AKP, Türkiye tarihinin en ağır ekonomik krizi sonrasında toplama bir parti olarak ve iktidar boşluğuna yönelik olarak acilen kuruldu. Sabancı Holding başta, büyük burjuvazi öncülüğündeki kulislerde ve ABD ile yapılan türlü ziyaret ve temaslarda onay aldı. Bileşenlerinden en istikrarlı olanına, 1950’lerden beri mayalanan Amerikancı gericiliğe teslim oldu. Buna rağmen bugüne geldiğimizde “Türkiye’yi 2023’e bizden başkası taşıyamaz” fikrinin içeriden dışarıdan, en önemlisi de egemen sınıf kesimlerinden en çok kabul gördüğü bir dönemi yaşıyoruz. Onca soruna, başarısızlığa, hatta krize rağmen…
Böyle başlayan bir siyasi hareketi aynı tür bir kriz götürür kolaycılığına düşmemek gerekiyor. Çünkü aynı tür bir kriz, inanın her zaman olduğu gibi emekçilerin başına daha büyük belalar açacak, sonuçta gitse de gelen aratacaktır.
AKP’NİN ÜÇ DÖNEMİ
Birkaç yıldır AKP döneminin kabaca üç parçaya ayrılmasını öneriyorum. 2002-2008 arası kuruluş ve ilk iktidar dönemine, 2008-2012 tekleşme ve egemen sermaye ilişkileriyle tam harmanlanma dönemine, 2012 sonrası ise ekonomik duraklama ve baskıcı yöntemlerle RTE saltanatı partisi olmasına işaret eden üç ana dönem.
Konumuz “vizyon” açısından ele alırsak, bu üç dönemin ilkinde böyle bir şey aramanın anlamsız olduğu ortada. 2001 krizi sonrası egemen sınıfın tümü nezdinde kredisinin tümünü kaybeden burjuva partileri, tıpkı 2009 sonrasında Güney Avrupa ülkeleri kuşağında yaşanacağı gibi siyasetin marjlarına doğru itilmişti. AKP, programsız ve dinci gerici bir toplamdan oluşan belediyecilik kökenli çekirdek kadrolarını o dönem zaruri olan IMF programının etrafında kenetleyerek örtülü bir minimum program oluşturdu: Bütçe açığı verilmeyecek, yani para basılmayacak, bankacılık sistemine IMF tasarımını bozacak hiçbir şekilde dokunulmayacak, özelleştirmelerde maksimum hizmet sağlanacaktı.
2008-2012 dönemine ise kriz sonrası programa uyumun açtığı kredi değil, ekonomik büyümenin sağladığı onay damgasını vurdu. Dünyada global kriz sonrası oluşan sıfır faiz ortamı, inşaat ve hane halkı borçlanmasına dayalı, daha önceki siyasetçilerin aklına hayaline gelmeyecek cesarette bir “açılma” dönemi yarattı. Finansal sistemle reel ekonomi arasındaki orantı kabaca dört-beş katına yükselmiş oldu.
Bu dönemde, özellikle Ergenekon operasyonunun başarılı olmasıyla sağlanan siyasi alternatifsizlik, “IMF ve özelleştirmeye bağlılık” ötesinde bir vizyon arayışının başlamasına yol açtı. Seçim başarıları, artık “alternatiflerin beceriksizliğinden ve yeni krizlerden korkan” oynak merkez oylara dayanmasa iyi olacaktı. Başından beri mahcup bir üslupla ve liberallerin desteğiyle yükselen Osmanlıcılık, Suriye İç Savaşına Araplarla birlikte cihatçı terörist saflarında müdahil olunmasıyla anlam kazandı. Bu dönem hem sıfır faiz, hem de yüksek seyreden petrol fiyatları, Suriye’de iş yapan AKP hükümetine Arap finansörler üzerinden devasa bir kaynak sağladı.
TABANIN SABİTLENMESİ GİRİŞİMİ VE UZATMA DÖNEMİ
Elde finansallaşma ve dış sermaye akımları vardı ve bu, tüm siyasal-ekonomik yapının alışık olduğundan kat be kat büyüktü. Cesaret vericiydi: Siyasi ve toplumsal mühendislik neden olmasındı? Onmilyarlarca dolarlık ekonomik büyüklükleri yönlendirme gücü varken elleri armut mu toplayacaktı? RTE, “dindar ve kindar gençlik” demecinden itibaren (Şubat 2012) Saray rejiminin daha az oynak bir temeli olarak tasarladığı ve ekonomik parametreler ortadan kalkınca da besleneceğini düşündüğü gerici bir tahkimata konsantre oldu.
Bu kaynağın büyüklüğü, 2012 sonrasında AKP merkez kadro “vizyon”undan uzun bir süre boyunca, bir dönemin kapandığı gerçeğini uzak tuttu. Konutta sıfır faiz ortamının yarattığı balon da ikinci yardımcı oldu. Orta sınıflar artık tasarruf aracı olarak gayrımenkulü rakipsiz görmeye başlamışlardı. Fiyatlar, durgunluğa rağmen gerilemiyordu. İkincisi de bankalarla IMF’den bağımsız yeni bir ilişki kurulmuştu. 2012 sonrasının zorlaşan ortamında bekledikleri kadar kötü olmadıklarını gören mali tekeller, yeni dönemin şartları biraz daha olgunlaşana kadar diye başladıkları simbiyosisi devam ettirdiler. Öyle ki CHP ile sermaye bağı olan İş Bankası, eski burjuvazinin temsilcisi sayılan Koç, Eczacıbaşı, Alarko gibi isimler bile, bu uzatma döneminde hiç fena gelmeyen bilançolarının aşkına memnuniyet sinyallerini artırdılar.
Vizyon konusunda hâlâ çok da fazla yol alındığı söylenemez. Ama doğu kültüründe parayı bastığınız sürece size inananlar çoğunlukta oluyor. AKP/Saray rejimi, (2011 yılı parti metinlerinden itibaren) Türkiye’yi 2023’e taşıyacak, yani son üç yıldaki teklemeye rağmen burjuvazinin ondan iyisini bulamayacağını iddia ettiği 7-8 yıllık bir dönem daha vaat ediyor. Bu dönemde başlıca kozları şöyle sıralayabiliyoruz:
- Ortadoğu gibi önemi azalan ve kaos katsayısı artan bir toprakta mezhepçilik ve dinci gericilik üzerinden ekonomik paylaşım yapabilecek başka bir ekip bulunmamakta.
- Mali sermayeyi hoşnut tutarak büyük bir borç ekonomisini çekip çeviren, neredeyse 10 yıldır yerleşik sayılan bir iktidar, tam da global koşullar çetinleşirken devrilirse egemen sınıf başına büyük iş almış olur.
- AKP haricinde siyasetteki en büyük olarak uzunca bir süre kalacağı düşünülen CHP, genetik olarak “memleket yönetmeye” elverişli bir parti değil. Belediyecilikte, bankacılıkta, müteahhitlikte CHP destekçisi sermayenin AKP düzeniyle uyumlu bir ortak yaşamı gelişmiş durumda. Bu yüzden, dokunulmazlık, Saray’a karşı minimumlarda ortak mücadele gibi kimi kritik başlıklarda, bu sermaye uyumunun tetiklediği müdahaleler, CHP merkezinde mutlak etki yaratıyor. Bu durum, en azından görünür gelecekte CHP’nin emekçi halka ihanetini garantilemekte. Bu noktada şaşırtıcı olan, CHP’nin iç çeperinde veya yakınında olanların üzerindeki beklenti yönetiminin başarısıdır.
- AKP’nin liberalizm desteğinden ve ekonomik büyümenin havuçlarından mahrum kalması, dünya genelinde yeni global kriz korkuları, burjuva siyasetteki otoriterleşme, demokratik ilkelerin öncelik sıralamasında gerilemesi süreciyle dengeleniyor gibi görünmekte.
- İç savaş sürdürülebildiği ölçüde merkeze oy verme eğiliminde olan emekçi nüfusun ağırlıklı bir kesimi, tüm aşırılıklarına ve despotluğuna rağmen AKP’ye yedeklenebilecek gibi görünüyor.
- Ve nihayet, şansın da yardımıyla “başımıza bir iş geldiğinde bir çaresine en iyi biz bakarız” fikrinin ufuksuz burjuvazimize iyi gelmesi!
AKP’nin bu kozları, hâlâ net bir vizyon sahibi olmadan yola devam etmesini sağlayabilecek mi? Soruyu tersinden de sorabiliriz. Bu tür garantiler, AKP’yi rakipsiz kılarak vizyonsuz, tarihsiz, köksüz siyasetinin devamını sağlayabilir mi? Alternatif oluşturulabilmesine veya yönetemez hâle gelmesine bağlı. Çünkü, egemen sınıf nezdinde sadece birden çok alternatif olduğu durumda o alternatiflerin her birinin vizyonu önem kazanır.
Vizyon kurma çabasını güçten düşüren girişimler arasında kimi Cumhurbaşkanı danışmanlarının ‘Ortadoğu ve Balkanlarda herkes İstanbul’dan yönetilmek isteyecek’ tarzı teorizasyonları bulunuyor(*) tabii ama en önemli sorun Türkiye’nin gelişmiş kapitalist ülke olmasına önümüzdeki onyıllarda hiç izin vermeyecek yapısal sorunları: Gerici ve yetersiz eğitim, teknoloji üretimi ve Ar-Ge harcamaları payının gerilemekte oluşu, ihraç mallarının ezici çoğunluğun teknolojik karmaşıklık endeksinde sonlarda yer alması, kamu hizmetlerinde hızla artan rüşvet ve yolsuzluk, altyapı ve şehircilikte kaos, ithal girdi bağımlılığı, toplam borçluluğun ekonomik büyümeden daha fazla artması, hanehalkı borçluluğunun yüksekliği ve tasarruf oranının azlığı…
Ekonomik sıkıntılar arttıkça köşelendirilme ihtiyacı hissedilebilecek bir vizyonda baş edilmesi gereken açıklardan aklıma gelenler de şöyle:
- Ekonomik sorunlar global faktörler yüzünden beklenenden daha sarsıcı bir hal alabilir. Bu yüzden AKP’nin bankalarla ittifakı sona erebilir.
- Ekonomik sorunlar, içeride ısrarlı bir emlak fiyat gerilemesi sayesinde toplumsal – ideolojik haritada radikal bazı değişiklikler yapabilir. AKP yükselecek yoksul sağcılığına ve hızla yoksullaşacak emekçilere hakim olamayabilir.
- Aramco’yu bile, yani varını yoğunu satmak zorunda kalan Suudiler başta olmak üzere, AKP’nin dış finansörleri kendi dertleriyle boğuşmaya ve dış siyasi iddialarını, dolayısıyla Türkiye finansmanını, askıya almaya başlayabilirler.
- Ortadoğu’da mezhep kutuplaşması emperyalizmin işine yarayan sonuçlar yaratmayı sona erdirebilir. Örneğin PYD, “istenmeyen çocuk”luktan Hizbullah gibi temel kurucu özne statüsüne çıkabilir.
- İslami dinci gericiliğin emperyalist merkezlerde 1980’lerin yeşil kuşak tezlerinden bu yana ilk kez bu kadar dışlanma ve yalıtılma eğiliminde olması, RTE’nin bu yolda devam ettiği sürece iktidarını korumak için “Saddamlaşma” yani emperyalist ittifaklara meydan okuma eğilime girmesine yol açma riskiyle karşı karşıya. Bu durumda ufuksuz burjuvazimizin buna bile razı olma ihtimali var ama “Eski Türkiye”nin hayata dönüp RTE’ye bir kaza yaşatmayacağı garantisi de yok.
Bitirmeden önce egemen sınıfla devlet aygıtı arasında bir temsiliyet ve çıkar rasyonalizasyonu ilişkisinden çok Mussolini rejimi tarzı bir komuta ilişkisi kurulmakta olduğu tezleriyle ilgili bir not düşmek isterim: Bunun ne kadar böyle olduğu veya hiç böyle olmadığıyla ilgili tablo ancak ve ancak bir test döneminde anlaşılabilir. Türkiye kapitalizminin dünya kapitalizminden, benzer kuşaktaki ülkelerden sermaye birikimi ve ekonomik büyüme anlamına tıpkı 1970’lerde ve 1990’larda olduğu gibi belirgin biçimde geriye düşmesi durumunda bu test devreye girecektir. Diğer bir deyişle, burjuvazinin aklında “başka bir tür yönetim biçimi daha mı iyi olur” fikri ancak sermayenin birikim krizlerinde gelir.
Bu noktaya gelmeden, bunu test etmeden önce solu ayağa kaldırmak gerekiyor. Bu tabloya artık daha fazla gecikmeden girmek zorunda olan halkçı siyaset, kök salma, solcu odakları ergenlikten kurtarma, Kürt ulusal hareketini sola açık tutma ve tabii geçerken de olsa, CHP’ye konum değiştirtme sürecini (ya tam boy Saray payandası olma, ya da sosyal demokratlaşma yolunda) hızlandırmak zorunda. Haftasonu yapılan Haziran Meclisleri toplantısını işte en çok bu hızlanma ihtiyacı adına selamlıyoruz.
(*) Yiğit Bulut’un bu sözünün sağlıklı bir akıl yürütmeyle söylenmiş olduğunu varsayabiliyorum. Üzerinde oturduklarını düşündükleri kaynağın büyüklüğünün verdiği aşırı özgüvenin bir yansıması olarak okumak gerekiyor.