ABD’de sendikal hareket ve sosyalistler
ALU’nun muazzam başarısı eşsiz bir konjonktürde gerçekleşti. Sendikal hareketin sol kanadı (Demokratik Sosyalistler, Labor Notes organizasyonu ve demokratik sendikalar başta olmak üzere), 2018 West Virginia öğretmen grevleri ile başlayan, pandemi sürecinde iş güvenliği ayaklanmaları ile devam eden ve şu an Amazon ve Starbucks örgütlenme hareketleri ile şahlanan bir militan sendikacılık dalgası içinde olduğumuz iddiasında.
Kaya Çolakoğlu
"Jeff Bezos’a uzaya gittiği için teşekkür ediyoruz, çünkü o oradayken biz burada bir sendika örgütlüyorduk."
Bu sözler geçtiğimiz nisan ayında ABD’nin ilk Amazon sendikasını örgütleyen Chris Smalls’a ait. Smalls, iki yıl önce bir New York Amazon deposunda çalışırken pandemi şartlarına karşı iş arkadaşlarını örgütlerken uydurma suçlamalarla işten çıkarılmıştı. O zamandan bu yana Amazon İşçi Sendikası’nda (ALU) mücadelesini sürdürüyor ve geçen ayın başında sendikası herkesi şaşırtarak tanınırlık seçimini kazandı ve toplu sözleşme hakkını elde etti. (ABD’de Türkiye’de olduğu gibi çoğunluk sendikacılığı uygulanıyor ama sendika yüzde 50+1 üyelik ispatı gösterdikten sonra Ulusal İş İlişkileri Kurulu (NLRB) tarafından düzenlenen bir seçim de kazanmak durumunda)
ABD’nin en büyük sendikaları ve sendika federasyonları senelerdir Amazon’u örgütlemeye çalışıyor ve bu çalışmalara senede milyonlarca dolar akıtıyordu. Tam da bu sebepten ötürü neredeyse hiçbir finansal kaynağı olmayan, çoğunlukla deneyimsiz, örgütsüz işçilerden oluşan bir sendikanın 8 binden fazla işçiyi bir araya getirip, Amazon’un ve New York polisinin baskılarına rağmen böylesine bir seçimi kazanması Amerika sendikal hareketine yeni bir soluk getirdi. Hareketin önde gelen isimleri böyle bir başarının neredeyse imkansız olduğu kanaatindeydi. Nitekim işten ayrılma hızı olsun, Amazon’un dakik sömürü sistemi olsun, bu depolar "geleneksel" sayılabilecek örgütlü iş yerlerinden farklılardı. Doğal olarak ALU’nun seçim galibiyeti bütün hareketi stratejik varsayımlarını gözden geçirmeye ve gelecek planlarını tartışmaya itti.
Bu tartışmaları hararetlendiren başka koşullar da mevcut. ALU’nun muazzam başarısı eşsiz bir konjonktürde gerçekleşti. Sendikal hareketin sol kanadı (Demokratik Sosyalistler, Labor Notes organizasyonu ve demokratik sendikalar başta olmak üzere), 2018 West Virginia öğretmen grevleri ile başlayan, pandemi sürecinde iş güvenliği ayaklanmaları ile devam eden ve şu an Amazon ve Starbucks örgütlenme hareketleri ile şahlanan bir militan sendikacılık dalgası içinde olduğumuz iddiasında. Onlara göre bu dalga, gelenekselleşmiş, tepeden inme sendikacılık modellerinin aksine; tabanın baş çektiği, demokratik, çalışma barışı karşıtı, radikal bir model sunuyor. Senelerdir düşmekte olan sendika yoğunluğu, gittikçe azalan reel gelir ve artan yaşam pahalılığı ile yüzleşen işçiler; çareyi bürokratik, Demokrat Parti’ye entegre sendikalarda değil, bağımsız, taban hareketli, dinamik sendikalarda buluyor. Starbucks işçileri; örneğin, şube ve işçi bazlı bir örgütlenme modeli izliyor. Belirli bir şubede çoğunluk sağlayan işçiler, gene işçilerden oluşan merkez komite ile iletişime geçiyor ve merkez komite onlara finansal ve organizatif destek sağlıyor. Kritik çoğunluk (yaklaşık yüzde 70-80 destek demek bu) sağlanınca seçim için NLRB’ye başvuruluyor. Sendikanın (Starbucks Workers United) uzun vadeli hedefi bütün Starbucks şubelerini kapsayan bir master sözleşme elde etmek gibi görünüyor.
Benzer bir hareketlenme yükseköğretim kuruluşlarında da mevcut. ABD’de 90’lardan itibaren birçok üniversitede doktora adayları, doçentler ve araştırma görevlileri sendikalaşmakta. Son yıllarda bu hareket gittikçe güçlenmeye ve militanlaşmaya başladı. Geçen senenin en çok ses getiren grevleri arasında Harvard ve Columbia Üniversiteleri’ndeki lisansüstü öğrenci sendikaları vardı. Fakat yüksek öğrenimde sendikalaşma sadece lisansüstü öğrencileri ile kısıtlı değil, bu sene lisans öğrencileri arasında da bir sendikalaşma dalgası mevcut. Bu dalga kısmen Biden yönetiminin sendikalaşma karşıtı bir takım NLRB yasalarını ters çevirmesine atfediliyor. 2016’da alınan bir karar ile işçi öğrenciler "işçi" tanımlaması altına ve dolayısı ile iş hukuku kapsamına alınmıştı. Bu kararın okul kantinlerinde, kütüphanelerinde veya araştırma merkezlerinde çalışan lisans öğrencilerine uzanıp uzanmadığı açık bir soruydu fakat bu kararın tamamen gözden geçirilme riski sebebiyle lisans öğrencileri 2020’ye kadar seçim başvurusu yapmadılar. Biden’ın seçim zaferi sonucunda eski NLRB tasfiye edildi ve lisans öğrencilerinin sendikalaşması önünde bir engel kalmadı. Bunun sonucunda 2020’den beri üç yeni üniversitede işçi-öğrencileri temsil eden yeni sendikalar ortaya çıktı. Ben de Dartmouth Kolej bağımsız işçi öğrenci sendikasını örgütleyen komitenin bir üyesiyim. Dartmouth İşçi Öğrenci Kolektifi (SWCD), geçen sonbaharda pandemi koşulları ve düşük ücret şikayetleri ile yola çıkan kafeterya işçi-öğrencilerinin eseri. Geçen mart ayının sonunda sendika seçimimizi oy birliği ile kazandık ve şu an 160 işçi-öğrenciyi temsilen toplu sözleşme mücadelesine girmek üzereyiz.
SWCD’yi örgütleyen işçi öğrenci komitesinin ezici çoğunluğu Genç Demokratik Sosyalistler Dartmouth birimi üyesi. Demokratik Sosyalistler (DSA) hakkında daha önce yazdım, fakat özetlemek gerekirse, DSA birçok farklı tandanstan sosyalistin içinde örgütlendiği kitlesel bir organizasyon. Son zamanlardaki yükselişini çoğunlukla Bernie Sanders’ın 2016 ve 2020 ABD başkanlığı adaylığına borçlu fakat örgüt içindeki tartışmalar bu tanımlamayı bir nebze manasız bırakıyor. İşçi öğrenci sendikalaşmasını yöneten öğrencilerin sosyalistler olması elbette şaşırtıcı değil fakat ABD için çok büyük bir önem taşıyor. Öncü işçi öğrenciler, gittikçe finansallaşan ve pahalılaşan eğitim sistemine karşı direnme hedefiyle yola çıktılar. Fakat bundan belki daha da önemlisi sendikaları, öğrencileri örgütlenme ile tanıştırmanın ve işçi sınıfı hareketine entegre etmenin bir aracı olarak görüyorlar. Konu üzerine süregelen tartışmaların ana fay hatlarından biri de şu; işçi öğrenci sendikaları Lenin’in tabiriyle "komünizm okulları" mı ya da "finansallaşma" veya "özelleşmeyi" hedef alan bir vizyonun üniversite kolu mu, yoksa iş yeri sorunlarını çözmeye odaklı iletişim aparatları mı?
Bu tartışmayı daha büyük bir ölçekte DSA’nın genel emek stratejisi tartışmalarında görmek mümkün. Elbette son zamanlarda görülen militan örgütlenme örnekleri bu tartışamalara zemin hazırladı. DSA’nın gençlik kolunun emek komitesini yöneten Willem Morris, geçen son 6 ayın, birçok kişiyi işçi örgütlenmelerinin önemini anlamaya ittiğini belirtiyor: "DSA içinde birçok çelişki mevcut ama bugün sendikalaşmanın önemi üzerine bir fikir birliği mevcut. 70’e yakın şube Starbucks destek çalışmaları sürdürmekte, herkes ALU zaferi yüzünden heyecanlanmış durumda, seneye UPS kontraktı sona erecek ve birçok yoldaş iş yerinde örgütlenme mücadelesine girmeyi planlamakta."
DSA son kongresinde alınan bir karar sonucu "rank-and-file strategy" (RFS–"rank-and-file" bir sendikanın tabanı anlamına geliyor) adı verilen bir plan izlemekte. RFS’nin temelindeki tez şu; sosyalizm ve işçi sınıfı hareketi arasındaki kopuk bağı onarmanın tek yolu sosyalistlerin işçi sınıfına entegrasyonu. Buna bağlı olarak RFS iki temel eksende ilerliyor. (1) Sosyalistler sendika yoğunluğunun yüksek olduğu "stratejik" sektörlerde (eğitim, lojistik, vs.) uzun temelli süreli olarak işe girmeli (industrialization–sanayileşme), üye oldukları sendikaların reform kanatlarına destek vermeli ve böylece sendikaları içeriden militanlaştırmalı. (2) Sendika yoğunluğunun az olduğu ama örgütlenme potansiyelinin yüksek olduğu sektörlerde kısa süreli işe girmeli (salting–tuzlama) ve sendikalaşma çalışmalarına yardım etmeli. (Stratejinin bu kısmı sadece DSA’da mevcut değil–ABD Komünist Partisi’nin salting çalışmaları sayesinde ALU’nun merkezi organizasyonunda birçok komünist konumlandı) Bu stratejinin destekçileri RFS’in bu zamana kadarki başarıları arasında UAW (yaklaşık 400 bin üyeli United Auto Workers sendikası) ve Teamsters (yaklaşık 1,3 milyon üyeli lojistik ve taşımacılık sendikası) sendikalarındaki demokratik reform çalışmalarını ve DSA üyelerinin aktif olarak rol aldığı öğretmen ve hemşire grevlerini göstermekte. Fakat stratejinin birçok eleştirisi mevcut ve DSA-YDSA içinde RFS en büyük tartışmalardan biri.
RFS’ye sağdan gelen eleştiriler bu stratejinin büyük sendikalar ve yönetimleri ile kurulu ilişkileri bozacağını ve sosyalistleri marjinalleştiriceğini iddia ediyor. DSA’nın parlamenter faaliyetlerine büyük sendikaların katkısının altını çizerek RFS’nin bu faaliyetleri tehdit edebileceğini belirtiyorlar. Bu ve benzeri sağ eleştiriler bugünler DSA’da baskın değil ve yakın gelecekte de olmayacak gibi görünüyor, olmamalı da.
Kıyasla soldan gelen eleştiriler daha ilgi çekici. Bazı Troçkist örgütler, komünistler ve sol komünistler, sendikal reformların başlı başına yetersiz kalabileceğine işaret etmekte. Onlara göre sendikalar kriz zamanlarında hızlıca işçi sınıfının otonom yapılarına dönüşebilecek aygıtlar haline getirilmeli. Öbür türlü sosyalist liderlerin burjuva yapılar tarafından sindirilme olasılığı yüksek. Bu eleştirileri 2020 Black Lives Matter (Siyahların Yaşamları Değerlidir) protestoları süresinde sosyalistlerin "anı yakalayamama" özeleştirisi kapsamında değerlendirmek mümkün. Birçok DSA birimi protestolara katılmış ve önemli organizatif roller edinmiş olsa da DSA’nın emek stratejisinin, hatta ve hatta militan sayılabilecek sendikaların, olayların gelişimi karşısında etkisiz kaldığı söylenebilir. Eğer RFS ile sola çekilen sendikalar toplumsal kriz anlarında fabrikaları, tarlaları, okulları, tedarik zincirlerini ve depoları emeğin malı ilan edemeyecekse, eğer iş yeri işgalleri ile sınıf mücadelesini sınıf savaşına çeviremeyecekse bu çabalar ya boşa gider ya da Demokrat Parti aparatı tarafından gasbedilir. Bu bağlamda örnek olarak verilen militan Arjantin sendikaları ve İtalyan Komünist Partisi’nin örgütlediği 1920 Torino fabrika işgalleri bu anlayışı güçlendiriyor.
Öğrenci sendikaları mücadelesi özelinde bu tartışma şudur: Sosyalistlerin el ele verip kurduğu sendikalar ve örgütler, kampüs protestoları, grevleri ve eylemleri eğitim-öğretimi durdurma raddesine geldiğinde, devamlı çalışan emekçiler ile beraber okulun kafeteryalarını, kütüphanelerini, tesislerini ve ofislerini emeğin malı ilan edebilecek, böylece mücadeleyi bir üst raddeye taşıyacak ve daha büyük mücadelelerin önünü açabilecek mi? Yoksa yeni sendikalar büyük sendika federasyonlarına entegre olup kendi yapılarını ad infinitum yeniden üretme tuzağına mı düşecek? Amazon bağlamında da aynı soru mevcut: Komünistlerin ve radikallerin amansız mücadeleleri ile kurulan ALU, sendika faaliyetlerini büyütme yolunda nasıl bir yol izleyecek, ve "ıslah edilmiş" büyük sendikalara ve onların engin kaynaklarına duyulan ihtiyaç nasıl idare edilecek? Sendikalar hukuku çerçevesi dışında örgütlenme mümkün mü ve sendikal örgütlenmesi zor olan iş kolları için bu tür alternatifler izlenmeli mi?
Bu sorular Türkiye’de geçerliliği olan sorular. Türkiye’de sendika yoğunluğu ABD’deki sendika yoğunluğuna aşağı yukarı eşit. Yemek Sepeti işçileri, Migros mücadeleleri ve pandemi dönemi Kafe-Bar ve Kent Emekçileri Dayanışmaları gibi örnekler son senelerdeki bağımsız, militan örgütlenme potansiyelinin altını çiziyor. Yeni ve cesur sosyalist teorilere ve stratejilere ihtiyaç olduğu açık. Türkiye İşçi Partisi’nin son zamanlarda sunduğu iş hukuku yasa tasarısının paralellerini ABD’de görmek mümkün. Emek mücadelelerini ve sosyalist mücadeleyi birleştirmek sosyalistlerin bir numaralı görevi ve başarılarının bir numaralı koşulu.
En zor hava şartlarında upuzun mesailer çalışan, sömürülmeyen ne kazancı kaldıysa onu enflasyonda kaybeden kuryelerine "nankör" diyen Nevzat Aydın, kendini Jeff Bezos’a benzetmişti. O zaman ona, ve onu izleyen bütün aç patronlara bir çift sözümüz var: "Nevzat Aydın’a Trabzonspor şampiyonluğunu bu kadar yakından takip ettiği için teşekkür ediyoruz. Çünkü o ekran başında aşağı yukarı zıplarken biz patronsuz, sınıfsız, Nevzat Aydınsız bir dünyanın tohumlarını ekiyorduk."