14 Mayıs: Seçim, rejim meselesi
Türkiye’nin hem AKP-MHP’yi, hem de Saray Rejimi’ni aşma ve bu karanlıktan kurtulma iradesini kuvvetlendirecek adımlar el birliğiyle atılmalıdır.
Berat Çelikoğlu
Seçimlere hukukun bir kez daha çiğnendiği koşullarda 4 ay gibi bir süre kaldı. Hali hazırda karşımızdaki tablo şu: Battı balık yan gidiyor, anormal olan normalleşiyor, hiçbir şeye hakkını vererek şaşıramıyoruz.
Bu günlere bir günde gelmediğimiz, Türkiye’nin bu atmosfere adım adım sokulduğu aşikar. HDP’ye dönük kapatma davası ve hazine hesaplarının bloke edilmesi, seçim sisteminin iktidarın kendi koyduğu kanunları dahi geçersiz/anlamsız kılacak şekilde değiştirilmesi, ülkenin mafyatik oluşumların hesaplaşma alanı haline gelmesi ve pek çok başka unsur. Tüm bunlar, birer sebep değil aksine sonucun yansımaları olarak karşımıza çıkıyor.
O sonuç da şu olsa gerek: Türkiye son 20 yılda yoğunlaşan ve nihayet 2017 referandumunda ifadesine kavuşan bir dönüşüm sonucunda mevcut rejimini terk etmiş, adına “Saray Rejimi” dediğimiz bir başka rejime maruz bırakılmıştır.
Eğer bu dönüşümü bir “rejim değişikliği” olarak tarif ediyorsak, basit bir anayasal düzenlemeden daha fazlasını kast ediyor olmalıyız. 100 yıllık Cumhuriyet tarihinde birbirinden farklı siyasal hareketlerin iktidara gelmesine rağmen her iktidar değişikliğini, aynı zamanda hakim rejimin de değişimi şeklinde ifade etmiyorsak, hatta 100 yıllık tarih okumamızda yalnızca 1 defa böylesi bir rejim değişikliğinden söz ediyorsak bunun bir sebebi olmalı.
Bir örnekle ilerleyelim.
Futbol, basketbol, voleybol gibi takım sporlarında her koçun bir oyun anlayışı vardır. Örneğin bir teknik direktör takımına pas odaklı bir oyun anlayışını benimsetebilir, bir koç takımına topu kaptıktan sonra en hızlı biçimde karşı potaya ulaşmayı hedefleyen bir geçiş oyunu oynatabilir. Peki bir teknik direktör, hücum oyuncularına “Ofsayt kuralını dert etmeyin, siz gol atmaya bakın” diyebilir; koç takıma dönüp “steps yapmanız önemli değil, yeter ki karşı potaya hızla ulaşın” direktifi verebilir mi? Verir vermesine ama, sonucun ne olacağı hepimizin malumu…
Rejim, bir ülkede siyaset yapan öznelerin verili koşullardaki konumlanışlarından, bu özneler arasındaki güç dengelerinden vb. ziyade, bir bütün olarak siyaset mekanizmasının manevra alanlarını belirleyen, hareket kapasitesini tanımlayan bir işlev görür. Özne, oyunu rejimin mevcut kurallara göre oynamayı kabul ediyorsa ancak rejimin belirlediği çerçeve içerisinde görece rahat hareket edebilir. Aksi takdirde ya rejim özneyi ve onun ifade/temsil ettiği toplumsallığı dışarı kusar ve marjinalleştirir, ya da tam tersine rejim kendini gerçekleştiremez hale gelir. Buradaki terazi, tamamen hangisinin toplumsal anlamda daha güçlü/meşru olduğuna, hangi tarafın daha ağır bastığına göre şekillenir.
REJİMİN ÖMRÜ AKP’DEN UZUN OLABİLİR
Türkiye, işte böyle bir rejim krizi ile karşı karşıya. Eski rejimin tasfiyesi ile, az önce verdiğimiz örnekten ilerleyecek olursak oyunun alışılageldik kuralları değiştirildi. Saray Rejimi’nin müesses nizamı Türkiye’nin üzerine oturmadı, mevcut rejim ile Türkiye’de milyonların ihtiyaç duyduğu, arzuladığı gelecek hayali arasındaki sürtüşmeden kıvılcımlar çıkıyor. Bir parantez: Bunu söylemek, daha önceki rejimin çizdiği ekonomik, siyasal ve toplumsal çerçevenin insan aklına en yatkın, insanca yaşama en uygun çerçeve olduğunu söylemek anlamına gelmiyor elbette.
Önümüzdeki seçimlerin marjinal önemi de bu değerlendirmenin ardında gizli. Hukuk zorlanarak, siyaset dizayn edilerek, ekonomi çarpa döküle başka bir rotaya sokularak da olsa; emeğin tarihte görülmemiş bir ucuzluğa mahkum edildiği, emekçiler için insanca yaşama arzusunun lüks sayıldığı, tüketim-ithalat-özelleştirme odaklı bir düzen Türkiye’ye yeni normali olarak dayatılıyor. Bu dayatma ise, kendisini oldukça demokratik görünen ancak zor aygıtların sonuna kadar kullanıldığı seçimler aracılığıyla meşrulaştırılmaya çalışılıyor.
Buraya kadar her şey tamam, peki seçimler neyi ne kadar değiştirebilir? Daha doğrusu, seçimlerde AKP-MHP blokunun kaybetmesi; doğrudan deminden beri tarif ettiğimiz rejimin de kaybetmesi, ortadan kaybolması, tuzla buz olması anlamına gelir mi?
Bu sorunun cevabının ancak, seçimlerde ve hemen sonrasında emekçilerin Türkiye’de siyasal yaşama ne kadar ve ne denli güçle müdahil olacaklarına göre verilebileceğini öne sürüyoruz.
Teknik direktörün kim olduğunu değil; oyunun hangi kurallarla, kaç dakika, kaç kişiyle oynandığını vb. konuşuyoruz. Bu nedenden ötürü Saray Rejimi’nin ömrünün, AKP’nin siyasi iktidar olarak ömrünü aşabileceği söylenebilir. Rejimin, önemli bir kısmı sembolik olmak üzere kimi değişikliklere uğratılarak yaşamını sürdürebilmesi teorik olarak mümkün görünüyor. Çünkü bu rejim yalnızca AKP’yi değil, çıkarları ve hedefleri gözetilerek Türkiye’de patron sınıfının güncel ihtiyaçları doğrultusunda dizayn edildi ve yerleşikleşme mücadelesi de bugün öyle sürüyor.
Şu anda dümenin başında Recep Tayyip Erdoğan’ın olması, onun kaptanlığı bıraktığı her koşulda geminin de terk edileceği anlamına gelmiyor. Rejimi dizayn eden ve Türkiye’ye dayatan öznenin AKP olması, onun devre dışı kaldığı koşullarda rejimin bir sınıf, patron sınıfı açısından tüm önemini ve anlamını yitireceği anlamına gelmiyor. Erdoğan hakkında patronlar veya onların kimi sözcülerince söylenen bunca “olumsuz” söze rağmen hem uluslararası siyasette, hem ekonomide onun bir türlü tam anlamıyla terk edilmiyor oluşunun arkasında da bu neden yatıyor olmalı. Patronlar Erdoğan’ı gözden çıkarmaya hazır da olabilir; Saray Rejimi’ni ise büyük bir şevkle, daha büyük bir iştahla hakim kılmak istediklerinden şüphe duymuyoruz. Bu nedenle Erdoğan’ın arkasından, işçileri derin bir yoksulluğa ve karanlığa ancak kendilerini ise daha fazla bolluğa ve servete götüren bu gemiyi götürebildiği yere kadar götürdüğünden emin olana kadar çekilmeyeceklerinden emin olmalıyız.
Hem seçime hem de seçimden sonraki sürece emekçilerin örgütlü müdahalesinin; bununla birlikte, oyunu bu rejimin kurallarına göre oynamayı en baştan radikal biçimde reddedenlerin, yani sosyalistlerin daha da güçlenmesinin öneminden ısrarla söz etmemizin sebebi bu.
EMEKÇİLER HEM AKP’Yİ HEM REJİMİ YENMELİ
Önce bir parantez: Söylenenlerden, emekçilerin seçeneğini bugünün koşullarında siyasetsizlikle eşleyecek türden bir “Giden ile gelecek olan aynı, stratejik değil ilkesel davranmak gerekir” anlamı çıkarılmamalı. Çıkıyorsa, ifade etme biçimimizde hata var demektir… Siyaset ya da daha özel bir anlamda devrimci siyaset, ilkelerin stratejilere ve taktiklere kısa, orta ve uzun erimli hedefler gözetilerek sirayet etmesi sağlanarak ve mutlaka bugünde, bugünün kriz ve olanakları çerçevesinde yapılır. Bugünlerde çokça konuşulan ortak adaylık tartışmaları da, emekçiler açısından bu anlamda değerlidir.
Erdoğan’ın muhalefetin en geniş sınırları zorlanarak ve büyük bir mutabakatla tarihi bir yenilgiye uğratılması, sosyalistler açısından ne ilkelerden ödün vermek anlamına gelecek ne de hedeflerin şaşırılmasına yol açacaktır. Aksi yönde üretilecek tezlerin tamamı, günümüz koşullarında 2019 yerel seçimlerinin ardından geçerliliğini uzun bir süreliğine yitirmiştir.
Kısaca özetlemek gerekirse: Erdoğan’ın ve AKP-MHP blokunun seçimlerde tarihi bir yenilgiye uğratılması hem siyasal hem stratejik açıdan doğru bir hedef olarak önümüzde duruyor. Ancak bu hedefin gerçekleştirilmesi, Türkiye’de emekçilerin elde edebileceği tüm kazanımların tek başına garantörü olmaya yetmeyecektir. AKP seçimlerde en geniş muhalefet güçlerinin iradesiyle sandığa gömülse dahi hemen sonrasında Türkiye’de emekçilerin daha büyük bir işsizlik, yoksulluk dalgasıyla, ekonomik buhranla baş başa kalmayacağı nasıl garanti edilebilir? Krizin faturasının, bu ağır tabloyu ülkeye dayatanlardan hesap sormak yerine çeşitli yollarla yeniden emekçilere çıkartılmaya çalışılmayacağı ne malum? Bu ve bunun gibi tüm bu soruların ardında, emekçinin sözünü siyasette egemen kılmaya çalışanları önemli sorumlulukların beklediği aşikar.
Her şeyden önce Türkiye’nin hem AKP-MHP’yi, hem de Saray Rejimi’ni aşma ve bu karanlıktan kurtulma iradesini kuvvetlendirecek adımlar el birliğiyle atılmalıdır. Ardından iktidarın yenilgisinin rejimin çöküşüne eşlenmesi, “ölümü gösterip sıtmaya razı etme” ihtimaline fırsat dahi verilmemesi elzemdir.
Aksi takdirde, ofsayta düşer dururuz…