AKP-Saray iktidarının madencilik karnesi
Madencilik sektöründeki işleyiş, diğer sektörlerden epeyce farklı. Emek sömürüsü, kaynak sömürüsü ve çevre tahribatı aynı anda yaşanmakta. Ülkelerin kaynakları talan edilirken yine o ülkenin halkları ucuz iş gücü olarak kullanılmakta. Teknolojiye yapılacak yatırımları gider ve maliyet unsuru olarak gören ÇUŞ ve işbirlikçi sermaye, üretimlerini ucuz iş gücü üzerinden yaparak rekabet etmeye, kârını artırmaya çalışır. Bu tercihlerin acı sonuçlarını yine o ülkenin çalışanları canlarıyla öder.
Mehmet Torun
Sınıflı toplumlarda, siyasi iktidarlar bir sınıfın çıkarlarını ve menfaatlerini korumakla yükümlü olup bu amaçlar doğrultusunda çalışır. Alınan her karar, yapılan her uygulama bu ana eksen üzerinden şekillenir, sonuçlanır. Kısaca; bu sistemde kapitalist devletin ve iktidarın görevi, egemen sınıfların çıkarlarını emekçi halk kesimleri karşısında korumaktır.
21 yıl gibi uzun bir süre ülkeyi yöneten mevcut iktidarın icraatları, muhalefet çevrelerince “iş bilmemezlik, beceriksizlik” olarak yorumlansa da yapılanların bilinçli bir tercih olarak belli bir plân çerçevesinde uygulandığı görülmekte. İktidarın madencilik sektöründeki uygulamaları da bu çerçevede değerlendirilmeli. Anayasa’ya göre “devletin hüküm ve tasarrufunda” olan yani tüm halka ait olan doğal kaynakların belli bir kesimin yararına kullandırılması, belli zümrelerin malıymış gibi değerlendirilmesi bu düşüncenin ürünü.
Elbette bu durumu dünyadaki gelişmelerden bağımsız ele almak mümkün değil. Küreselleşme, içinde yaşadığımız döneme damgasını vuran kapitalizmin çok uluslu şirketler aracılığıyla dünya boyutunda kurduğu ekonomik egemenliğin son aşaması. Gelişmiş ülkeler; mal, hizmet ve sermayeyi diğer ülkeler arasında olağanüstü bir hızla dolaştırarak, gelişmekte olan ülkelerin ekonomisini, sanayisini ve çalışanlarını büyük çapta etkilemekte, politik ve toplumsal dengeleri bozarak gelir dağılımını kötüleştirmekte, neden olduğu ekonomik krizlerin yıkıcı etkileri ile yoksulluğu artırmakta. Küreselleşme, aynı zamanda tekellerin kâra dayanan birikimi için savaş, gerginlik, kaynak ve değerlerin yağmalanması demek.
Günümüz dünyasında çok uluslu şirketlerin (ÇUŞ) egemenlikleri her alanda katmerleşmiş olup güçlü sermaye yapılarıyla dünyayı istedikleri gibi şekillendirmekte, kendi öncelikleri doğrultusunda yönlendirmekte. Bu anlamda, ülkelerde karışıklık çıkarmaktan iç savaşa kadar her yolu mübah saymakta. İhtiyaç duydukları madenleri ucuz şekilde temin etmek amacıyla o ülkelerdeki işbirlikçileri vasıtasıyla kanunları değiştirmek, yeni yasalar çıkarmak ve gerekiyorsa askeri müdahale dahil her türlü yönteme başvurmak bilinen klâsik yöntemleri. Söz konusu şirketlerin ciroları ve mali kaynakları göz önüne alındığında bu operasyonları kolaylıkla yapabilecekleri aşikar.
Ülkemizde uygulanan ekonomik politikaların sonuçlarının sermaye sınıfının lehine olduğu görülmekte. Türkiye, en zengin yüzde birlik kesimin toplam servetin yüzde 41'ine sahip olduğu ve servet dağılımının en adaletsiz olduğu 3 ülkeden biri konumunda. 2020 yılının ikinci çeyreğinde, emekçi sınıfın ürettiği değerden aldığı pay yüzde 36,8 iken 2022 yılının ikinci çeyreğinde bu oran yüzde 25,4’e düşmüş. Aynı dönemde, sermayenin payı yüzde 42,8’den yüzde 54’e çıkmış. Bu rakamlar bile uygulanan politikaların çarpıklığını, yaşanan yoksulluğu açıkça ortaya koymakta.
Sermayenin tabana yayılacağı, verimliliğin artacağı, serbest rekabet ortamında maliyetlerin düşeceği vb. varsayımlarla 1990'lı yılların başında sektörde başlayan özelleştirmeler, bu iktidar döneminde de hızlanarak devam etti. Neredeyse tüm madenler özelleştirildi, satıldı. Kamunun elinde kalan bor ve kömür gibi madenlerde de kiralama, taşeronluk ve hizmet alımı yöntemleriyle özelleştirmeler tamamlandı.
Madencilik sektöründeki işleyiş, diğer sektörlerden epeyce farklı. Emek sömürüsü, kaynak sömürüsü ve çevre tahribatı aynı anda yaşanmakta. Ülkelerin kaynakları talan edilirken yine o ülkenin halkları ucuz iş gücü olarak kullanılmakta. Teknolojiye yapılacak yatırımları gider ve maliyet unsuru olarak gören ÇUŞ ve işbirlikçi sermaye, üretimlerini ucuz iş gücü üzerinden yaparak rekabet etmeye, kârını artırmaya çalışır. Bu tercihlerin acı sonuçlarını yine o ülkenin çalışanları canlarıyla öder. AKP iktidarı süresince 16'sı maden mühendisi, 2 bine yakın maden emekçisi iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi. Sektörde iş cinayetleri sıradan bir olaya dönüştü. Bu yanlışlara yapılan itirazlar dini söylemlerle susturulmaya çalışıldı. Kader plânı, fıtrat vb. söylemlerle gerçekler karartılmaya çalışıldı. Gelinen bu durum, tercih edilen ve uygulanan bir modelin sonuçları.
Bu noktada bir şeyi paylaşmak yararlı olur. Madencilikte ruhsat, bir ölçüde tapu anlamına gelmekte. Anayasa gereği, madenlerin ruhsat hukuku yani tapusu devlette. İşletme hakkı devredildiğinde; devlet, sahibi olduğu madenleri geçici olarak işlettiriyor ama asıl sahibi devlet denilmekte. Ancak, tüm madenler tükenen varlıklar, rezervleri sınırlı. Üretildiğinde tükenen rezervin ruhsatının hiçbir anlamı kalmaz. Bu nedenle, geçici olarak (50- 60 yıllığına) işletmek üzere verilen madenler aslında kalıcı olarak elden çıkarılmakta. Bu nedenle -ruhsatın sahibi devlet- söylemi yanıltıcı bir söylem. Çünkü, tükenen maden rezervinin ruhsatı devlette olsa ne yazar ki.
Madencilik sektöründe uç ürünlere gidildikçe katma değer çok fazla artmakta. Örneğin bor madeni. Dünya rezervinin yüzde 72'si ülkemizde. Hem miktar olarak hem de kalite olarak oldukça avantajlı konumdayız. Bu rezervler bugünkü talep yapısıyla dünyanın 500 yıllık ihtiyacını karşılayabilecek düzeyde. Ancak madenleri işlemeyi bir kenara bırakıp ham madde olarak ihraç edince, ciddi bir sömürü ortaya çıkıyor. Bugün Türkiye, bor madenini tonu ortalama 384 dolardan satmakta. Bor madenin işlenmesi sonucu 175 civarında uç ürün elde edilmekte.
Bizim tonunu 384 dolardan sattığımız bor madeni işlendiğinde, lazer teknolojisinde kullanılan kristalin borun tonu tam 13 bin kat değer kazanarak 5 milyon dolara; askeri alanda kullanılan amorf borun tonu tam 5 bin kat değer kazanarak tonu 2 milyon dolara satılmakta. Biraz daha düşük teknolojili ürünlerde örneğin; bor triklorür 63 bin dolara, bildiğiniz cam elyafı sodyum bor hidrürün tonu 46 bin dolara satılmakta. Bor madeninin atıklarından elde edilen lityum gibi stratejik bir ürünün tonu tam 137 bin dolar. Bor madeni ve elde edilen uç ürünler, uzay teknolojisi, silah sanayi, enerji üretimi ve depolanması gibi alanlarda stratejik öneme sahip. Kısaca; Türkiye’nin sattığı bor madenini uç ürünlere dönüştürenler, aynı ürünü Türkiye’ye 7 bin kat daha fazla değerle satmakta. Ülkemizde bu alanda yapılan yatırımlar ise hem gecikmiş hem de yeterli değil.
Tüm bunlara karşın Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Fatih Dönmez, Ankara’da toplanan Bor Çalıştayı’nda övünerek Türkiye’nin 2021 yılında 2,65 milyon ton bor madeni ihraç ettiğini, karşılığında da 1,3 milyar dolar gelir elde ettiğini açıkladı. Esasında bakanın övündüğü rakam, Türkiye’nin ne denli büyük ölçüde yağmalandığı ve sömürüldüğünün göstergesi. Bu rakam övünme değil utanç vesilesi olmalı. Gerçi bu yanlış politikalar sadece son 20 yılda değil, uzun yıllardır uygulanmakta. Diğer pek çok madende de benzer durumlar söz konusu.
Başa dönersek; AKP iktidarı 20 yıl boyunca kendi doğrularını hayata geçirmiş, uygulamış fakat bu uygulamaların sonuçları halkımızın, ülkemiz madenciliğinin yararına olmamıştır. Emekçilerin gözüyle bakıldığında iktidarın karnesi zayıftır ve sınıfta kalmıştır.
Yapılması gerekenler bellidir.
Halkın malı olan doğal kaynaklar kamulaştırılmalı, stratejik bir plânlamayla ihtiyaç duyulan madenlerden katma değeri artıracak uç ürünlere yönelik yatırımlar yapılmalı, ham madde ihracatı yasaklanmalı. Üretim ve istihdam odaklı politikalarla refah toplumu olmanın yolu açılmalı. Umarım yapılacak seçimler bu yolu kısaltır, hedefi yakınlaştırır.