AKP şiddetinin topolojisi
İktidarın şiddeti zaman zaman kitlelerde yorgunluk, yılgınlık, korku gibi duygular yaratsa da kurtuluşun yolu gene bu şiddetin yarattığı devrimci olanakları değerlendirmekten geçiyor.
Engin Deniz
İki gündür Gülşen’e verilen cezayı konuşuyoruz.
Ne çok şeye şaşırdık ne çok şeye üzüldük ne çok şeye öfkelendik son yıllarda… Gazetecilerin tutuklanması, festivallerin yasaklanması, Gezi’yi savunanlara verilen cezalar, muhalif akademisyenlerin işten atılması, kadın katillerinin serbest bırakılması, iş cinayetlerinin cezasız kalışı, hasta tutsaklara yapılan muamele, haklarını arayan yurttaşların işkenceyle gözaltına alınması, ekolojik tahribat, yoksullardan zenginlere sürekli kaynak transferi…vs
Tam da Nazım’ın Düşman şiirinde anlattığı türden; sadece insana değil çevreye, hayvana her şeye düşman bu iktidar.
Ezcümle, bitmek bilmeyen bir şiddet döneminden geçiyoruz… Ve seçimler yaklaştıkça bu şiddetin daha da artabileceği yönünde öngörüler muhtelif.
Byung-Chul Han, Şiddetin Topolojisi isimli kitabında tarihsel süreçte hal değiştiren şiddete ve bizi nasıl etkilediğine odaklanır. Geçmişte dışsal olan şiddetin günümüzde görünmez bir hal alarak içselleştirildiğine, bir tür “olumluluk” hali aldığına işaret eder.
Egemenler geçmişte kitleler üzerindeki tahakküm sağlamak için kırbaç, sürgün, aforoz, işkence, gaz odası, hapis gibi yöntemlere başvururken, modern çağda yaratılan birey tipi başarı ve performans odaklı yaşam tarzıyla şiddeti kendi kendine uygulamaktadır. Bu yeni çağda insanın kendi kendini sömürmesi, özgürlük duygusuyla el ele gittiği için, bir başkasını sömürmekten çok daha randımanlı ve verimlidir artık. Böylece insan kendi kendini tamamen tükenene (Burnout) kadar sömürebilir. Dışsal olan şiddet dehşete düşürücüdür ve içerisinde bir ayaklanma imkânı gizlidir. Ancak, şiddet görünmez olup “olumlulukla” içe yöneldiğinde bu imkân da ortadan kalkar.
Kapitalizmin geldiği aşama açısından ülkemizde de geçerli olan bu durum, Türkiye’nin son 20 yılındaki iktidar pratiği açısından bakıldığında tersinden işlemiş gibi görünüyor.
AKP’nin iktidara gelişini hatırlayalım:
Karanlık 90’lardan sonra, AKP’nin ortaya çıkışı toplumun bir kesimde büyük umutlarla karşılanmıştı. Ve bu umut, giderek AKP’yi iktidara taşıyan kitleyi de aşarak farklı kesimleri etkilemeye başladı o dönem. Muhafazakâr demokrat kimliği ile kendini tanımlayan AKP, demokrasi, sivilleşme, müzakere, katılım, hoşgörü gibi kavramları siyasal dilinin merkezine yerleştirerek etki alanını giderek genişletiyordu.
Millî görüş gömleği çıkarılmış, piyasalara güven telkin edilmiş, AB’ye üyelik konusunda çalışmalara başlanmıştı. İşler yolundaydı…
Ama işte şu askerler!
Her şeyin daha iyi olması için asker siyasetin dışına çıkmalı, vesayet son bulmalıydı!
AKP bu dönemde, bir yandan cemaatle birlikte devlete yerleşmeye çalışırken, diğer yandan da patronlarla birlikte neo-liberal düzeni tesis etmeye koyuldu.
Ekonomide özelleştirme furyası böyle başladı. Dönemin maliye bakanının diliyle söylersek, KİT’ler babalar gibi satılmaya başlandı. Konjonktür uygundu! İşsizlik, gelir adaletsizliği gibi konularda yol alınamasa da enflasyon, faiz, bütçe açığı gibi makroekonomik veriler sıcak para bolluğuyla iyi görünüyordu.
Bu dönemde AKP’yi eleştirmek 90’lar gelsin istemekti, darbeyi savunmaktı, AB karşıtı olmaktı, ekonomik gelişimin önünde durmaktı…
AKP bu politikalar ışığında ittifaklar kurdu, ortaklıklar geliştirdi, farklı kesimleri etkilemeyi başardı…
Tüm bu süreç boyunca, demokratikleşme adı altında otoriterleşmenin önü açılırken, vesayetle mücadele denip hukuk yok edilirken, kalkınma vaatleriyle yağma düzeni kurulurken bir tek sosyalistler aldanmadı. Ne var ki, sosyalistlerin de bu rüzgârı tersine çevirebilecek gücü yoktu.
Bu dönem bir tür “olumluluk” haliydi! Tamam, AKP hükümetti ama iktidar değildi, hem verdiği mücadele demokrasi açısından iyi bir şey değil miydi, ekonomide de işler yolunda gitmiyor muydu?
Bugüne gelirsek…
Kurduğu düzenin selametini "zor"da gören bir AKP’den söz ediyoruz artık! Geçmişi hafıza tazelemek için biraz fazla hatırlatmak gerekliydi belki ama bugünü gerek yok yaşıyoruz işte!
Gezi’den bu yana toplumla arasındaki mesafe arttıkça şiddetin dozunu arttıran AKP iktidarı artık hamle yaparken herhangi dayanak arama gereği bile duymuyor.
Bu noktaya nasıl geldiğimizle ilgili bir parantez açmak şart!
AKP’nin şiddet tekelini ele geçirip fütursuzca kullanması konusunda Kürt savaşının önemli bir işlevi oldu. Terörle mücadele söyleminin muhalefeti de etkisizleştireceğini bilen iktidar işe Kürtlerden başladı. Kayyumlar, seçilmiş siyasetçilerin rehin alınması, binlerce HDP’linin tutuklanması sadece Kürtleri siyasetin dışına itmeyi hedeflemiyordu! Muhalefet saflarında yılgınlık ve umutsuzluk yaratmak, toplumu şiddete hazırlamak için de işlevseldi Kürt düşmanlığı. AKP’nin eski suç ortağı olan cemaatin başarısız darbe girişimi de işin tuzu biberi oldu arada.
Byung-Chul Han’ın işaret ettiği gerçeğe dönersek…
Yönetme kapasitesini giderek kaybeden iktidar için, boyun eğmeyen, biat etmeyen, “söyleme mecburiyetini” yerine getirmeyen herkes cezalandırılmayı hak ediyor artık! Yani, şiddet “ayaklanma imkanı”nı içerisinde barındırır şekilde sarih bir hal almış durumda.
İktidarın şiddeti zaman zaman kitlelerde yorgunluk, yılgınlık, korku gibi duygular yaratsa da kurtuluşun yolu gene bu şiddetin yarattığı devrimci olanakları değerlendirmekten geçiyor.
Kitleler, burjuva muhalefeti tarafından şimdilik seçim gününe endeksli bir kurtuluşa razı edilmiş görünüyor olsa da iktidarın fütursuz saldırıları bu durumu değiştirebilir. Öyle olmasa bile, geniş kesimler tarafından seçimlere yüklenen anlam burjuva muhalefetin ufkunu çoktan aşmış durumda.
AKP/Saray rejiminin sandığa gömülmesi öncelikli görev olsa da bu, kurulan yağma-talan düzenin ortadan kalkacağı anlamına gelmemektedir.
Akla, cesarete, yaratıcılığa, sosyalistlere ihtiyaç var!
Hem giderek artan baskı ve şiddetten kurtuluş için, hem de sonrasında gerçek, halktan yana bir kuruluş için…