Çağdaş Oklap - İleri Görüş
AKP faşist mi? Soru tuhaf gelebilir. Ama değil. Türkiye solunda saray rejimi ve rejimin ne anlama geldiğine ilişkin kimi zaman kolaycılıkla mürekkep cevaplar verilebiliyor. Bunun bir noktaya kadar anlayışla karşılanabileceğini düşünüyorum. Nihayetinde siyasal mücadele diye derdi olan bir marksistin, toplumla ilişkilenirken kimi olguları vülgarize etmesinde bir sorun görmüyorum. Ama iş, teori kısmına gelince benzer vülgarizasyonun ise oldukça kısırlaştırıcı bir etkiye sahip olduğunu kabul etmek gerekiyor.
Saray rejimini irdelerken, klasik faşizme baktığımız gözle bakmak riskli bir entelektüel girişimdir. En kötü ihtimalle boş bir etiket vurma çabasından öteye gitmeyecektir. En iyi olasılıkla ise faşizme dair oluşturduğumuz imgeyi keskinleştirebilir. Oysa, sağlıklı bir karşılaştırma için yapılması gereken, benzerlik ve fark düzeylerini ayırt etmektir. Benzerlikler, yönetim mekanizmalarında, propaganda ve imge manipülasyonu tekniklerinde ve nadiren de olsa, korporatist ekonomi modeli örneğinde görüleceği gibi ödünç alınmış özel politikalarda bulunur. Toplumsal ve siyasal süreçler ile saray rejiminin toplumla kurduğu ilişki incelendiğinde ise farklar belirginleşir. Unutmayalım, her cerrah neşter kullanır ama AKP ve onun saray rejiminin neşteri ile klasik faşizmin neşteri farklı bedenler üzerinde çalışıyor.
LATİN AMERİKA ÖRNEĞİ
Latin Amerika örneğinden sıkça söz ediliyor. Peki Latin Amerika örneğinin özgün bir faşizm deneyimi olduğundan söz edebilir miyiz?
Elbette, Latin Amerika coğrafyasına yayılmış tüm ülkeleri kendi özgüllükleri içerisinde değerlendirmek bu yazının sınırlarını oldukça aşar. Ama her ülkenin kendi özgüllerinden hareketle bütünleştirici kimi soyutlamalar yapılabilir diye düşünüyorum.
İki dünya savaşı arasındaki Latin Amerika diktatörlükleri, iktidarı başarısızlığa uğramış burjuva demokrasilerinden değil, oligarşilerden devraldı ve siyasal katılımı genişletti. Klasik faşist diktatörlükler; ulusal bütünlüklerine, enerjilerine, üstünlüklerine halel getirecek tehditlerin olabileceği korkusu ve endişesi taşıyan ulus devletlere hükmetmişken, Latin Amerika diktatörlükleri birbirinden farklı halkları ve farklı sermaye gruplarını bir ulus-devlette bütünleştirmeye çalışan bu anlamıyla da kısmen biçimlenmemiş uluslara hükmettiler. Bu noktada ‘bonapartizm’ tartışmalarının oldukça verimli bir zemin sunduğunu da eklemeliyim.
Bu diktatörlüklerinde mayasında elbette antikomünizm mevcuttu. Ama klasik faşizmden farklı olarak, bu diktatörlükler komünizmi ötekileştirirken, popülizmleriyle de onlara teyakkuza geçme fırsatı verdi. Diğer yandan, bu diktatörlükler klasik faşizm gibi yayılmacı bir perspektife sahip değillerdi.
Kısaca özetlersek benzerlikler, faşizmin dorukta olduğu yıllarda kullanılan enstürmanlarla ilgiliyken farklılık ise toplumsal formasyon ve yine toplumsal formasyonla kurulan ilişki gibi temel problemlere içkindir. Latin Amerika diktatörlükleri, olsa olsa yer yer faşist esintiler de taşıyan milliyetçi-kalkınmacı popülist diktatörlüklerdir.
İkinci dünya savaşı sonrasında ise, batılı emperyalist devletlerin çıkarlarına hizmet eden (yeraltı kaynaklarının çıkarılması, yatırım ayrıcalıkları, soğuk savaşta stratejik destek vb.) ve karşılığında batılı emperyalistlerin kendilerine destek çıktığı Latin Amerika diktatörlükleri, dünya solu ve elbette türkiye solu tarafından ‘’bağımlı ülke faşizmi’’, ‘’vekalet faşizmi’’ ya da ‘’sömürge (tipi) faşizmi’’ olarak adlandırıldı. Hemen akla, "Pinochet Şilisi" geliyor elbette.
Pinochet Şilisi, komünistlere, devrimcilere, ilericilere karşı girişmiş olduğu iç savaşta ne kadar iğrenç ve vahşi tutumlar takınmış olsa da bu tutumlar Pinochet Şilisini faşist bir diktatörlük diye tanımlamaya yeter mi?
Kanımca, bu durum Pinochet Şilisi için meşru bir faşist diktatörlük tanımlaması için yeterli değildir. Çünkü, klasik faşizmin ihtiyaç duyduğu halk beğenisinden uzak, yayılmacı politikalar izlemek konusunda ise bağımsız değildi. Kendi kamuoyunun hareketlenmesine izin verdiyse, bu hareketin emperyalist efendilerine ve kendisine yansıması riskini göze almak zorundaydı. Bu noktada, Pinochet Şilisini dışarıdan desteklenen faşist esintili bir despotluk olarak tanımlamak/düşünmek daha yerinde olacaktır.
DİNSEL FAŞİZM: İSRAİL
Burada postkolonyal bir tarih okumasıyla da hesaplaşmak gerekiyor, o da şudur: Faşizmin sekülerleşmenin yarattığı bir zemine/alana ihtiyaç duyması. Bu iddia Avrupa için geçerli olabilir. Fakat oradaki koşulların da sui-generis olduğunu kabul etmek gerekiyor. İlk dönem Avrupa faşizmlerinin, ruhban sınıfı karşıtlığı, Alman ve İtalyan milliyetçiliklerinin her ikisinin de Katolik kilisesini karşıya aldığı biliniyor. Hatta Mussolini ve Hitler’in oldukça farklı ruhban sınıfı karşıtı geleneklerde yetiştiğini de biliyoruz.
İlk dönem faşizmlere dair bu has tarihsel özelliğe rağmen faşizmin ulus yerine din üzerine kurulamayacağı ya da dinin ulusal kimliğin veçhesi olamayacağı sonucuna varılamaz. Din, kimlik söz konusu olduğunda en az millet/ulus kadar güçlü bir kaynaktır. O kadar öyle ki; özellikle ortadoğu coğrafyası söz konusu olduğunda din, ulustan çok daha etkili, kitleler üzerinde dinamizm kazandırıcı bir etkiye sahiptir. Ki bu söylenenler sadece islam için geçerli değildir. Bu anlamıyla AKP ve saray rejimi için Latin Amerika örneklerinden ziyade, İsrail çok daha yakın bir örnek teşkil eder.
İsrail toplumunun birinci ve ikinci intifadaya verdikleri tepkiler karşılaştırıldığında, kastedilenin çok daha rahat biçimde anlaşılacağını düşünüyorum. Şöyle ki; birinci intifada sırasında, Yahudi toplumunun, kendisine uygulanan soykırımın neticesinde ‘’demokratik-liberal’’ değerlerle derin bağları mevcuttu. Bu durum, birinci intifada sırasında, İsrail toplumunun ‘’özgür kurumlardan vazgeçmesi’’ne de güçlü bir set çekiyordu. Süreç içerisinde, Filistin halkının özgürlük taleplerine karşı giderek sertleşen tutum, ülke içerisindeki nüfusun ‘’demokratik-liberal’’ değerleri taşıyan Avrupa Yahudilerinden bu değerlerle bağlantısı daha zayıf olan Kuzey Afrika ve Yakındoğu’nun başka yerlerinden gelen Yahudilere doğru kayışı, ikinci intifada sırasında ise canlı bombalar vb. Likud Partisi’nde ve küçük dinsel partilerde faşizme tekabül edecek bir dili mümkün hale getirdi. Giderek bu dil resmi politika haline gelmeye başladı. "Seçilmiş halk"; ‘’dünyada özgün bir misyonu’’ yerine getirme iddiasında bulunan ‘’yaşamsal alanı’’nı talep eden, bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen güçleri (Filistin Direnişi, iç ve dış mihraklar) şeytanlaştıran, bu hedeflere ulaşmak için şiddet kullanmaktan imtina etmeyen ve bunu savunan "üstün ırk" haline geldi.
‘’Yeni Türkiye’’ retoriğinin arkasına saklanan Yeni-Osmanlı sevdası tam da Türkiye halkları üzerinde, din temelli bir faşizmin rıza ve zor diyalektiği bağlamında kuruluşuna imkan sağlıyor.
"Seçilmiş halk"ın yerini Osmanlı torunları, ‘’özgün misyonun’’ yerini islam dininin koruyucu ve kollayıcısı, ‘’yaşamsal alan’’ın yerini ise eski Osmanlı coğrafyası almış durumda. Bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen güçler ise, herkesin malumu: Türkiye’nin laik ve aydınlanmacı birikimi ve Kürt emekçi sınıfları üzerinde yükselen direniş.
Saray rejimi de tıpkı İsrail gibi, emperyalizmin içinde bulunduğu hegemonya krizinin yarattığı boşluklara oynama, boşluklara yerleşme ve yerleştiği boşluklarda yeni hareket alanları açma konusunda cevval davranıyor. Bu anlamıyla, her iki ülkede ‘’cephe ülkesi’’ olmaya aday olmak konusunda ciddi biçimde hevesli görünüyor. Her iki ülke arasında imzalanan ‘’barış anlaşma’’sını aslında birbirine ihtiyaç duyan iki cephe ülkesinin simbiyoz ilişkisi olarak yorumlayabiliriz. Buradan hareketle, Latin Amerika örneklerinden ziyade, İsrail örneğinin oldukça öğretici olduğunu söyleyebiliriz.