Geçen hafta İstanbul 43. Asliye Ceza Mahkemesi'nin aldığı bir karar gündeme oturdu. 'Hırsız Katil Erdoğan' pankartı açtıkları iddiasıyla yargılanan Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) üyelerinin avukatı Adalet için Hukukçular üyesi Avukat Özgür Urfa, Cumhurbaşkanına hakaretin suç sayıldığı TCK'nın 299. maddesinin Anayasa'nın 90, 25, 26 maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle Anaysa Mahkemesi'ne götürülmesini talep etti. Mahkeme talebi ciddi bularak eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle 299. maddenin iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurdu. Dava, Erdoğan cumhurbaşkanlığı görevine geçtikten sonra bin 845 davaya konu olan "Cumhurbaşkanı'na hakaret" suçlamasının hukuki dayanağı bakımından büyük önem taşıyor. Konuyla ilgili Özgür Urfa'yla görüştük.
HAKARET SUÇLAMASIYLA BİN 845 DAVA AÇILDI
Ceza Mahkemesine Cumhurbaşkanı'na hakaret suçunun Anayasa'ya aykırı olduğu kararı aldırarak, konunun AYM'ye taşınmasını sağladınız. Bu başarı büyük ses getirdi. Davanın öyküsünü anlatır mısınız? Ve bu dava neden önemli?
Tayyip Erdoğan'ın cumhurbaşkanı seçilmesinden itibaren kendisine yönelik her türlü eleştiri "hakaret" olarak değerlendirilmeye başladı. İnsanların evleri basıldı, tutuklamalar yaşandı ve binlerce kişiye davalar açıldı. Adalet Bakanlığı'nın Mart ayı başında açıkladığı verilere göre 1,5 yılda Cumhurbaşkanına hakaret suçundan dolayı bin 845 dava açılmış durumda.
Geçtiğimiz hafta gündeme gelen mahkeme kararındaki olay da diğer davalara benzer içerikte. Geçen yıl İstanbul Üniversitesi'nde üzerine asılan Türkçe ve Arapça "Hırsız-Katil Erdoğan" yazılı afiş sebebiyle Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) üyesi iki öğrenciye cumhurbaşkanına hakaret suçundan dava açılmıştı.
Dava sürecinde mahkemeden esas ve öncelikle talebimiz "Cumhurbaşkanına hakaret" suçunun Anayasaya aykırı olduğu ve bu sebeple iptal edilmesi için Anayasa Mahkemesine başvurulmasıydı.
Bu düzenlemenin Anayasaya aykırı olmasının iki temel dayanağı var. Birincisi, Cumhurbaşkanına diğer kişilere göre ayrıcalıklı bir koruma sağlanarak eşitlik ilkesinin ihlal edilmesi, diğeri ise uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınan düşünce ve ifade özgürlüğünün ihlal edilmesiydi.
Türkiye'nin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasanın 90. Maddesi uyarınca iç hukukumuz bir parçası olup doğrudan uygulanıyor. Hatta bu sözleşmelerle, ülkemizdeki kanun hükümleri arasında bir çelişki/farklılık bulunması durumunda uluslararası sözleşme hükümlerinin uygulanması gerekiyor.
Avrupa Insan Hakları Mahkemesi (AIHM) birçok kararında devlet başkanlarını özel olarak koruma altına alan yasal düzenlemelerin eşitlik ilkesine aykırılık teşkil ettiğini belirtiyor. Hatta gerek devlet başkanı gerek siyasi kişiliklerin daha fazla korunması bir yana diğer kişilere göre daha sert/kaba/şoke edici şekilde eleştirilebileceğine dair kararlar veriyor.
İstanbul 43. Asliye Ceza Mahkemesinin de Cumhurbaşkanına hakaret suçunun Anayasaya aykırı olduğu gerekçesiyle iptalini istemesinin gerekçesi ve dayanakları bunlardı.
Kararın kamuoyunda duyulması sonrasında AKP ve yandaşları tarafından meselenin "cumhurbaşkanına hakaretin önü açıldı" şeklinde tartıştırılmasını ise artık alışageldiğimiz algı operasyonlarınin bir yenisi olarak değerlendirebiliriz.
Konunun, hakaretin meşrulaştılmasıyla/önünün açılmasıyla hiçbir ilgisi bulunmuyor. Türk Ceza Kanununun (TCK) 125. maddesinde hakaret bir suç olarak düzenlenmiş ve herkes için eşit şekilde uygulanır. Cumhurbaşkanına hakaretin ise TCK'nin 299. Maddesinde ayrı bir suç olarak düzenlenmesi ise yukarıda anlattığımız gerekçelerle eşitlik ilkesine aykırıdır. İptal edilmesi istenen bu eşitsizliktir. Kısacası Cumhurbaşkanı da diğer tüm yurttaşlar gibi aynı düzenlemeye tabi olmalı. Hakaret davası silahını Erdoğan'ın elinden alacağız.
BirGün gazetesi "Katil ve hırsız Erdoğan" manşeti nedeniyle yargılanıyor
ERDOĞAN'IN HER TÜRLÜ HAKKI VE YETKİSİ VAR, SORUMLULUĞU YOK
Gördüğümüz kadarıyla Erdoğan'ın ya da genel olarak Cumhurbaşkanı'nın sorumsuzluğu, birçok konuda bir yasal zırh anlamına geliyor. Sizin davanızın da temelini oluşturan eşitlik ilkesinin yadsındığı başka örnekler, durumlar neler?
Hukuksal düzenlemelerde hak/yetki ve sorumluluklar bir bütündür ve ayrıştırılamaz. Herhangi bir kişinin hak ve yetkileri varsa bunlarla bağlantılı sorumlulukları da olmak zorundadır. Ülkemizde ise Cumhurbaşkanının her türlü hak ve yetkisi var ancak hiçbir "sorumluluğu" bulunmuyor. Cumhurbaşkanı "vatana ihanet" suçu dışında hiçbir şekilde yargılanamaz zırhının arkasında her türlü sorumluluktan muaf şekilde davranıyor. Bu, hiçbir şekilde kabul edilemez bir yaklaşımdır ve yasal olsa bile hukuka aykırıdır.
Türkiye faşizan bir iktidar tarafından ve neredeyse tek kişinin her şeye muktedir olduğu bir biçimde yönetiliyor. Böylesi bir durumda hukuk alanı tabii büyük önem taşıyor. Sizin, ilericiler adına bu alanda zorlanması gerektiğini düşündüğünüz noktalar neler? Adaleti savunmak için hukuk alanında yapılabilecek şey kaldı mı?
Türkiye, tartışmasız şekilde diktatörlük koşullarının yaşandığı, faşizan uygulamaların hayatın her alanında kendisini gösterdiği bir ülkeye dönüştü. Hukuk, her dönem siyasi iktidarların kendi amaçları doğrultusunda kullandığı bir meşruiyet aracı olmuştu. 14 yıllık AKP iktidarı ise hem kendisinden önceki dönemlerden kalanları tasfiye etmek hem de hedeflediği rejim değişikliği içi hukuku/yargıyı onemli bir silah olarak kullandı ve kullanmaya devam ediyor. Yargı tamamen siyasallaşmış ve adeta iktidarın bir baskı ve tasfiye aracı haline getirilmiş durumda.
Oldukça karamsar bu tabloda ilericilere düşen görev adalet talebinin ve mücadelesinin yükseltilmesidir. Gazetecilerin, akademisyenlerin, avukatların ve toplumsal muhalefetin her kesiminin çeşitli gerekçelerle gözaltına alındığı, tutuklandığı, yargılandığı bir süreçteyiz. Tutuklamalar, davalar bütünlüklü bir saldırı olup sadece davalarda yargılanan kişilere yönelik değil. Aksine burada verilmek istenen mesaj toplumun geri kalanına... Siyasi iktidar, "benim iktidarıma ve politikalarıma itiraz ederseniz tutuklanırsınız, yargılanırsınız" şeklinde mesaj vermek istiyor.
DAYANIŞMAYI ÖRGÜTLEMELİYİZ
Toplumsal muhalefete adalet mücadelesinde düşen önemli bir görev dayanışmanın örgütlenmesi. Iktidarın yargıyı bir baskı aracı olarak kullanmasına karşı toplumun güçlü, örgütlü ve dayanışmacı bir mücadele hattını örmesi gerekiyor. Somutlamak gerekirse Akademisyenlerden gazetecilere kadar her türlü iktidar karşıtının sanık olarak yargılandığı davalarda, bizlerin mağduru/şikayetçisi olduğu kadın cinayetlerinde, çocuk istismarcılarının yargılandığı tüm davalarda toplumsal baskının hissettirilmesi, kamuoyu oluşturulması ve davaların kalabalık olarak takip edilmesi gerekiyor.
AYM'NİN DÜNDAR/GÜL KARARI İKTİDAR BLOĞUNDAKİ SÜRTÜŞMEDEN VE HALK TEPKİSİNDEN KAYNAKLANDI
AYM'nin bugünkü yapısı ve halihazırda aldığı tutumla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Gelinen noktada özellikle Can Dündar/Erdem Gül kararının verilmesindeki etken AYM'nin muhalif karakteri ya da hukuksal değerlendirmeleri değil. Bu karardaki etkenler iktidar bloğu arasındaki sürtüşmeler/ayrışmalar, uluslararası baskı ve kamuoyu tepkisi.
AYM'nin yapısı ve tutumuna ilişkin en somut örnek ise Dündar/Gül hakkında verdikleri kararla aynı gün verdikleri Roboski katliamıyla ilgili yapılan hak ihlali başvurusunu reddetmiş olmalarıdır.
DÜNDAR/GÜL DAVASININ İDDİANAMESİ İKTİDARIN İŞLEDİĞİ SUÇLARIN SAVUNMASI OLACAK
Geçen haftanın bir önemli konusu da Can Dündar-Erdem Gül davasıydı... Siz de Adalet için Hukukçular olarak bu davayı yakından takip ettiniz. Bu davayla ilgili değerlendirmeniz nedir?
Bu dava siyasi iktidarın kendi suçlarını örtbas etme davasıdır. Suriye'de yaşanan iç savası kışkırtan, cihatçı çeteleri eğiten ve militan sağlayan, son olarak silah sevkiyatı yaparken yakalanan siyasi iktidarın ortaya dökülen suçları örtbas etmesi gerekiyordu.
Davayla ilgili hazırlanan yüzlerce sayfalık iddianameyi okuduğunuzda Can Dündar/Erdem Gül'ü siyasi iktidarın suçlarını haberleştirmeleri dışında hiçbir şey bulunmuyor.
İddianamenin dili, içeriği ve delilleri incelendiğinde Dündar/Gül'e yönelik suçlamalardan ziyade Reyhanlı patlamasından, Suriye'de işlenem iktidarın suçlarına kadar bu politikaların açık bir savunusu ve meşrulaştırılması çabası ortaya koyulmuş durumda.
İddianameyi okuduğumda aklıma ilk gelen siyasi iktidarın ileride, işlediği suçlardan yargılandığı bir davada bu iddianamenin sanıkların savunma dilekçesi olabileceğiydi.
Cuma günkü duruşmanın ve davanın özeti ise Can Dündar'ın savunmasında yer alan "Hükümetin işlediği suçun hesabını burada biz veriyoruz. Asıl biz müştekiyiz, müştekiler ise şüphelidir. Bugün müşteki olan ve suç işleyenler birgün mutlaka yargılanacaklardır" sözleridir.