AKM'yi yaşatanlar anlatıyor: Yücel Erten ile sanat ve AKM üzerine
Türkiye’nin kalbi Taksim’de bulunan Atatürk Kültür Merkezi yaklaşık dokuz yıldır kullanılamıyor, onarım bahanesiyle kapatıldı, bugün ise yıkılması konuşuluyor. Konu ile ilgili tartışmalar sürerken mimar Esra Sert'in, usta yönetmen, oyuncu, sanat yönetmeni ve yazar olan Yücel Erten ile AKM üzerine gerçekleştirdiği röportajı okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.
ESRA SERT: İlk açılışından kullandığımız haline gelişi 23 yıl almış, kullanılmaya başlanmasından hemen bir yıl sonra ciddi bir yangın geçirerek 8 yıl rehabilite edilmeyi beklemiştir AKM. Ve 2008 yılından beri yine kullanımına ara verilmiş, çok sayıda oyun, opera, çocuk sineması ve baleye de ev sahipliği yapmış olan AKM; bugün yıkılarak “dev” bir opera içerecek şekilde yeniden yapılmak isteniyor. Ülkemizin kültür sanat tarihiyle de ilişkilendirerek bu konuda bize neler söylemek istersiniz?
YÜCEL ERTEN: Tabii çok üzüntü veren bir geçmiş. Gerçi o geçmişin içinde çok parlak dönemler de vardır; oranın cıvıl cıvıl harıl harıl çalıştığı, halkın sanat ihtiyacına ciddi bir şekilde cevap verebildiği zamanlar da olmuştur. Ama bütününe bakınca, hazin bir hikâye. İşte, yapılışının o kadar uzun sürmesi, açılışında Kültür Sarayı demişlerdi, sonra geçirdiği yangın… Bütün bunlar bir şekilde alaturkalıkla, doğululukla ilgili şeyler gibi görünüyor bana. Düşün ki yangın sırasında iki tane genel müdür var orada; paylaşamıyorlar, sen mi genel müdür ben mi genel müdür diye; ama o yangın perdesini indirecek düğmeye basacak eleman yok. Yani biraz kentleşmeyle, alaturkalıkla, bizim tarihimizle paralel.
ESRA SERT: Dediğiniz gibi AKM’nin ilk ismi Kültür Sarayı, Muhsin Ertuğrul kızıyor, hatta bir yazı yazıyor. Sarayları yıktık biz, padişahlık bitti, ne sarayı diye… O günleri hatırlıyor musunuz, yandığında ne tepki verdi insanlar, sanat çevresi, oyuncular, nasıl bir ortam vardı?
YÜCEL ERTEN: Evet, çok güzel bir yazısı vardır. Yangın sırasında ben Almanya’daydım, devlet tiyatrolarında stajımı yapıp sonra bursla Almanya’ya gitmiştim, reji ihtisası yapmak için. Orada bir sabah bir büfede, Hayat Dergisi idi sanıyorum, onun kapağını gördüm, elim ayağım kesildi, hemen bir tane aldım okumaya bilgilenmeye çalıştım.
27 Kasım 1970, Yangın.
Kaynak: Küratörlüğünü Pelin Derviş ve Gükhan Karakuş’un yaptığı CREDİTS isimli sergiden fotoğraflar
ESRA SERT: Bir çaba oluşmuş muydu sanatçılardan, belki halktan, sivil inisiyatiflerden ve o günkü reflekslerle bugünü karşılaştırırsak değişenler neler?
YÜCEL ERTEN: Onu bilemiyorum, bir şey söylesem haksızlık olur. Uzaktaydım, yakın bir takibim olamadı. Ama yanmazdan önceki şeklini görmüştüm, orada temsil izlemiştim, devlet tiyatrolarında stajyerdim ve hayran kalmıştım. Onarımdan sonra estetik ve fonetik performans bakımından birtakım arızalar çıktığını söylememiz lazım. Yani şöyle, ben orada yanılmıyorsam iki oyun sahneledim. Birisi İstanbul Devlet Tiyatroları’nın ilk Brecht sahneleyişidir, Üç Kuruşluk Opera, yıl sanıyorum 89’du. Epey zamandır kullanımdaydı ama asansörlerinin kullanılmadığını gördüm. Oradaki teknik olanakların kullanılmasının oyun için doğru olacağını düşündüğümden konuyu biraz zorladım. O zamanki İstanbul Devlet Tiyatrosu müdürü Zafer Ergin, dayanışma gösterdi. Asansörleri imal eden şirketle görüşmeye gidildi, hepsi onarıma alındı. Şimdi orada sahnede 3 ayrı asansör dilimi vardır, önden arkaya. İki tam yan sahnesi, tam bir arka sahnesi vardır. Ana sahnenin üzerinde 3 dilim asansör vardır. O asansörler aşağıya iner, depodan dekor yüklenebilir, direkt sahneye çıkabilir veya ara yerde durabilir. Ayrıca tabii, karınca derdik biz ona, bir minik araçla yürütülen raylı sağa ve sola gidebilen yatayda hareket eden yükseltiler vardı. Şöyle düşünün; orkestra çukuru, arada portal boşluğu sonra üç dilim asansör. Bir gün işler nasıl gidiyor diye bakmaya gitmiştik, birdenbire orada çalışırlarken aradaki portal diliminin de yukarıya doğru hareket ettiğini gördük. Üstündeki işçiler bir telaşlandı bağrıştılar falan tekrar düğmeye basıldı durduruldu; o güne kadar farkına varılmamış ki, o dilim de bir asansördü! Şimdi tamam oyunun hakkını vermek için onlardan sonuna kadar yararlandık, iyi oldu kötü oldu ayrı konudur ama yine de Türkiye çapında baktığımız zaman ihtiyaçlara cevap verebilen bir mekandı. Gelgelelim onarımdan sonra akustik sorunlar doğmuştu; sözgelimi operacı dostlarımızdan edindiğimiz deneyimle bazı sahneleri 40-50 santim yükselterek oynardık, akustiğe iyi cevap verebilsin diye. Biraz sahnenin bu tarafında dursan salonun bu tarafı iyi işitirdi, öbür tarafında dursan öbür tarafı iyi işitirdi. Ama bütün bunlar onarımdan sonra arıza diye nitelendirdiğim şeyler, yoksa genelde bakınca AKM bir kaşıkçı elması gibidir. 1300 kişilik salonu, 200 kişilik oda tiyatrosu, 120 kişilik Aziz Nesin Sahnesi, -depolardan dönüştürerek ben genel müdürlüğüm sırasında sahneye çevirdim orayı-, 500 kişilik konser salonu ve şimdi hatırlamıyorum 100-150 kişilik bir sinema salonu vardı. Şimdi İstanbul’un göbeğinde, toplamda yanılmıyorsam 2230 koltuğa sahip bir yer. İstanbul’un tam orta yerinde, göbeğinde, Taksim’de...
AKM Ana Sahne: Hareket Eden Platformlar (Fotoğraf Reha Günay)
Kaynak: Küratörlüğünü Pelin Derviş ve Gükhan Karakuş’un yaptığı CREDİTS isimli sergiden fotoğraflar
ESRA SERT: AKM neden önemli? Bir kentin merkezindeki kültür merkezi yapısı ve orada oynanan oyunlar, o mekandaki kültür sanat aktiviteleriyle, mahallesindeki oyunlar ve sanatsal programda ne gibi farklılıklar vardır, neden? Bunu kapatalım şu mahallede açalım diyebilir miyiz?
YÜCEL ERTEN: Hayır, aynı şey değil, aynı şey olmaz. Kentin çeşitli semtlerinde semtin niteliğine, seyirci ortalamasına, öğrenci yoğunluğuna, işçi yoğunluğa bağlı olarak çeşitli yerlerde sanat yapılabilir. Bu da çok başarılı ya da başarısız olabilir, önünde hiçbir engel yoktur. Ama kentin merkezindeki yapı o kentin ve ülkenin bir bakıma simgesidir. Yani sanat alanında bayrağı gibi bir şeydir. Yine içini iyi doldurursunuz dolduramazsınız, iyi sanat yaparsınız yapamazsınız, bu ayrı konu; ama sonuçta o göndere çekilmiş bayrak gibidir. Şimdi bayrak indirilmiş gibi oldu. Kentin merkezini bu tür sanat alanlarından ve yapılarından yoksun kılmak; yani AKM’yle bitmiyor, elden gitmiş Taksim Sahnesi var, Emek Sineması var, Karaca Tiyatro var, Beyoğlu Sineması var. Teker teker avucumuzdan kaçıyor bunlar. Avucumuzdan mı kaçıyor yoksa çalınıyor mu onu da çok iyi bilemiyorum. Şunu diyeceğim, yani, başa dönecek olursak bu biraz dünyaya bakış ve insana yatırım anlayışıyla ilgili bir şey. Aristoteles 2000 küsur yıl önce söylemiş, sanat en etkili arınma aracıdır, yöntemidir diye… İki bin küsur yıldır pek çok düşünür ve sanatçı bunu tekrar tekrar söylemiş, vurgulamışlar ama; sanki ülkemizde artık sanat bir arınma yöntemi değil de sanki ayıp günah ve yasak bir şeymiş gibi algılanmaya başladı. Giderek artan giderek yoğunlaşan bir şekilde.
ESRA SERT Muhafazakar ideolojiyle mi ilgili?
YÜCEL ERTEN: Yani sadece bir muhafazakarlık meselesi değil. Biraz ufuk meselesi, biraz dünya meselesi… Biz ne yapıyoruz, nereye gidiyoruz? Dört tekerlekli teneke kutulara biniyoruz bir yerden bir yere gideceğiz diye, gidemiyoruz da aslında trafikten. Onlar statü sembolü gibi duruyorlar ama aslında dört tekerlekli teneke kutular. Şimdi biz artık parksız mahallelerde, komşusuz evlerde oturuyoruz. Biz kıyıdan yol geçirerek insanların denizle bağlantısını kesiyoruz. Biz işte tarihimizi, coğrafyamızı, tabiatımızı her şeyimizi beton asfalt cam yığınlarının altına gömüyoruz. Yani buradaki bu algısızlık, kentlileşememiş bir dünyanın iktidara egemen olması, kentlilikten uzak yaşama biçiminin dayatılması, bütün bunlar hepsi bir arada görülmek zorunda. Son on beş yılda bu büsbütün arttı, yani öncesinde de belki ihmal ediliyordu. Süleyman Demirel cumhurbaşkanıyken devlet tiyatrolarında bir oyunumuza geldi, işte İsmet Paşa’nın oturduğu orta locada oturdu, yanında kültür bakanı Fikri Sağlar, eşleriyle birlikte, ben de genel müdür olarak ağırlamaya çalışıyorum. Devlet tiyatrolarının altyapı ihtiyacına dair bir iki söz söylemeye kalkınca, çok zeki bir adamdı tabii hemen kavradı, “Bu konuları çok ihmal etmişiz” dedi. Hani “Bundan sonra ihmal etmeyeceğiz” demek istercesine. Şimdi tamam, geçmişte ihmal edilmiştir falan ama son 15 yılda artık geldiği noktada o alanlara savaş açılmış gibi. İnsana yatırım yapmak öteki dünyaya yatırım yapmak gibi anlaşılıyor. İnsana, bu dünyadaki ortak yaşamımız için insana yatırım yapmaya ihtiyacımız var. Sanat kurumları ve sanat üretilen yapılar da, bu yatırımın enstrümanlarıdır.
ESRA SERT: Şehircilikte şöyle bir karşılığı var aslında bunun, bugün kişi başına düşen yeşil alan, dini tesis, sağlık yapısı ya da kültür sanat işlevleri metrekareleri kıyaslandığında İstanbul’da birinci olarak olarak dini tesisler çıkıyor karşımıza ve ihtiyacın ötesinde gerçekten. Bu bahsettiğinizle paralellik kurdum: Gerçekten kentsel mekan aracılığıyla topluma dair neyin hedeflendiği, nasıl insanlar olarak nerede yaşadığımız önemli. Tam bu noktada bir şey sormak istiyorum size, AKM ile birlikte kültür sanat alanında elitizm tartışmaları gündeme geldi. Yani aslında şöyle; kültür sanat alanı belli bir kesimin elinde ve biz o belli kesimin elinden alınca AKM’yi yıkıp yerine yapacağımız “devasa” opera binası ya da kültür merkeziyle ya da bugün olduğu gibi Avm’lere sıkışmış kültür sanat mekanlarıyla bu belli kesimin boyunduruğundan çıkaracağız gibi bir algoritma kuruluyor aslında. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?
YÜCEL ERTEN: Şimdi tabii işin bu tarafı ufuksuzluğu, dünyasızlığı falan aşıyor cehalete giriyor. Yani hani yaygın sözdür “Cehalet çok güzel, her şeyi biliyorsun”. Şu, kendi zevkine uygun her türlü amatörlüğü sanat sanmak ve aslında sanatla zanaat arasında bir ayrım yapamamanın, moda olanın, kitsch olanın, taşıma suyla değirmen döndürmenin peşinden koşmanın ve “Biz de gençliğimizde ortaokulda lisede temsillerde görev yaptık” demenin, “Bizim çocuklarımız yeteneklidir” diye kof bir kabarmanın günlerindeyiz. Zaten bunu yaptıkları kongre merkezlerinde kültür merkezlerinde de görüyoruz. Sanatın çok kolay yapılabilir bir şey olduğunu sanıyorlar. “Bak bizim yandaşlarımız da yapıverdiler, gayet güzel yapıyorlar işte” şeklinde beylik kahvehane sohbetine, esnaf anlayışına dayalı bir şey yürüyor burada. Oysa sanat bir yanıyla elittir, seçmedir, seçkindir, seçilebilendir.
ESRA SERT: Bu sanatın halk için yapılmadığı anlamına gelmez ya da büyük binalar yapınca her şeyi koca koca yapınca halka ulaştırmış olmuyorsunuz. Tam tersine benim öngörüm temsillerin konserlerin daha pahalı olacağı yönünde. Oraya çok fazla masraf yapınca yurtdışındaki yabancı mimarlara yaptırıldığı için mekana devletin bütçesinden çok masraf yapılmış olduğu için muhtemelen Zorlu Holding binasında olduğu gibi çok pahalı olacak. Bugün biliyorsunuz İstanbul’un kültür sanat alanında dünya ile eğer bir bağlantı kurmak istiyorsanız özellikle, dışardan gelen bütün sanatçılar Zorlu’da performans sergiliyorlar konserlerini veriyorlar ve pek çok yurttaş oraya gitmek zorunda kalıyor veya gidemiyor. Tam tersi bir algı çarpıtması olduğunu düşünüyorum.
YÜCEL ERTEN: Evet bu bir bakıma TÜSAK’ın, hani devletin sanat kurumlarını yok etmeyi ortadan kaldırmayı amaçlayan TÜSAK’ın bir çeşit ön uygulaması gibi. Yani “Konuyu taşerona havale edip tamam en güzelini getirelim, Paris’ten getirelim, zararı yok bizim korocular operaya katılabilirler oradan biraz masrafları düşürürüz; işte bilet fiyatımız da budur”… Şimdi bu anlayışın karşısında bir şeyi söylemek lazım: Bu elitizm konusuyla devlet sanat kurumlarını eleştirerek yıkımına, yok olmasına katkıda bulunmak, bence bir çeşit intihar. Bakın bir örnek var: Erzurum Devlet Tiyatrosu Erzurum’un ilçelerine, on yedi ilçeye bir çocuk oyunuyla turne yapmış. Aşkale’den Horasan’a, Pasinler’e on yedi ilçe. Çocuk oyunu da “Bremen Mızıkacıları”. Şimdi burada on bin çocuk bu oyunu seyretmiş. Bir istatistik var, istatistiği de Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü yapmamış, valiliğin görevlendirdiği personel yapmış. Bu on bin çocuğun %92’si hayatında ilk defa oyun seyretmiş. Geriye kalan %8 de hayatında ilk defa bir oyunu bir önceki devlet tiyatrosu turnesinde izlemiş. Şimdi konuyu taşerona, özel sektörün vazgeçilmezi olan kar haddine, efendim oradan gelecek olan gelire bağladığınız zaman Erzurum’un 17 ilçesindeki çocuklara tiyatroyu kim yapacak? Zorlu mu yapacak? Bunun cevabını verebilen çıkmadı henüz.
ESRA SERT: Aynen öyle.
YÜCEL ERTEN: Söylemi biliyorsunuz: “Bunlar boğazda otururlar, önlerinde viskileri, tek kaşlarını kaldırıp ahkam keserler” diye bir söylem. Bu söylemle devletin halkına, insanına yatırım yapmasının önüne geçmeye kalkmak; burada bir manivela olarak elitist sanat kavramını ortaya getirmek; bence haklı bir şey değil. Binalar konusunda Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne bakalım. Renove edildi ve iyi yapılmadı. Şimdi övünüyorlar ama iyi yapılmadı. Birincisi bir kongre bileşkesinin içinde; önemli bir kongre olduğu zaman tiyatronun yöneticileri bile tiyatroya giremiyorlar. İki, salonun en kıymetli kısmı orta alan “Eh eski halini biraz hatırlatsın” diye yok edilmiş, salonun en kıymetli kısmı merdivenlere heba edilmiş. Seyirci sayısına uygun fuaye yok. Sanatçı girişinde doğrudan kulislere doğru kışın ayazında üfüren bir kapı var, onun için bir ısı perdesi koymak mecburiyeti doğuyor. Sahneye dekor çıksın diye bir asansör yapılmış ama, sıfırda ve sahne düzleminde seviye tutmuyor; altına takoz konarak yükleniyor. Işık köprüleri asla kullanıma uygun değil. Şimdi saydığım bunca şeyden sonra “Biz daha iyisini yaptık” demenin bir anlamı yok. Orası iyi yapılmadı, orası daha kötü bir hale getirildi. Bazı bakımlardan iyileştirilmiş olabilir ama, bazı bakımlardan da daha kötü bir hale geldi. Diyeceğim şu: Kongre merkezi ya da kültür merkezi kafasıyla yapılan o zalim binaların doğrudan sanatla bir ilgisi yok. Sanatın işlevine uygunluğu tartışılır. Bu bağlamda AKM’nin tarihsel bakımdan, sosyolojik bakımdan, sanatsal bakımdan son derece önemli bir yeri vardır.
ESRA SERT: AKM’nin kapatılmasının ardından şu an pek sanatçı Süreyya Opera Binası’na mecbur kalmış. Kent merkezinde sayılır ama. ölçeği küçük sonuçta…
YÜCEL ERTEN: Şöyle: AKM ile kıyas kabul etmez fiziki imkanları. Ben Süreyya Operası’nda opera sahneledim önü ardı sağı solu sobe, saklanmayan ebe. Operada yerine göre, görkemli dekorlar, dekorların süratli değişimi ve büyük kalabalıkların gereğini duyarsınız. Süreyya Tiyatrosu vaktiyle tiyatro, müzikaller, operetler yapılsın diye düşünülmüş. Türk operasının, İstanbul operasının ihtiyacını karşılayabilecek bir yer değil. Bu fiziki yoksulluğu, yoksunluğu yönetmen olarak ben bizzat gördüm, yaşadım.
AKM Arka Sahneden Büyük Salona Bakış, 1979 (Fotoğraf Reha Günay)
Kaynak: Küratörlüğünü Pelin Derviş ve Gükhan Karakuş’un yaptığı CREDİTS isimli sergiden fotoğraflar
ESRA SERT: 8 yıldır buna mecbur kalmış gibi görünüyoruz. Peki AKM’nin planlarını incelediğimizde, mekânsal olarak sahne ve izleyici kadar arka planda hazırlanan sanat eseri, ortaya çıkaran sanatçılar ve ekip için muazzam bir arka plan kurgusu olduğunu görmüştüm. Orada en dikkatimi çeken, mimarlık fakültesinde hep kültür merkezi yaptırırlar proje olarak, her yer kültür merkeziymiş gibi ve sanki hiçbirinin arka planı o kadar önemli değildir, sanki, temsilin olduğu kısım, seyircinin oturduğu kısım en önemlidir. Hatta fakültede bir kültür merkezi çözmeye çalışırken AKM’ den çok yararlanmıştım. Siz de böyle düşünür müsünüz, bana bir mimar olarak öyle bir his vermişti, sanatçıya değer veriliyordu, sanatçı orada dinlenecek, kendini yeniden üretecek, orada kolay hazırlanacak ve seyircinin-dinleyicinin karşına çıkacak. Ve bütün bunları en az yorularak en rahat şekilde aslında yapması hedeflenmişti. Sizce de böyle mi? Dünyadaki diğer örnekleriyle kıyaslayınca ne dersiniz, AKM’nin çağdaş bir örnek olduğunu söyleyebilir miyiz?
YÜCEL ERTEN: Bir kere öncü olarak bütün o istekleri yerine getirmiş bir binadır. İlk olmak itibariyle bazı eksikleri olmuş olabilir, çok da doğaldır ama, düşünün şimdi: Operada sahnede 20 tane solistin var, operasına göre 80 kişilik koron var, operasına göre 60 kişilik orkestran var, operasına göre 100 de figüranın var. Nereye vardık? Bu insanların soyunup giyinip makyajını yapıp, ihtiyaçlarını giderip duşunu alabileceği, ara verildiği zaman yahut oyundan önce çayını kahvesini içebileceği, kuyrukta beklemeyeceği, hiçbir şey için kuyrukta beklemeyeceği bir organizasyondu orası. Bir ilk olarak fevkalade iyi düşünülmüş ama ilk olmanın doğal bazı eksikliklerini de taşımış olabilir. Yani bu eksiklik meselesini o kadar çok inanarak söylemiyorum doğrusu, keşke AKM’den üç tane olsaymış. Sanatsal düzey ve içerik açısından hantallaşma, uyuşukluk, seyirciyle kucaklaşamama, elitleşme ve benzeri sorunlar, bütün sanat kurumlarının, her zaman gündemindedir. Ama bu sorunların varlığı, insana yatırımın en etkili aracı olan sanat kurumlarının ve yapılarının iğdiş edilmesini gerektirmez. Uygar bir ülkede o iş öyle olmaz.
AKM Ana Giriş Holü 1969, Mimari Tasarım: Hayati Tabanlıoğlu
Kaynak: Küratörlüğünü Pelin Derviş ve Gükhan Karakuş’un yaptığı CREDİTS isimli sergiden fotoğraflar
ESRA SERT: Peki sizce AKM çirkin mi? Bir röportajınızda tiyatro sanatçısı sözü olan kişidir, çünkü bir grup insanın içerisinde iskemleyi alıp üstüne çıkıp bir şeyler söylediğinde bu insan deli değil de sanatçıdır dedirten şeyin estetik kategoriler içerisinde topluma bir şey söyleme iddiasıdır demiştiniz. AKM’nin estetik kategorisine karar verme ehliyeti kimdedir? Bir kişi çirkindir deyince çirkin olur mu, tarihsel bakmak gerekmez mi?
YÜCEL ERTEN: AKM’nin tarihsel değeri bir yana, bu tutumun, bir sanat eserine ucubedir denmesinden farkı yoktur. Bu bir zihniyet meselesi, bazen “cehalet” her şeyi herkesten daha çok biliyor. Yapanlar yaratanlar bin yaşasınlar, ışıklar içinde yatsınlar, bu ülkeye böyle bir mücevher armağan etmişler. Ben AKM’nin kıymetini anlatmak için zaman zaman, bir hesap yapıyorum. Orada toplam 2230 koltuk var. Haftada 6 gün temsil yapılır ama bir gün matine suare olduğu için yine haftada 7 temsile gelir o. Sezon 8 aydır, 8 ayda yine 2200 küsur temsil vardır. Önümüzdeki sezon orada yaprak kıpırdayacağını düşünüyor musunuz? Hayır, kıpırdamayacak. Demek ki 10 sezon boyunca orası kapalı kaldı. Şimdi o koltuk sayısını oradaki temsil sayısıyla çarptığımız zaman 5 milyonu aşan bir rakama ulaşıyoruz. 5 milyonu aşan rakam soyut gelebilir, hemen İzmir’in il nüfusuna denk düştüğünü belirtiverelim.. Bu ne demek? Bu ülkede, İstanbul’un orta göbeğinde, merkezinde, devlet kurumları aracılığıyla halka sanat sunulan bir yerde, insanlar 5 milyon küsur defa opera, tiyatro, bale, konser, sergi izleme imkanından mahrum edilmiştir. 5 milyon küsur koltuk hizmetten çekilmiştir. Bu köreltmedir, bu yok etmedir, bu yıkımcılıktır, bu kıyımcılıktır.
ESRA SERT: AKM aslına uygun olarak bakım ve onarıma alınabilirdi deniliyor, fakat buna yaklaşılmıyor. Neden sürekli yıkıp- yapma halindeyiz? Neden korumak ile ilgili ciddi bariyerlerle karşı karşıyayız?
YÜCEL ERTEN: Yine o genel anlayıştan.
ESRA SERT: Ekonomi politikle de ilgisi yok mu?
YÜCEL ERTEN: Yani Türkiye ekonomisi inşaat sektörüyle ayakta duruyor uzun zamandır, onunla da ilgisi vardır ama; işte uygarlığı beton, otomobil, asfalt vs sanmakla da bir ilgisi var. Şimdi bakalım güzelim Kabataş’ın vapur iskelesine, Martı projesi diye, devasa bir şey konduruyorlar oraya; Allah vere de martının önüne simit de koysalar! Galataport aynı şekilde. Dolmabahçe’de oturun, Topkapı Sarayı’nı o Kabataş iskelesi yüzünden göremeyeceksiniz. Yani adam, ‘kabaramazsınkelfatma’ duygusuyla oraya martı şeklinde bir iskele binası koyarken, boğazın profilini de Topkapı Sarayını da örselemekte bir sakınca görmüyor. Bir de bununla övünüyor. Oldu olacak binayı kabarmış hindi şeklinde yap! Şemsipaşa Camii’ni çatlattılar denize kazık çakmak için dolgu yapmak için. Aman ekonomi durmasın yürüsün tökezlemeyelim. Aman pompalayalım aman çimento aman asfalt aman beton aman kazık aman binalar. Ve bunun altına ülkemizi gömüyoruz. Tarihi, coğrafyayı, tabiatı gömüyoruz.
ESRA SERT: Peki bundan sonra bir şey yapılabileceğini düşünüyor musunuz? Şu aşamada mesela AKM özelinde ne yapılabilir?
YÜCEL ERTEN: Yok, bu yıkımcı politikanın, toplumun hayatına sanat yerine başka şeyleri koyma iştahının, daha bir süre ona izin vereceğini sanmıyorum. Zaten aydın ve sanatçı kesimi de daha ağır ve büyük sorunlarla o kadar çok yoruldu yıpratıldı ki neredeyse mecali kalmadı öyle bir şeye; mecali olsa da kısa sürede bir cevap bulur mu, bir çözüm bulur mu bilmiyorum.
ESRA SERT: Çok fazla oyuncu kendi tiyatrosunu açıyor. Onun dışında Gezi’den bir miras sokakta olmak. Forumlarda parklarda bir şeyler yapmak alternatif yan yana gelişler... Sen bir yapıyı yıkıp onu daha büyük daha pahalı yabancı iştirakli vs hale getirip onu halka daha pahalıdan satıp yabancı belki oyuncuları istihdam ettikçe halk bundan daha az yararlanıyor. Halka açılmıyor kapatıyor aslında kendini. Belki böyle alternatif küçük mütevazi yan yana gelişler belki de bir geçiş sürecindeysek bizleri ayakta tutmak umut vermek için bir şey olamaz mı sizce?
YÜCEL ERTEN: Yani galiba yaşadığımız sürecin sorunlarından biri de yan yana gelmek, bir araya gelmek, dayanışma, güç birliği. Bu siyasi atmosfer basıncının altında bunlar kolay gerçekleşemez oldu. Herkes çok biliyor, herkes en iyi, herkes bir numara. Şüphesiz bu inisiyatif hareketlerinden bir süzülme olacaktır zaman içinde. Yani oradan da bir enerji, bir güç doğacaktır. Sanat kendi küllerinden doğan bir şeydir. Bir yerlerden bir şekilde değerli kalıcı bir şeyler oluşacaktır. Ama yaşadığımız süreçte o kadar çok alanda çabalamak gerekiyor ki bu dayanışma duygusu, güç birliği kavramları ihmal edilir hale geldi. Yakın dönemde ben bir çözüm göremiyorum, biraz da sanki Türkiye’nin bir dönemeci alıp alamayacağı ile ilgili bütün bu konular gibi. Türkiye’nin ekseninde bir dönemeci alabilmesi, bir yerde dur diyebilmesi, bir çizgi çekebilmesiyle çok ilgili. Kendi başına çok lokal kalıyor böyle sorunlar. Adaletin çürümesi, kurulan kumpaslar, toplumsal yaşamdaki kokuşma belirtileri arasında sanatçıların öyle bir dayanışmayı oluşturmaları zorlaşıyor. Bir bakıma da birikim sorunudur. Şaşkınlıkla sık sık karşılaştığım bir argüman şu: “Hükümetlerin bir kültür politikası zaten yok”. Yani sanatçımızın genelde dile getirdiği tepki, argüman bundan ibaret. Şimdi bu yeterli ve doğru değil. Hükümetlerin kültür-sanat politikası falan olmasın zaten. Hükümetin kültür sanat politikası o alanın özgürlüğünü sağlamaktan ibaret olmalıdır. Beri yanda kültür kavramı ekmekten suya o kadar geniş bir şey ki, onun için kültür ve sanat şeklinde bağlı kullanılması çok da hoşuma gitmiyor. O yüzden kültür konusunu bir kenara bırakalım; sanatın, bilimin özgürce yapılabileceği koşulları ve bunun kalıcı olmasını sağlamaktır hükümetlerin görevi; yoksa kültür ve sanata politika çizmek değil.
Yücel Erten (Fotoğraf: Burak Şentürk)
YÜCEL ERTEN Kimdir?
1945'de Muş'da doğdu.
İlk ve orta öğrenimini Antalya ve Ankara'da tamamladı. 1969'da Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümü Yüksek Devresini, 1974'de Federal Almanya/Essen Folkwang Yüksek Okulu Reji Bölümünü ödül kazanarak bitirdi. Reji öğreniminin yanısıra Dekor-Kostüm alanında ihtisas öğrenimini tamamladı.
Ankara Devlet Konservatuvarı ile Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümlerinde öğretmenlik yaptı.
Ankara, İstanbul, İzmir, Adana ve Antalya Devlet Tiyatroları, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları, İzmit Şehir Tiyatrosu, Kenter Tiyatrosu, Tiyatro Stüdyosu, AYSA, TİM, Tiyatro Pera ve Sahne Ankara’da;
Ankara, İzmir, Mersin ve İstanbul Devlet Operalarında; Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Makedonya, Özbekistan, Federal Almanya ve Polonya’da oyunlar sahneledi. Sahneleyişleri çeşitli uluslararası festivallerde sergilendi. 16 ay süreyle Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü görevini üstlenen Erten, 1994 Şubatında seçim ilkesini yaşama geçirmek amacıyla bu görevinden ayrıldı.
2000 yılında Devlet Tiyatrolarından kendi isteğiyle emekli oldu ve 2 yıl süreyle İzmit Şehir Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmenliğini yaptı. Birçok oyun çevirisi de olan Yücel Erten, 9’u yurt dışında olmak üzere, 40’ı aşkın ödülle onurlandırıldı.
Kaynak: Yücel Erten Arşivi