Ahmet Cemal’le Gezi, aydınlar ve kültürel ortam üzerine

Ahmet Cemal’le Gezi, aydınlar ve kültürel ortam üzerine

Edebiyatçı, çevirmen, yazar ve İleri Haber köşe yazarı Ahmet Cemal’le yaptığımız bu röportajda, Türkiye’nin aydınlanma serüveni içerisinde Gezi Direnişi’nin yerini, direnişin kültürel ortama etkisini ve Türkiye aydınını konuştuk.

Gezi Direnişi'ni Türkiye'nin aydınlanma serüveni içerisinde özgün kılan şey nedir?

Sorudaki ‘aydınlanma serüveni’ söylemini, 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal tarafından başlatılan Anadolu İhtilâli’nden Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına kadar uzanan zaman parçasını içeren bir söylem sayıyorum. Başka deyişle, bu topraklardaki modernleşme hareketlerini örneğin Tanzimat’a kadar geri götürenlerden değilim. Çünkü Tanzimat, bu topraklarının insanının zamanına göre artık doğal sayılması gereken ihtiyaçlarından veya özünden kaynaklanma bir modernleşme olmayıp, tümüyle Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde yaşayan azınlıkların haklarını güvence altına almak isteyen dış güçlerin bastırmasıyla oluşan bir girişimdi. Bu girişimi Büyük Fransız Devrimi’ni benimsemiş olan kimi iyi niyetli Tanzimat aydınlarının da desteklemiş olmaları, Tanzimat’a gerçek bir modernleşme hareketi kimliğini kazandırmak için yeterli değildir. Tanzimat Fermanı’nın hemen başında yer alan “…Osmanlı İmparatorluğunun son iki yüz yılda karşılaştığı bütün sıkıntıların nedeni şeriat hükümlerine uyulmamasıdır” mealindeki söylem, artık çöküş sürecine girmiş olan imparatorluğu yönetenlerin modernleşmenin temel taşlarından olan laiklikten ne kadar uzak olduklarının en güçlü kanıtıdır.

“GEZİ, 1919 RUHUNUN CANLI OLDUĞUNUN KANITIYDI”

İşte ancak bu durum göz önünde tutulduğunda, Gezi Direnişi’nin Türkiye'nin aydınlanma serüveni içerisindeki özgün yeri doğru olarak saptanabilir. Gezi Direnişi, 1919’da başlayan Anadolu İhtilâli’nin en geç Köy Enstitüleri’nin 1953’de kapatılması ile yarım bırakılışının veya kesintiye uğratılışının ardından, 1919 ruhunun hâlâ ne denli canlı olduğunun en güçlü kanıtıdır. 1919’la karşılaştırıldığında en özgün yanı ise, bütünüyle bir Halk Hareketi olmasıdır.

Direnişin ardından 3 yıl geride kaldı. Bugün geldiğimiz noktanın yarattığı karamsarlık, Gezi'ye bakışımızı değiştirmeli mi? Acaba bu harekete olduğundan fazla mı anlam yükledik?

Gezi Direnişi çerçevesindeki eylemlerin son bulmasının ardından bu soru çeşitli çevrelerce soruldu. “Acaba anlamını abarttık mı?” diyenler oldu. Bu soru ile karşılaşmak, kuramsal-toplumsal temeli hazır olmayan tüm halk hareketleri için neredeyse kaçınılmaz bir yazgıdır. Bizimkisi gibi, yedi yüz yıla yaklaşan tarihi boyunca inanç toplumu evresinden düşünce toplumu evresine geçememiş toplumlar için ise çok doğaldır.

“GEZİ’NİN KAVRANMASI, ANCAK ‘EĞİTİM SAVAŞIMI’NIN KAZANILMASIYLA MÜMKÜN OLABİLİRDİ”

1923’te kurulan Cumhuriyet’i oluşturan halk, çok büyük kesimi okuma-yazma bilmeyen, düşünme eylemine ve ancak üzerinde düşünülen bir hayatın yaşanmaya değer bir hayat olabileceği gerçeğine tümüyle yabancı bir toplumdu. Böyle bir toplumun Gezi Hareketi gibi bir halk hareketini yerli yerine oturtabilmesi, ancak Cumhuriyet’in doksan yılının akışı boyunca kurumlaşmış, başka deyişle Aydınlanma ve Çağdaş Uygarlık Düzeyini yakalama hedeflerine sistemli bir biçimde yönelebilmiş bir eğitim savaşımının kazanılmasıyla mümkün olabilirdi. Ancak bilindiği gibi böyle bir savaşımın ömrü ülkemizde sadece Köy Enstitüleri’nin ilk 6-7 yılı boyunca sürebildi.

Bugün varılan noktadaki karamsarlık, Gezi Direnişi’nin yetersizliğinden ya da başarısızlıktan değil, fakat hâlâ ve hemen bütün kesimleri ile düşünme özürlü bir toplumun doğasından kaynaklanma bir ruh halidir.

“KURULAN KİTAPLIKLAR, BİLGİ BOŞLUĞUNA ATIFTI”

Gezi Direnişi’nin bir sonraki toplumsal mücadele evresine devrettiği şey nedir? Eksik kalan, bundan sonra doldurulması gereken boşluk nedir?

Gezi Direnişi’nin bir yanı, daha doğrusu bu direniş çerçevesinde yaşanan bir olgu üzerinde bugüne kadar kanımca çok az duruldu. Gezi Direnişçileri direnişin mekânı olan bütün parklarda kitaplıklar kurdular, aralarında karşılıklı kitap alışverişleri gerçekleştirdiler ve kitap okuma eylemlerinde bulundular. Oysa gençlerin elinden çıkan bu eylemler, aslında bugüne kadar yeterince değerlendirilmemiş bir boşluk ve eksikliğe, yani bilgi boşluğuna ve eksikliğine yapılmış çok güçlü bir atıftı.

Kültürel ortamı alt üst etmesi gereken bir direniş yaşadık neredeyse bir ay boyunca... Tarihte çok daha küçük ölçekli hareketlerin, beraberinde yeni kültürel-sanatsal dalgalar getirdiğini biliyoruz. Buna benzer bir dalganın Gezi'yle şimdilik anılamamasını neye bağlıyorsunuz? Yoksa erken bir değerlendirme mi yapıyoruz, biraz daha beklemeli miyiz?

Gezi Direnişi biraz önce sözünü ettiğim anlamda, yani tarihsel-toplumsal bağlamda yerine tam oturtulmadığı sürece sözünü ettiğiniz dalgaları beklememiz akılcı olmaz. Yani, bunlar için vaktin daha epey erken olduğunu düşünüyorum…

“BIRAKIN AYDINI, DOĞRU DÜRÜST OKUR BİLE ÇIKMIYOR”

Türkiye aydınının Gezi'yi anlayabildiğini düşünüyor musunuz?

Burada yıllardır söylediğimi tekrarlamaktan başka yapabileceğim bir şey ne yazık ki yok. Türkiye’de iki öbek aydın var: ‘Meslekten Aydınlar’ ve  ‘Gerçek Aydınlar’. Büyük çoğunluk, birinci öbekte. Bunlar, belli uğraş alanlarında çalıştıkları için zaten aydın sayılanlar – ve kendilerini zaten böyle sayanlar. Bunlardan bırakın aydını, doğru dürüst ‘okur’ bile çıkmıyor. Gerçek aydınlar öbeği ise bir, iki yüz kişiyi geçmez – şaka etmiyorum! Bunların Gezi’yi anlamaları da azlıkları yüzünden bir fark yaratmıyor!

Gezi'nin çocukları ne istiyorlardı diye sorulduğunda akla ilk gelen kavram 'özgürlük' oluyor. Ancak bu isteğin/talebin ete kemiğe kavuşabilmesi için gerçek bir aydın dokunuşu gerekiyor. Türkiye aydını özgürlük kavramının hakkını verebilecek bir olgunlukta mı sizce? Özgürlükle başıboşluk/sorumsuzluk arasında yalpalayan bir aydın tipinden mi bahsediyoruz yoksa?

Gezi’nin Çocukları’nın özgürlük taleplerini çok bilinçli temellere dayandırdıklarından eminim. Çünkü onların başlıca talepleri – özetlemek gerekirse – “Bana, hayat tarzıma, kişisel seçimlerime ve fikirlerimi savunma hakkıma dokunma!” şeklindeydi. Özgürlük ile başıboşluk arasında yeterince ayrım yapabilecek olanlar da zaten onlardı. Bir aydın dokunuşunun gerekli olup olmadığına gelince, izin verirseniz bu soruya rahmetli Attilâ İlhan’dan bir alıntı yaparak karşılık vereceğim: Hangi Aydınlar’ın dokunmasından söz ediyoruz? Çünkü bence bazılarının özgürlüğe hiç dokunmamaları daha iyi olur!

DAHA FAZLA