li olduğumdan değil ama hemen her partinin hayali olan kitleselleşmeyi istedikleri hâlde partili olmayanlarla kur(a)madıkları ilişki biçiminin kendi deneyimimde burada olabildiğini gördüğüm için. “Partili olman değil, 1 Mayıs’a giden olman yeterli” hissini vermişlerdi nihayetinde. Neyse, otobüsün kalkışına yetişebilmek için taksiye binmek durumunda kaldım.

Evet 1 Mayıs yolculuğuna taksi ile başladım. Konuştuğum taksici (sarı taksi değil) “Ben de gelirdim ama işi gücü bırakıp oraya gitmem imkânsız, burada da olsaydı bir süreliğine katılabilirdim belki’’ dedi. Bunu bana söyleyenin sadece bir kişi olduğunu düşünmüyorum elbette. Gitmek isteyip gidemeyen yok mudur yani?

1 Mayıs sadece ısrar edenlerin değil, ısrar etmesine gerek kalmayanların da buluştuğu bir yer olmalı bana kalırsa. Kitlesellik de zaten tam böyle bir şeydir sanırım.  Bir merkezde 100 bin kişi yerine 3 yerelde 300 bin kişi olsa fena mı olurdu? Üstelik böyle durumlarda insanlar matematik olarak değil ilişkilere, atmosfere göre artar ya da azalır. Yani belki de 500 bin, 1 milyon da olabilirdi…

Uzun bir yolculuğun ardından nihayet varabildiğimiz Maltepe’de, bu sorunlu durum avantaja dönüşüp, insanların daha çok konuşmaları, hemhal olmalarına vesile oldu. Zorluk sadece sıkıntıyla değil avantajla da geliyor. Ve bu yazıyı yazdıran şeylerden biri de bu zorluk…

Niyetim otobüsten iner inmez alanı dolaşmak, kısa videolar çekip “Aç Parantez”den yayınlamaktı ama öyle olmadı. Bunu zorlayıp birkaç kısa yayın yaptıysam da kiminle geldiysem onlarla tekrardan olmaya, geldiğim yere dönmeye çekildim. Bir insan girdabı, ilişki girdabıydı bu ve böyle bir şeyi başarmak hiç de kolay değildi. Refah ve sonrasında AKP bunu yapmıştı mesela. Hâlâ AKP bunun ekmeğini yiyor. Ondan önce de devrimciler, sosyalistler bunu başarmıştı. Biz de hâlâ o günlerin “ekmeğini” yiyoruz. Otobüste gördüğüm, eskiden beri mücadelenin içinden gelen insanları nasıl izah edebilirim yoksa? Yeni katılan insanları nasıl izah edebilirim yoksa?

İstemeyerek de olsa yerimden çıkıp olduğum koldaki ‘’Üçüncü’’ ya da ‘’Demokrasi İttifakı’’ partileri, kurumlarının videosunu çekerken, bu 1 Mayıs’a çok önem verdiklerini, seçimlerden önceki belki de son 1 Mayıs’ın hem Millet hem de Cumhur İttifakı’na “Hele bir bak!” diyeceğini cümle alem de biliyordu zaten. TİP’in bu ruh hâli sonuç vermiş gerçekten de kortejinin sonuna kadar yürümekten vazgeçmeme sebep olacak uzunluktayken toplam durumun böyle olduğunu göremedim ne yazık ki. Çok daha kitlesel olan partiler öteden beri nedense 1 Mayıs’a çok katılım göstermezlerdi ve yine öyle olmuştu. Daha çok olacağını düşündüklerimin de öyle olmadığını gördüm. (Ancak bu benim videoyu çektiğim zamanlarda mı öyleydi diye bir boşluk bırakmalıyım.) İki koldan girilen alanın diğer koluna gidemedim maalesef. O yüzden yazdıklarım sadece bir kol için.

Pandeminin hemen sonrasında uzun zamandır yapılamayan 1 Mayıslardan sonra daha görkemli olmasını bekliyordum. Nihayet artık sol sadece “söylenen” değil kazanmak isteyendi gördüğüm kadarıyla. Kazanmak istediğinizde doğal olarak ilişkileriniz, sloganlarınız ona göre olur. Bir diğer sol, sosyalist partiye, kuruma “ayar verme” pankartları ya da sloganları geleneksel olarak yine vardı elbette. Dışarıya değil içe dönük mesajları oysa artık herkes biliyordu. Bizi bilmeyenlere konuşmak en önemlisiydi bana kalırsa artık.

Fakat tüm bunlara rağmen alana girmemiz ancak saat 15.00’te olabildi. Büyük bir meydan, kalabalığı yutmuş gibi gözükse de ruhu, heyecanı için tam tersi olmuştu.

Alanda ancak bir saat kalabilip 16.00 gibi de dönüş yolculuğuna çıkmıştık. Genelde 1 Mayıs yürüme içindir zaten, alana girince konu kapanır. Durma hâli, dinleme hâli pek tercih edilen değildir. Zaten biz girdiğimizde Kardeş Türküler konseri başlamış, konuşmalar çoktan bitmişti. Yani kürsüyü, söylenenleri dinlememek bir tercih değil zorunluluktu bizim için. Kardeş Türküler’in ancak birkaç şarkısını dinleyebilmişken, mutlu insanları görmekten mutlu olmuşken telefonum acı acı çaldı :) Hemen yola çıkmalı aksi halde evlerimize ancak dönebilecektik. Ama yine iddia ederim ki uzaktan gelenler daha canlıydı çünkü o kadar yolu tepmelerinin bir anlamı daha çok olmalıydı.

Bulunduğum kortejde çoluk çocuk gelmiş o kadar çok insan vardı ki ben de çocuğumla en son 1 Mayıs’a Taksim’in izin verildiği sene katılabilmiştim. Hak verirsiniz ki çocuklarıyla katılmak isteyen ebeveynler daha dikkat kesilir ve daha analitik düşünmek zorundandır 1 Mayıs öncesindeki haberlere. Ona göre katılacaklardır nihayet. Bu durum sadece haberlerle ilgili değil beraber katılacağınız kurumun da sizinle nasıl ilişki kurduğu, verdiği güvenle direkt alakalı elbette. TİP, bunu başarmış görünüyor. Bu kadar çok çocuğun olması temel bir göstergeydi.

Oysa iktidarlar da aile olanların siyasetten, tavırdan uzaklaşmasını bekler. Bu efsaneyi ve beklentiyi kırmak, partileri kitleselleşmenin en önemli kriteri sanırım.

Günlük hayatında sürekli acı çeken, baskı altında olan, krizle boğuşan insanların birbirini görmesi, duyması ve gülmesi kadar değerli ne olabilirdi başka? Neyse ki alan rahat boşluklarla olsa da doldu ve aramızdan geçip giden rüzgâr insan ruhunu da bedenlerimizi de birer ağaçmış gibi kendini hissettirerek gitti. Hissettiğimiz rüzgâr bizi görmemiş duymamış olabilir miydi? Öyle olmasa bedenlerimize çarpar mıydı? O rüzgâr elbette bir yerde durmayacak, bir diğer rüzgâra olanı biteni aktararak tüm ülkeyi dolanacaktır. Size ulaşmıştır bile çoktan. Sakince durun ve hissedin yeter…

O alandaki sözler boşlukta kaybolup gitmedi öylece. Ki hiçbir şey yok olmaz ancak başka bir şeye dönüşür. O alandan uzakta olsanız da duyduğunuz sesler başka seslere dönüşmüş olsa da başka bir şey değildir aslında.

Kültür ve tarih nasıl var olur yoksa…

O sesler arasında Çorum Katliamı’nı anlatan Giray’ın kederi var, Şerzan’ı anlatan Sinan Cemgil’in de. Bir çocuğun ‘’Anne ben artık bisiklete binmek değil sizinle yürümek istiyorum” diyen sesi de, Mestan’ın gururlu babalığı da, Suna’nın ilk heyecanı da, Aylin’in sakin kararlılığı da, Tülin’in ince hayalleri de, Gürsoy’un kızgınlığı da…

Sohbet edebildiğim kimi insanlar iş yerlerinde baskılardan ötürü ve anlaşılır sebeplerden sessiz kalmak zorunda olduklarını da anlatıyordu. Böyle zamanlarda “Bizim de içimizi rahatlatan sözler söylendiğinde siz duymasanız da biz mutlu oluyoruz, gizliden gizliye…’’ diyen sohbetler de var. İşte böyle baskı zamanlarında “temsilci olmak adına konuşmak” pek ağır bir yük olduğu kadar değerli hâle de geliyor. Böyle zamanlarda sessizlik onay vermek değil, aksine ruhunu korumak, yarına çıkmak için hazırlık anlamına geliyor.

Aramızdan geçen giden rüzgâr o hayalleri de taşımış olmalı. Dünyanın dört bir yanına ve elbette dünyanın dört bir yanından da bizim olduğumuz yerlere. O yüzden başka dilleri, hayalleri bir rüzgârla duyduğunuzda “Bu ne!” demeyiniz lütfen “kendi sesleriniz” onlar…

DAHA FAZLA