AKP’nin kentleşme politikasının doğayla imtihanı: Sel ‘doğal’ bir felaket mi?
Su havzalarının ve dere yataklarının yapılaşmaya açılması, ulaşım projelerinin önemli bir bölümünün dere yatakları üzerinde inşa edilmesi, yeşil alanların yapılaşmayla kırpıla kırpıla küçültülmesi, toprağın geçirgenliği oldukça düşük beton ve asfaltla kaplanması; sel felaketine yol açan tüm bu uygulamalar aslında kentin, doğadan koparılması amacını taşıyor. Doğanın kontrol edilmesi güç yapısına karşın, kentte kontrol edilebilir, steril ve değişim değerine sahip mekanlar istenildiği için her seferinde betona başvuruluyor.
Türkiye’nin ‘iktisadi başkenti’, marka kenti, finans merkezi, en çok turist çeken şehri olan İstanbul, geçtiğimiz Salı günü bir savaş alanı görüntüsündeydi. Metro istasyonlarının su altında kalması, caddeden karşıya yüzerek geçenler, yollarda suyun sürüklediği arabalar, bir otobüs durağına sığınan insanlar, Şişhane metro istasyonundan çıkan kıvılcımlar ve yükselen duman, kaldırım suda kaybolunca trabzanlara tırmananlar…
Tüm bunlar sabah erken saatlerde başlayıp öğleden sonra etkisini kaybeden bir yağmurla olmuştu. Birkaç saat süren sağanak yağış, Türkiye ekonomisinin kalbini neredeyse 48 saat kilitlemeye yetmişti. Metro hatlarının birçoğu, ertesi gün bile seferlerin gerçekleştirilebileceği bir duruma getirilememişti.
Meteoroloji Müdürlüğü’nün Pazartesi günü yaptığı sağanak yağış uyarısını pek dikkate almadığı anlaşılan İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) ise, zaten herkesin sokaklarda mahsur kaldığı saatlerde halka dışarı çıkmamalarını tembihliyordu. AKP’li yetkililerin, neredeyse her felakette aşina olduğumuz “kaza”, “kader”, “afet” gibi söylemleri bu olayda da tekrarlanmış ve İBB, anında olayı “doğal afet” ilan etmişti.
İktidara geldiği günden bu yana, 17 Ağustos depremini kentsel politikasını meşrulaştırmak için kullanan ve “afetlere karşı önlem” iddiasıyla kentlerin altını üstüne getiren AKP’nin, geçen 15 yıla rağmen hala “afet” bahanesine sarılması artık ucuz bir numara. 31 kişinin hayatını kaybettiği 2009 yılındaki sel felaketine nazaran bu sefer kimsenin hayatını kaybetmemesi tek teselli olsa da, mesele “afet” deyip geçiştirilemeyecek kadar hayati bir nitelik taşıyor.
Üstelik bırakın sağanak yağışı, en düşük düzeydeki ve kısa süreli yağmur yağışlarında bile sokaklarında yerdeki sigara izmaritlerini sürükleyecek kadar su akıntılarının yaşandığı İstanbul’da, esas sorun, sadece altyapıdaki eksikliklere yapılacak vurguyla da açığa çıkmıyor. Mesele bir bütün olarak AKP’nin kentleşme politikasına, ve hatta ülkenin son 15 yılda sürüklendiği iktisadi politikalara kadar uzanıyor.
AKP’NİN KENTLEŞME POLİTİKASI
19. yüzyılda çimentonun icat edilmesi, taş, kil ve benzeri materyallerle oluşturulan binlerce yıllık yapı malzemesi betonun, istenilen her şekilde ve kolayca üretilmesini sağlamasıyla aslında bir ‘devrime’ yol açmıştı. Çeliğin de kullanımının yaygınlaşmasıyla birlikte ortaya çıkan betonarme, insana, birçok doğal afetten koruyacak ve uzun süre kullanılacak oldukça konforlu, sağlam ve estetik bir yaşam mekanı üretme imkanı vermişti.
Bugün betonun en büyük nefretlerimizden biri haline gelmesi, kuşkusuz bu oldukça işlevli yapı malzemesinin kullanım yoğunluğuyla alakalıdır. 350 Ankara oluşumunun raporuna göre, Türkiye’de 1990 yılında 22,7 milyon ton çimento tüketilirken, bu sayı 2015 yılına gelindiğinde 62 milyon tona çıkmıştı.
Türkiye’de betona olan bu ilginin 1990’lı yıllardan itibaren her geçen sene artmasının ardında ise, neoliberal iktisadi politikalar sayesinde ciddi bir finansal birikim elde eden sermaye sahiplerinin, bu birikimi büyük kentlerde inşaat sektöründe değerlenmesi var. Tam da bu süreçte iktidara gelen AKP’nin sık sık 17 Ağustos depremine, afet risklerine, gecekondulaşmaya, çarpık kentleşmeye vurgu yaparak piyasaya sürdüğü “kentsel dönüşüm”, inşaat sektörüne devasa bir hareket alanı kazandırmıştı.
Kentsel dönüşüm; kent merkezlerinde ve bu merkezlerin çeperinde biriken emekçi yerleşimlerini ortadan kaldırabilecek ve bu alanları gayrimenkul tekellerinin masasına serecek güçlü bir kamusal otorite ile finansal kuruluşlarının “mortgage” gibi adımlarla kredi kolaylığı sağlamasının bir birleşimi olarak AKP’nin Türkiye sermayesinde en büyük armağanıydı.
İstanbul, Kayaşehir
Dahası AKP, kent merkezlerinden kovduğu emekçileri de "sahipsiz" bırakmamış, yasal düzenlemelerle adeta ‘süper güce’ dönüştürdüğü Toplu Konut İdaresi (TOKİ) eliyle kent dışında inşa ettirdiği devasa konut bloklarını, kentten kovulan kitlelere ciddi bir borç yükü karşılığında sunmuştu. Böylece kent merkezinde kentsel dönüşüm eliyle yaratılan inşaat hareketliliği, TOKİ eliyle de kent dışındaki hazine arazilerine yayılmıştı.
Tüm bunlara “mega projeler” olarak adlandırılan 3. Köprü, Kuzey Marmara Otoyolu, 3. Havalimanı gibi ulaşım projelerinin Kuzey Ormanları yağmalanarak inşa edilmesini eklediğimizde, AKP’nin, özellikle İstanbul’un neredeyse her bir metrekaresini inşaat sektörünün konusu haline getirdiğini görmekteyiz. Elbette bunun bir maliyeti olacaktı.
3. Köprü inşaatı
DOĞAL DEĞİL YAPAY FELAKET
İstanbul’da yaşanan felakete ilişkin, inşaat sektörü odaklı kentleşme politikasını hafifseyen kimi değerlendirmelerde mesele sadece altyapıdaki eksiklikler ve yetersizliklere indirgeniyor. Elbette kentin yapılaşmamış alanlarının imara açılması, mevcut yapılaşmış alanlarda da kentsel dönüşüm ve kat izni gibi uygulamalarla yapı yoğunluğunun artırılması, kentsel altyapı sistemine ciddi bir yük bindirmektedir. Ancak planların bir tarafa bırakıldığı çarpık ve hızlı kentleşmenin, kentsel altyapı sisteminin bütünlüklü bir şekilde geliştirilmesine olanak vermemesini göz önüne aldığımızda, sorunun kanalizasyon borularının genişletilmesi ya da yeraltında yeni kanalların açılması gibi yöntemlerle çözülebileceğine inanmak güç geliyor.
Bu noktada bir “doğal afet” olarak su taşkını sorununda, merceği, kent ile doğa arasındaki ilişkiye tutmak, özellikle kent içerisindeki su kaynakları ve yeşil alanların başına gelenlere odaklanmak gerekiyor.
Su taşkınlarında başrolü, su tutma kapasitesine sahip dere, göl gibi su kaynaklarının yapılaşmaya kurban edilmesi oynuyor. Özellikle kent içerisinde kalmış derelerin denizle ilişkisinin kesilmesi ya da kısıtlanması su taşkınlarına davetiye çıkarıyor. Örneğin Rize gibi nüfusun yoğunluğun az ve kırsal yaşamın egemen olduğu bir kentte bile, kıyıda yerleşmiş kentsel alanların betona boğulması ve Karadeniz Sahil Yolu gibi doğal yapının tahrip edilmesiyle inşa edilen ulaşım projeleri aracılığıyla, Doğu Karadeniz dağlarından süzülerek gelen derelerin denizle buluşması engellenince su taşkınları kaçınılmaz oluyor.
Üsküdar’da sel suları denizle meydanı birleştirdi
Su taşkınlarının önlenmesi adına derelerin beton kanallarla yerin altına alınarak ‘ıslah’ edilmesi gibi yöntemler ise sorunu çözmekten çok derinleştiriyor. Sel felaketinin en trajik halinin yaşandığı Üsküdar’da, sahil meydanının denizle birleştiği görüntü, Çavuşderesi’nin geçtiğimiz sene tamamlanan ‘ıslah’ çalışmalarının sonuç vermediğini ortaya koyuyor. Üstelik denizle buluşması beton kanallar yoluyla kısıtlanan dere suyu, oldukça masraflı bir deşarj mekanizması kurularak denize pompalanıyor.
Su kaynaklarına yönelik bu müdahalenin yanı sıra kentte yeşil alanlarla birlikte toprak yüzeyinin yok edilmesi de su döngüsünün ciddi biçimde engellenmesine yol açıyor. Örneğin İstanbul’da gerek kent içindeki gerekse de kent dışındaki yeşil alanlar, ilk olarak ulaşım projeleriyle parçalanıyor. Ardından da bu ulaşım güzergahları boyunca zamanla yapılaşmaya açılarak kırpıla kırpıla küçültülüyor. Dolayısıyla toprağın, beton ya da asfalt dökülerek geçirgenliği düşük sert malzemelerle kaplanması, yağmur sularının yüzeyde akıntılara dönüşmesine neden oluyor.
ÇÖZÜM?
Bu noktada sorunun çözümüne yönelik en esaslı adımı, kentin, doğanın bir parçası olduğunu kavramak oluşturuyor. Bu kavrayışla kent içerisindeki su kaynakları ve yeşil alanların, kent dışındaki orman ve deniz ekosistemiyle bütünleşmesini sağlamak, soruna kalıcı bir çözüm üretmek anlamına gelebilir. Ancak bunun pek karlı olmayacağını söylemek gerekiyor ki, aslında bu, gayet basit bir teknik bilgiye dayanan çözüme ulaşmamızın da yegane engeli.
Dolayısıyla İstanbul’da yaşanan sel felaketi, kentsel politikaların, yukarıda sıkça değindiğimiz gibi inşaat sektörünün ihtiyaç ve taleplerine göre şekillenmesinin bir sonucu. Sermaye biriktirme dürtüsüyle hareket edenlerin, doğayla kurduğu ilişkinin doğal olarak değişim değeri üzerinden gerçekleşmesi, kentlerin neden beton yığını haline getirildiğini açıklıyor.
Su havzalarının ve dere yataklarının yapılaşmaya açılması, ulaşım projelerinin önemli bir bölümünün dere yatakları üzerinde inşa edilmesi, yeşil alanların yapılaşmayla kırpıla kırpıla küçültülmesi, toprağın geçirgenliği oldukça düşük beton ve asfaltla kaplanması; sel felaketine yol açan tüm bu uygulamalar aslında kentin, doğadan koparılması amacını taşıyor. Doğanın kontrol edilmesi güç yapısına karşın, kentte kontrol edilebilir, steril ve değişim değerine sahip mekanlar istenildiği için her seferinde betona başvuruluyor.