100. Yılında Lenin ve Emperyalizm Teorisi: Hala Kapitalizmin En Yüksek Aşaması

100. Yılında Lenin ve Emperyalizm Teorisi: Hala Kapitalizmin En Yüksek Aşaması

Emperyalizm tarihte hiç olmadığı kadar üretici güçleri toplumsallaştırmış, bütün ülkelerin kaderini ekonomik ve siyasal olarak birbirine bağlayarak, sosyalizmin maddi koşullarını hazırlamıştır. Emperyalizm döneminde insanlık, ya sosyalizm ya barbarlık şiarının çağrısını duymaktadır her geçen gün. Lenin’in emperyalizm teorisinin en derin anlamı budur: Kapitalizmin insanlığın ve uygarlığın en büyük düşmanı olduğunu ortaya çıkarmak, buna karşılık olarak da sosyalizmin güncel ve olanaklı olduğunu gözler önüne sermek.

Lenin’in Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı eserini kaleme almasının üzerinden 100 yıl geçti. Kitaba konu olan tezlerin, 2016 dünyasına baktığımızda hala güncelliğini koruduğunu görüyoruz. Bununla birlikte, kitabın kimi sınırları ve zaafları olduğunu da kabul etmemiz gerekiyor. Bunu kabul etmek demek, red etmek anlamına gelmiyor. Tam tersine, bu durum Marksizmin temelinde bulunan bir ilke alakalıdır. Marksizm kendi kavramsal sistemiyle somut gerçekliğe bakar, somut gerçeklikteki değişmeleri izler. Somut değişimler, Marksizm içinde son derece önemli  rol oynayan bir kavramı sorguya çekmeyi gerektiriyorsa, bir Marksistin yapması gereken, Marksizmi bir sistem olarak gözden geçirmek, onu sorguya çekmektir.  Bu ilkesel tutumdan hareketle, Marksizme içkin olan herhangi bir kavramda bir değişiklik meydana gelmiş olsa(ydı); bu kavramı sorguya çekmeyen Marksistler Marksizmin yöntemsel ilkesine de aykırı hareket etmiş olurlar(dı).  Ama Marksizm yalnızca bir bilim değildir. Onun yanısıra bir özgürleşme pratiğidir ve bu pratik sıradan bir pratik de değildir; praksistir. Bu praksisin temelinde bilimsel bir boyut bulunmaktadır ve Marksizm bu bilim boyutunu taşıdığı ölçüde bilimin evrensel ya da tümel kurallarına rakip bütün bilimsel okullardan çok daha fazla uymak zorundadır. Bugüne kadar uyulmuştur. En azından Marx, Engels, Lenin, Gramsci gibi ‘’iyi’’ Marksistler bunlara uymuşlardır.

Bu ilkesel tutumun eksikliği, 90’lı yıllarda sadece Türkiye sosyalist hareketinde değil, dünya sosyalist hareketinde de söz konusu emperyalizm olduğunda, ‘emperyalizmin aşıldığını' iddia eden küreselleşme teorisi  ile kendini dışa vurdu. Oysa ki yaşadığımız çağ, bizlere aşılanın ne olduğunu gayet açık biçimde gösterdi, göstermeye de devam ediyor. Dünyada ve Türkiye’de küreselleşme teorisine karşı gösterilen direnç saygıyı hak etmekle birlikte, şematizme meyil verdiği oranda sorunları beraberinde getirdiğini de kabul etmemiz gerekiyor. Bu şematikleştirmenin en tipik örneğini ise teorinin kendisini sınıf mücadelesinden ve tarihselliğinden kopararak statikleşmesine cevaz veren, emperyalizmin beş özelliği diyebileceğimiz maddelere indirgenmesinde görebiliyoruz. 

Bir başka ‘’iyi’’ ve Türkiyeli marksist Metin Çulhaoğlu, Marksizm ve Leninizm arasındaki ilişkiyi açıklarken şöyle bir tanım yapar: ‘’Herhangi bir hastalığa karşı geliştirilen çok gerekli ve etkili bir aşının, tıp bilminim yerini tutabileceği sanılmıştır. Türkiye solu, eğer benzetme yerindeyse, Marksizmin tıp bilimi, Leninizm de aşı olduğunu fark edememiştir. ’’ Metin Çulhaoğlu’nun tanımından yola çıkarsak, bu aşının en temel parçalarından biri olan emperyalizm teorisinin beş maddeye indirgenmesi, kapitalizmin nesnel gelişime dinamiklerini anlamayı sekteye uğratmış diğer yandan da, emperyalist aşamanın sınıf mücadelesi açısından anlamının unutulmasına zemin hazırlamıştır. 

O halde, yazının başında bahsettiğimiz sınır ve zaaflara değinmek gerekiyor.  Çünkü bu zaaf ve sınırlar, yukarıda ortaya serdiğimizi düşündüğümüz iki hatanın ( red etmek ve şematizm) teorik arka planını oluşturuyor. 

SINIRLAR VE ZAAFLAR 

Öncelikle, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı çalışma, kelimenin düz anlamıyla bir ‘teori’ kitabı değildir. Türkçe’ye çevirilirken gözden kaçırıldığını düşünmek istediğimiz A Popular Outline (Popüler Bir Özet) adlı bir alt başlığa sahiptir kitap. Bu alt başlık, aslında kitabın hangi amaçla yazıldığını da bizlere göstermektedir. Lenin, kitapta bir (klasik) emperyalizm teorisinden bahsetmektedir ama bu teorinin hem ileri hem de geri taraflarını sadece referanslarla sınırlı tutmuştur. Diğer bir ifade ile söylersek, Lenin kapitalizmin bir aşaması olarak emperyalizmin ortaya çıktığı dönemde saptadığı (ayırt edici) özelliklerini, kapitalizmin bir üretim tarzı olarak gelişme yasaları ile ilişkisini sistematik hale getirmemiştir. Hatta Lenin’in bu özellikleri, kitabın yazıldığı dönemle ortaya çıktıkları biçimde sınırlı tuttuğunu söylemek abartı değildir. Bu durum aslında, yeni bir tarihsel dönemi teorileştirirken süreklilik- kopuş diyalektiği çerçevesinde çubuğun kopuşa doğru bükülmesidir. Zaten Lenin de bu sorunu fark etmiş ve kitap içerisinde kimi uyarılarda bulunmuştur. Lakin kendisinin de bu uyarılardan yeteri kadar tatmin olmadığını başka bağlamlarda yazdığı kitaplarda kapitalizmin sürekliliğine yaptığı güçlü vurgularda görmek mümkündür. 

Lenin, emperyalizm üzerine yazan ilk Marksist olmadığı gibi ilk bolşevik de değil. Ondan önce, dönemin en önemli Bolşevik teorisyenlerinden Nikolai Bukharin’in emperyalizm üzerine, Lenin’in övgü dolu bir ön söz yazdığı kitabının (Emperyalizm ve Dünya Ekonomisi) olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte, Lenin’in kitabı yazarken üzerinde asıl etkisini bırakan İngiliz bir liberal olan J. A. Hobson’dur.  Hobson 1902’de yayımlanan  'Emperyalizm: Bir Çalışma' adlı eserini Güney Afrika’daki savaşı yerinde gözlemleyip deneyimlerek kaleme aldı. Hobson, emperyalizmi ülke içindeki talep yetersizliğine çözüm arayışı olarak değerlendiriyordu. Bu sorunu ise gelir ve servet dağılımındaki adaletsizliğe bağlıyor ve ülke içindeki ücretlerin artırılması ve etkili bir vergilemeyle bu dengenin sağlanacağı, iç pazarın üretilenlerin tüketilebilmesi için yeterli olabileceğini savunuyordu. Görüldüğü üzere Hobson  emperyalizm teorisini eksik tüketimcilik üzerinde bina ediyordu. Lenin  tarafından Hobson’un  teorisine verilen gereğinden fazla değer  ve kapitalizmin ve emperyalizmin yasaları arasında sistematik bağların yeteri kadar kurulamaması, Lenin’in emperyalizm teorisine eksik tüketimci damarın sızmasına da zemin hazırlamış oldu. 

Eserin belki de en önemli sınırının kitabın yazıldığı dönemde fazla ‘Avrupa-Merkezci’ olmasıdır diyebiliriz. Lenin, kitabı hazırladığı dönemde coğrafi ve teknolojik kısıtlardan dolayı Avrupa kapitalizminden ve baskın biçimde de Alman deneyiminden fazlasıyla etkilendiğinin teslim etmemiz gerekiyor. Bu durum, bugünün hakim egemen emperyalist  gücü olacak ABD’yi inceleyememesini doğurmuştur. Bu sınır, bugün ABD’in dünya ekonomisi ve devletler sistemindeki  özgün yerine dair tartışmalarda kendini gösteriyor. ABD’in özgün kapitalistleşme serüveni, bugün örneğin  geleneksel anlamda toprak temelli bir imparatorluk kurmadan diğer kapitalist devletlere önderlik etme kabiliyeti veriyor. Kendisinden önceki  emperyalist sisteme önderlik eden güçlerden farklı olarak ABD, kendine ait sömürgeler oluşturmak yerine, egemen kapitalist ulus-devletlerin oluşumunu ve bu devletlerin kapitalist formasyonlar biçiminde şekillenmesini teşvik etmişitir. Bu anlamıyla, bir ‘açık kapı politikası’ yürütmüş ve teritoryal genişleme veya ilhak asla gündeminde olmamıştır.  Bugün bu özellik, kendini zorlayan yeni odaklar tarih sahnesine çıkmış olsa da, hala devam etmektedir. ABD, kapitalizmin dünya ölçeğinde genişlemesinde ve kendini yeniden üretmesindeki asıl sorumluluk sahibi hegemon güçtür. Bu özellik dolayısıyla da, dünya sermaye sınıflarından rıza devşirmeye devam etmektedir. 

LENİNİST EMPERYALİZM TEORİSİNİN GÜNCELLİĞİ

Yukarıda kısaca değinmeye çalıştığımız sınırlar ve zaaflar Leninist emperyalizm teorisinin güncelliğini yitirdiği anlamına mı geliyor?  Yazının başında değindiğimiz Marksizmin ilkesel tutumun ışığında, cevabımızın oldukça net olduğunu söylemeliyiz;  hayır. Leninist emperyalizm teorisi, bugün dünyanın içinden geçtiği tarihsel kesiti anlayabilmenin tek yolu olduğunu ısrarla vurgulamamız gerekiyor. Kimse merak etmesin, bunu yapınca yaşamakta olduğumuz bunca şeyi emperyalist ülkelerin çıkar ve tercihlerinin ürünü olarak gören aşırı mekanikleştirilmiş bir dünyaya ulaşmayacağız. Tam tersine, emperyalist ülkelerin hegemonik açılımlarına ek olarak, teorinin kendisine içkin olan sınıflar mücadelesinin ve bağımlılık ilişkilerinin çift yönlü yapısını dünyayı anlamak ve dönüştürmek için kullanabileceğimiz çok sağlam bir silaha sahip olacağız. 

Lenin’i ve onun teorisini bugün güncel kılan en temel husus, emperyalist dönemdeki olguları kapsayabilme ve aynı zamanda açıklayabilme yeteneğidir. Diğer bir deyişle, Lenin’in ve onun teorisinin, yöntemsel olarak değişimi ve hareketi esas alan perspektifi ve bu perspektifin sonucu olarak da, olaylara ve olgulara yaklaşımı, sistemin unsurları arasındaki ilişkilere bakışı bizim için temeldir. Lukacs’ın, ‘’somut durumun somut çözümlemesi, ‘saf’ teorinin karşıtı değildir, tersine, hakiki teorinin doruk noktası, teorinin gerçekten uygulandığı, bundan dolayı, pratiğe dönüşüğü noktadır.’’2  cümlesi, bu temelin en kadar önemli olduğunu bize bir kez daha göstermektedir. 

Tekelci dönem, kapitalizmin yeni bir evresi olmakla beraber son kertede kapitalizmin devamlılığı bağlamında hem sürekliliğin hem de kopuşun izdüşümlerini barındırır. Dolayısıyla emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır, yaşanacak başka bir aşama bulunmamaktadır. Emperyalist kapitalizmin iç çelişkileri, bize sistemin daha başka bir aşamalara geçişinin önünün tıkalı olduğunu gösterir. Buradan hareketle, Lenin’in yapmış olduğu son aşama tespiti bize emperyalizmin ekonomik teorisi ile siyasal sorunların bir bütünlük içinde ele alınması gerektiğini ifade eder. Yani Lenin için emperyalizmi kapitalizmin yeni evresi yapan ve tekelci döneme damgasını vuran olgu tekellerin varlığı değildir. Tekellerle rekabetin beraber yer aldığı ekonomik sistem ve bu sisteme uygun jeopolitik ilişkilerin ve çatışmaların aldığı yeni biçimlerdir. Üstelik Lenin bu konuyu, kapitalizmin esas özelliklerinin ‘’kendi karşıtına dönüşme’’ bağlamında kapitalizmin uğradığı yapısal değişiklik tespitiyle vurgular. 

Emperyalizmin, kapitalizmin son aşaması olması demek üretici güçlerin gelişimin durduğu anlamına gelmiyor.  Emperyalist kapitalist sisteme damgasını vuran da bireysel sermaye ile toplumsal emek arasındaki çelişkidir. Lakin, emperyalizmin çelişkileri derinleştirerek kendiliğinden sosyalizme geçişini esas alan yaklaşım tereddütsüz biçimde revizyonist bir yorumdur. Bu yorumun güncel versiyonları İmparatorluk  ve ‘Yeni Emperyalizm’ tezleridir.  Lenin, emperyalist dönemde çürüme ve ekonomik gelişmeden aynı anda söz eder.  Bu noktada, bir uyarıyı yapmamız elzem hale geliyor. Emperyalizm döneminde, aşılması gereken bir ara aşama yoktur. ‘’Ultra’’ya, ‘’post’’a ya da ‘’yeni’’ye gerek yoktur. Bununla birlikte, asıl önemsenmesi ve üzerinde durulması gereken başlık, eşitsiz gelişim yasası ve bu yasanın öncülükle birleşerek aldığı hal olan zayıf halkadır. Eşitsiz gelişim ve zayıf halka konusunda Metin Çulhaoğlu’nun şu cümlelerinin oldukça açıklayıcı olduğunu düşünüyorum:  ‘’Zayıf halka denilince hep şunu düşünmüşümdür: Yasa olan, öznelliklerin müdahalesinin payı asgari düzeyde tutularak “bilimsel-nesnel” analize tabi tutulabilecek olgu eşitsiz gelişmedir; “zayıf halka” da eşitsiz gelişmeyle bağlantılıdır, ama bu halkaya aynı gözle bakamazsınız, yani dünyaya şöyle bir baktıktan sonra belirli ülkeleri seçip “işte bunlar zayıf halka” diyemezsiniz. Deneyimli bir nalbur bile diyemez. Eşitsiz gelişme, kapitalizmin kendi nesnel dinamikleri dışında öznesi olmayan bir süreçtir; zayıf halka ise, onu öyle yapan öznellikler dışında tasavvur da edilemez, tespit de edilemez. Özcesi şunu demiş oluyorum: Biz bu ülkenin sosyalistleri olarak kendimizi etkili, süreçlere müdahale edebilen bir özne olarak kurmadıkça, Türkiye’nin gerçek anlamda “zayıf halka” olması beklenemeyeceği gibi “biz pek yokuz, ama hiç olmazsa ülke zayıf halka” diye avunmak da pek tavsiye edilebilecek bir şey değildir.’’3 Buradan da anlaşılacağı gibi zayıf halka, özellikle AKP/Saray Rejiminin dış politika alanındaki manevralarına bakarak yeniden gündeme sokulan ‘’alt-emperyalizm’’ kavramını dışlar ve geçersiz kılar. Emperyalizm, hem hegemonik hem de eşitsiz bir sistemdir. Bu tespitten hareketle, eşitsiz gelişme yasası kutupçu, mekanik, alt-üst emperyalist ilişkiden öte, sistemdeki bütün halkaların rollerine ilişkindir. Bu konuyu Nicos Poulantzas, tartışmaya yer bırakmayacak biçimde net olarak açıklıyor: ‘’Emperyalizm konusunda sermayenin uluslarası dolaşımından veya iktisadi kaynaşmadan söz etmek yetmez. Burada önemli olan, kelimenin tam anlamıyla bir zincir olduğunu görmektedir. Zincirden söz edince, halkalarından da söz etmek gerekir. Ne var ki, burada zayıf halkadan söz etmek yeterli değil. Çünkü, bu halkadan söz etmek için zincirin parçalarını oluşturan diğer ulusal formasyonların eşitsiz gelişimini de göz önünde bulundurmak gerekir.’’

SON SÖZ

Lenin’in eserinin 100 yaşını kutladığımız şu günlerde, Leninist emperyalizm teorisinin güncelliği bize iki hayati konuda daha ışık tutmaktadır. Bunlardan birincisi, emperyalizmin gerileme dönemindeki kapitalizmi olarak, bağrında şiddeti ve savaşı büyüten, periyodik olarak dünya halklarına şiddeti ve barbarlığı reva gören bir sistemdir. Lenin ve eseri, emperyalizmin bu karakterini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermiştir. İkincisi ise, emperyalizm tarihte hiç olmadığı kadar üretici güçleri toplumsallaştırmış, bütün ülkelerin kaderini ekonomik ve siyasal olarak birbirine bağlayarak, sosyalizmin maddi koşullarını hazırlamıştır. Emperyalizm döneminde insanlık, ya sosyalizm ya barbarlık şiarının çağrısını duymaktadır her geçen gün. Lenin’in emperyalizm teorisinin en derin anlamı budur: Kapitalizmin insanlığın ve uygarlığın en büyük düşmanı olduğunu ortaya çıkarmak, buna karşılık olarak da sosyalizmin güncel ve olanaklı olduğunu gözler önüne sermek.

O yüzdendir ki, aradan 100 yıl geçmesine rağmen Lenin’in ‘’Çağımız sosyalist devrimler çağıdır!’’ sözü hala güncelliğini koruyor. 

  1. Metin Çulhaoğlu, Bin Yılın Eşiğinde Marksizm ve Türkiye Solu, syf.16-17
  2. György Lukacs, Lenin Düşüncesi, syf. 102
  3. http://kitapeki.com/metin-culhaoglu-ile-sosyalizmin-guncelligi-uzerine/
  4. Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, syf.18-19

DAHA FAZLA