Atatürkçülüğün bugünü: Simgesel hazların dayanılmaz hafifliği
Kuşkusuz, Atatürkçülüğün bugün içinde bulunduğu durumun adı yenilgidir. Ancak hazin olan yenilginin kendisi değil, Plevne Marşı misali yenilginin yok sayılması ve simgeselliklerde zafer aranmasıdır. Ne hazin...
Tugay Candan
Bir süre önce Disney+’ın Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatan diziyi yayınlamayacağını duyurmasının ardından bir bardak suda fırtınalar kopmuş ve toplumun çeşitli kesimleri, sanat camiası, düzen siyasetinin neredeyse tümü bunun bir “Ermeni lobisi işi” olduğu teziyle Disney+’ya savaş başlatmıştı.
Geçen haftalarda da 17 yaşındaki bir imam hatip lisesi öğrencisi Atatürk’ün fotoğrafına uygunsuz hareketlerde bulunmuş ve sosyal medya başta olmak üzere yine sanat camiası ile siyasetin bazı isimleri 17 yaşındaki imam hatip öğrencisinin (gayrimeşru yollar dahil) cezalandırılması için baskı kurmuş ve nihayetinde öğrenci gözaltına alınıp, tutuklanmıştı.
Her şeyden öte söz konusu Atatürk olduğunda toplumdaki bu hassasiyet dikkate değer. Çünkü çok uzun süreden bu yana ki en açığı “iki ayyaş”tır; Atatürk’ün temsil ettiklerinden de öte direkt şahsına yönelik saldırılar apaçık şekilde iktidar kanadı ya da yandaşları tarafından dillendiriliyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan AKP iktidarına kadar devletin resmi ideolojisi olan Atatürkçülük, yönetici sınıfın toplumsal kesimlere saldırılarının bir perdesi olarak da yıllarca kullanıldı. 12 Eylül’de faşist cunta görünürde “Atatürk İlke ve İnkilapları’nı yeniden hakim kılma” iddiasıyla geldi. İmam hatipleri yeniden açtı. Tarikatlar ordu içinde bu dönem sonrası örgütlenmeye başladı. Bir “ezilen toplumsal kesim” olarak kendini lanse eden muhafazakarlık, 12 Eylül’ün açtığı yolda önce ANAP, sonra Refah Partisi’nde siyasi olarak kendini var ederken, yolun sonunda AKP ile iktidar oldu.
Yine AKP iktidarının taşlarını döşeyen 28 Şubat’ın iddiası “laik devletin korunması”ydı.
2002’de iktidara gelen AKP, “eski Türkiye” söylemi ile geçmiş dönemlerle hesaplaşmaya girişti. “Eski Türkiye” denilen aslında cumhuriyetin ilk 20-25 yılı, yani Atatürk’te simgeleşen ilkelerdi.
Zaten yıllarca aşındırılmış devlet kurumlarında AKP’nin Gülen cemaati ile ortaklaşa başlattığı operasyon aslında etkili bir yöntem olan Cumhuriyet Mitingleri ile karşı bir tepki görse de süreklilik arz etmemesi nedeniyle çok da uzun olmayan bir sürede başarıya ulaştı.
Cemaatle hesaplaşmasının ardından devlette yeni “otoriter-İslamcı” düzenini oturtmaya çalışan AKP’nin Gezi duvarına çarpması, Atatürkçülük açısından da temsiliyetin el değiştirmesine neden oldu. Atatürkçülüğün temsiliyetinin artık devlette değil, halkta olduğu tescillendi.
Ancak gericiliğin bir bütün olduğu unutulmamalı. Devlet AKP eliyle gericileşirken, düzen siyasetinin diğer bileşenleri de dillerinden Atatürk’ü düşürmeden özelleştirmeler, laiklik, kadın-erkek eşitliği, eğitimin gericileşmesi, tarikat ve cemaat gibi başlıklarda AKP’ye pek de sorun çıkarmadı.
Böylelikle toplumda diri ama siyasi olarak temsilcisi kalmayan Atatürkçülük, kaybettiği tüm mevzilerden çekilerek, kendisine küçük mevzilerden hedefler, simgesel tatminler seçmeye başladı.
Statlarda İzmir Marşı söylenmesi ve “Türkiye laiktir, laik kalacak” sloganı bir mesajdı. Kuşkusuz iktidar bu mesajı aldı, yansımaları da oldu. Ancak iktidar üstte sayılan başlıklarda adımlarını son hızla atarken, sadece mesaj anlamına gelen bu reaksiyonlar bir süre sonra iktidar tarafında da normalleşti. Dikkat çekiciliği gittikçe azaldı ve tükendi.
Şimdi düğünlerde, eğlence mekanlarında bile her an duyulan bu marş ve sloganlar, tamamen bir tatmin aracına dönüştü.
Oysa peşkeş çekilen cumhuriyet mirası, “iki ayyaş”, Atatürk’ün TRT’den bile izlerinin silinmesi, imam hatiplerin mantar gibi türemesi, Medeni Kanun üzerinden kadınlara yönelik sadırılar, tarikat ve cemaatlerin sosyal hayatta söz sahibi olması Atatürkçülerde toplumsal, dinamik, caydırıcı tepkiye dönüşmedi.
Hazindir; AKP cumhuriyeti tasfiye ederken, görülmemiş derecede büyüyen sermaye gruplarının, simgeselliğini dahi yitirme durumunda olan cumhuriyet ve Atatürk ile ilgili önemli günlerde yayınladığı reklamlara duygulanarak bakan bir toplumsal kesim var.
Ümit Özdağ, Muharrem İnce gibi siyasi figürlerin de başta sığınmacı karşıtlığı olmak üzere seküler-milliyetçi-popülist söylemlerle kendini “Atatürkçü” olarak tanımlayan gençlerde etki uyandırdığını görmek mümkün. Ancak tekrar etmek gerekirse bu figürlerin imam hatiplerin mantar gibi türemesi, Medeni Kanun üzerinden kadınlara yönelik sadırılar, tarikat ve cemaatlerin sosyal hayatta söz sahibi olması gibi başlıklarla pek dertleri yok.
Toparlarsak; bugün Atatürkçülüğün özünde barındırdığı iddiaların düzen siyasetinde bir karşılığının olmadığı açık. Toplumsal kesimlerin öncüsüz biçimde bu iddiaları yeniden dinamik bir mücadele konusu haline getiremediği de açık.
Öyleyse “gericilik”, “bağımsızlık”, “cumhuriyetçilik”, “laiklik” gibi başlıklarda tek adres olarak kalan sosyalist siyasetin bu mücadele başlıklarında bu kesimleri nasıl mücadeleye dahil edebileceği kitleselleşmesi açısından önemli bir başlık olmuş durumda.