75. Dünya Sağlık Asamblesi
"Kaldı ki sağlık alanındaki neoliberal dönüşüme teknik destek vererek bugünkü ortamın oluşmasına doğrudan veya dolaylı katkı sağladıkları düşünüldüğünde söylemlerin tutarlılığı da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konudur."
Emre Kırmızıtaş
İsviçre’nin Cenevre kentinde 22-28 Mayıs tarihleri arasında gerçekleştirilen Dünya Sağlık Asamblesi (DSA) bu yıl “Barış için Sağlık, Sağlık için Barış” teması ile toplandı. DSA, Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) bir sonraki dönem için çalışma planlarının tartışılarak karar altına alındığı ve üye ülkelerin sağlık gündemlerinin belirlendiği en yetkili organ olarak tanımlanabilir. Kağıt üzerinde böyle olsa da çok uzun süredir örgütün genel politikalarında esas belirleyici ve yönlendirici olanın en geniş anlamıyla sermayenin çıkarları olduğunu unutmadan toplantının kısa bir değerlendirmesini yapmaya çalışalım.
PANDEMİ VE SAVAŞ
Tek aday olarak girdiği seçimde yeniden seçilen ve önümüzdeki beş yıllık dönem boyunca DSÖ Genel Direktörlüğü görevini yürütecek Dr. Tedros Adhanom Ghebreyesus açılış konuşmasında ağırlıklı olarak pandemi ve savaşların sağlık üzerindeki etkilerine değindi. Pandeminin henüz bitmediğini, tekrar şiddetlenebileceğini vurgularken yalnızca 57 ülkenin aşılama oranında %70’i aştığını, yoksul ülkelerdeki bir milyara yakın insanın henüz aşılanmadığını ve bu alandaki eşitsizliğin sürdüğünden bahsetti. DSÖ’ye rapor edilen COVID-19 kaynaklı ölüm sayısının 6 milyondan fazla olduğunu fakat gerçek ölüm sayısının 15 milyon civarında olduğunu tahmin ettiklerini belirtti. COVID-19’un yanında ebola, maymun çiçeği, sebebi bilinmeyen hepatit salgınları gibi yeni sağlık risklerine de dikkat çekti.
Aşıya erişimdeki eşitsizliklere önemli bir yer ayırıp sorunun en önemli nedenlerinden birisi olan patent/telif hakkı konusuna değinmemesini ve “ülkeleri desteklemek” ifadesiyle konuyu geçiştirmesini DSÖ’nün meseleyi yalnızca bağış-dayanışma fonu çerçevesinde ele aldığının itirafı olarak anlıyoruz. Bunun etkisizliği aradan geçen iki yılda anlaşılmış olmasına rağmen esas sorunun ısrarla görmezden gelinmesi her gün yeni ölümlerin yaşanmasına ve yeni varyantların ortaya çıkma riskinin artmasına neden oluyor. Bir avuç sermayedar daha fazla para kazanacak diye salgının yarattığı tablonun ağırlaşmasına göz yumuluyor. Oysa çok iyi biliyoruz ki fikri mülkiyet adı altında aşının metalaştırılma sürecine son vermediğimiz müddetçe yeni salgınlarla mücadelede ve eşitsizlikleri azaltmada kalıcı bir başarı kazanmak mümkün değildir.
Toplantı temasıyla uyumlu olacak şekilde savaş ve sağlığa olan etkileri diğer bir ana gündemdi. Çatışmalı bölgelerdeki durumu “kompleks insani krizler” olarak tanımlayan ve savaşın açlık ve hastalıklarla ilişkisini örneklerle açıklayan Ghebreyesus, John Lennon’dan alıntı yaparak bir an önce çatışmaların son bulması çağrısı yaptı. Konuşmasında yalnızca Ukrayna’ya değil Afganistan, Somali, Güney Sudan, Yemen gibi Batı açısından “ihmal edilebilir” görülen bölgelere de dikkat çekmesini olumlu bulmakla beraber adresi veya öznesi net olmayan, soyut bir barış talebinin ne derece etkili olacağı şüpheli. Bu bağlamda sağlığın ideolojik ayrımlardan bağımsız olduğu ifadesi ise konunun tüm boyutlarıyla kavranmasında ciddi eksiklikler olduğunun başka bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ek olarak, “Küresel Sağlık için Barış Girişimi” adıyla duyurulan programın içeriği ve kapsamı henüz belirsiz olsa da çatışmaların sona erdirilmesi için olumlu sayılabilecek adımlardan birisi olduğunu söyleyebiliriz.
Daha önceki toplantılardan aşina olduğumuz ve süregelen diğer sağlık gündemleri de DSA’da tartışıldı, konulan hedeflere ulaşılma düzeyi değerlendirildi. Bulaşıcı olmayan hastalıklar, mental sağlık, gıda güvenliği ve beslenme, bağımlılık, sağlık altyapıları ve kapsayıcılık, acil durumlara hazırlık gibi başlıklar özellikle beşinci günkü oturumlarda ele alındı. Sunulan raporlar incelendiğinde bazı başlıklarda önceki döneme kıyasla ilerlemeler olsa da konulan nihai hedeflere tam anlamıyla ulaşmaktan henüz uzak olunduğu anlaşılıyor.
"SÜRDÜRÜLEBİLİR FİNANSMAN"
DSA’nın “tarihi karar” olarak duyurduğu “Sürdürülebilir Finansman” toplantının diğer bir önemli başlığı olarak değerlendirilebilir. Bilindiği gibi DSÖ’nün bütçesinin büyük bölümü çeşitli gönüllü kuruluşların ve vakıfların bağışlarından oluşuyor. Üye ülkelerin ödedikleri aidatların payı örneğin 2020-2021 dönemindeki toplam bütçenin yalnızca %16’sını oluşturmuştu. Pandemi sürecinde epeyce komplo teorisine de vesile olan bu durum (Bill & Melinda Gates Vakfının payı vb.) örgütün uzun vadeli planlama yapmasının ve acil sağlık durumlarında hızlıca harekete geçebilmesinin önünde önemli bir engel teşkil ediyor. Çünkü bu bağışların tamamına yakını koşullu bağışlardan oluşuyor. Yani kaynakların nereye, hangi öncelikle ve ne şekilde kullanılacakları en başından bağışçı kuruluş tarafında belirlenmiş oluyor. Finansal bağımsızlığı olmayınca hareket alanı önemli ölçüde daralan DSÖ’nün bağışçıların belirlediği gündemlere daha fazla angaje olması ise kaçınılmaz hale geliyor.
Pandemiden çıkarılan ders neticesinde hazırlandığı anlaşılan bu kararda örgütün merkezi bütçesindeki üye ülke aidatlarının payının 2030-2031 dönemine kadar kademeli olarak %50’ye çıkarılması hedefleniyor. Üye ülke temsilcileri tarafından onaylansa da günümüzdeki küresel eğilimleri ve kriz dinamiklerini düşündüğümüzde (Trump dönemi ABD’nin DSÖ’den çekilmesi gibi) bunun pek kolay olmayacağı açık. Örneğin, Türkiye’ye baktığımızda pandemi gibi olağanüstü bir dönemde bile genel bütçeden sağlığa ayrılan payın %5 civarında kalması ve bu sınırlı bütçeden DSÖ’ye daha fazla kaynağın nasıl aktarılabileceği konusu önemli bir sorun olarak ortada duruyor. Olumlu bir adım olarak değerlendirilebilirse de DSÖ açısından önemli bir finansal model değişikliği öngören bu kararın ne düzeyde hayata geçirebileceğini zamanla göreceğiz.
KALICI ÇÖZÜMDEN UZAK
Özellikle son yıllarda DSÖ tarafından yapılan açıklamalarda ve yayınlanan metinlerde eşitsizlik vurgusunun arttığını, sağlık açısından mevcut küresel durumunun sık sık kriz olarak tanımlandığını görüyoruz. Yine de tüm bu başlıklarda temel belirleyici olan kapitalizmi görünmez kılarak ara nedenlere ve sonuçlara odaklanan yaklaşımın DSÖ’de ağırlığını koruduğunu söyleyebiliriz. Kavramsal cambazlıklarla veya palyatif bazı uygulamalarla sorunların esas kaynağının etrafında dolaşarak oyalanmaya devam edildiği müddetçe kalıcı çözümler için herhangi bir eylem programının oluşturulması mümkün gözükmüyor. Kaldı ki sağlık alanındaki neoliberal dönüşüme teknik destek vererek bugünkü ortamın oluşmasına doğrudan veya dolaylı katkı sağladıkları düşünüldüğünde söylemlerin tutarlılığı da ayrıca değerlendirilmesi gereken bir konudur.
Tüm bunlar göz önüne alındığında en azından kısa vadede DSÖ ve uluslararası sağlık politikaları alanında mevcut eğilimin süreceğini öngörebiliriz. Kendileri açıktan dillendiremese de tarif edilen çoklu kriz ortamından çıkışın ancak radikal bir paradigma değişikliği ile olanaklı olduğu ortada. Bunun yolu ise tıpkı diğer başlıklarda olduğu gibi her düzeyde örgütlenmekten ve mücadeleden geçiyor. Diğer bir deyişle, evet, başka bir DSÖ de mümkün.