90’lı yılların sonunda solla, sosyalizme tanışanlar için Avrupa Birliği tartışmaları önemli bir yer işgal eder. Sovyetler Birliği çözülmüş, dünya komünist hareketi ideolojik ve siyasi olarak geriye çekilmiş, dünya kapitalizmi emekçi sınıflara tarihin sonu tezi, küreselleşme süreci ile ağır bir ideolojik saldırı başlatmıştı. Dünya kapitalizmi için, Avrupa Birliği, ‘’sermayenin serbest dolaşımının ve piyasa mekanizmalarının dışarıdan bir müdahale olmadan işleyişinin, siyaset alanına da bir istikrar, sadeleştirme ve giderek tekdüzelik getireceği yolundaki klasik liberal tezler..’’1 açısından bir rol modeliydi. Diğer bir deyişle; büyük anlatılar çökmüş, majör politikaların yerini minör politikalar almış, küreselleşme süreci ile ulus devletlerin miadı dolmuştu. İşte Avrupa Birliği, tüm bu ideolojik ve siyasi bombardımanın, emekçi sınıflar üzerinde kurulmaya çalışılan hegemonyanın vücut bulmuş haliydi.
Elbette sosyalizmde inat ve ısrar eden marksizmin devrimci öbekleri açısından tüm bunlar birer heyuladan ibaretti. Bu heyula ile mücadele ederek kendi kimliğini belirginleştiren marksizmin devrimci öbeklerinin haklılığı, bugün ‘’mülteci krizi’’ denilen süreçle ve Avrupa Birliği’nin bu sürece ilişkin verdiği faşizan ve ayrımcı tepkilerle iyice görünür hale geliyor.
TEL TEL DÖKÜLEN LİBERAL SAFSATALAR
‘’Mülteci Krizi’’ denilen olgu, tereddüde yer bırakmayacak şekilde emperyalizmin Irak, Libya ve Suriye’deki kanlı politikalarının bir sonucudur; bu yalın gerçeğin altını sürekli çizmek gerekiyor. Çünkü, burjuva ideolojisi tarafından emperyalizm ve mültecilik arasındaki nedensellik bağı güvenlikçi politikalara indirgenerek koparılmaya, gizlenmeye çalışılıyor. 13 Kasım 2015 Paris saldırılarından sonra mülteci krizinin büründüğü vehçe, güvenlikçi politikaların yükselişi açısından bir kırılma noktasıdır.‘’Avrupa’nın 11 Eylülü’’olarak görülen saldırılar sonrasında, bir kez daha terörle mücadele, islami radikalleşme, serbest dolaşım, AB sınırlarının güvenliği gibi konular tartışmaya açıldı. Dahası, saldırıların faili olan iki intihar bombacısının, Ekim 2015’te Yunanistan’ın Leros adasına bir mülteci grubu içinde giriş yaptığının kesinleşmesiyle, dikkatler bir anda mülteci krizine çevirilmiş oldu.
Özellikle, Avrupa Birliği’nin daha küçük ülkeleri (ki özellikle reel sosyalizm pratiği yaşamış ülkeler olması üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur) tarafından uzunca bir süredir dillendirilen sınırların mülteci akınlarına kapatılması vb. uygulamaları saldırıları fırsat bilerek uygulamaya koydu. Bu konuda iki örneğin oldukça anlamlı olduğunu söylemek gerekiyor.
Birincisi, Polonya’nın Avrupa İşlerinden Sorumlu Bakanı Konrad Szymanski, geçici yer değiştirme programı çerçevesinde önceki hükümetin kabul ettiği 7.500 kişilik sığınmacı kotasını uygulamayacaklarını, zira bunun yaşanan son olaylardan sonra siyasi olarak mümkün olmadığını ifade etti.
İkincisi ise, sığınmacı dalgalarını engellemek ve göç rotasını değiştirmek amacıyla sınıra tel örgü çeken ve Müslüman mültecilerin kıtanın Hristiyan kimliğine zarar vereceği iddiasıyla gündeme gelen Macaristan Başbakanı Viktor Orban, göç yönetimi konusunda AB’yi vizyonsuz, zayıf ve yetersiz olarak nitelendirdi ve iktidarda oldukları müddetçe Komisyonun ‘irrasyonel’ kota uygulamasını reddedeceklerini söyledi. Böylece Orban, son 25 yıldır burjuva ideologları tarafından pompalanan ‘’ulus-devletler çözülüyor’’ liberal safsatasının mezar taşını da dikmiş oldu.
Robet O.Paxton’ın Faşizmin Anatomisi adlı kitabında, faşizmin yükselişinde kitlelerin ‘’var olan demokratik kurumlardan’’ vazgeçmeye hazır olmasının önemi vurgular. Bu tespitten hareketle, Avrupa Birliği’nin merkez ülkelerinde durum daha da vahim hale gelmiş durumda. ‘’Liberal demokrasinin beşiği’’ olan ülkelerde, faşist hareketler ciddi biçimde yükseliyor. Örneğin, Almanya’da, Neo-Nazizm’den farklı bir faşizm formu olarak tanımlanabilecek ALTERNATIVES, İngiltere’de Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP); Fransa’da Ulusal Cephe (FN) adlı faşist partilerin aldıkları oy oranlarındaki artış bu açıdan oldukça manidardır.
Danimarka Halk Partisi liderinin, “bunlar klan savaşlarıyla, töre cinayetleriyle, toplu tecavüzlerle Stockholm, Gothenburg ya da Malmö’yü İskandinav Beyrut’una çevirmek istiyorlarsa (...) bariyer koymasını biliriz” sözleri, Avrupa sağının mülteciye ve mülteci sorununa bakışı açısından tipiktir. Bu bakışın sağa özgü olduğunu sanmayalım. Giderek bir pop ikonuna dönüşen ‘’marksist filozof’’ Zizek; ‘’Avrupa devletlerinin yasalarına ve toplumsal normlarına uyma yükümlülüğünün” talep edilmesini savunur hale geliyor. Yani mültecilerin kültürel normları ile Avrupalının kültürel normları çatıştığı anda ev sahibinin kendi kültürel normları korumaya hakkı vardır Zizek’e göre. İşte, Avrupa Birliği’nin övündüğü çok kültürlülüğü, mülteci bir kadından moda ikonu yaratmaktan öteye gitmez. Zizek ve avanesi de bundan bağımsız değildir.
Avrupa Birliği’nin sınır güvenliği için 2005’te kurulmuş olan Frontex üzerinde ise özellikle durmak gerekiyor. Avrupa Birliği’nin üye ülkelerin dış sınırlarındaki operasyonel faaliyetlerden sorumlu olan bir kurum Frontex. Frontex’in özelliği ise kadife eldiven içindeki demir yumruk olmasıdır. Örneğin; Almanya yasalarına göre, bir mültecinin üçüncü bir AB ülkesine girmeden Almanya’ya iltica etme hakkı vardır. Lakin bu hak, coğrafi konumlardan kaynaklı olarak imkansızdır. Bu nokta da Almanya kendi yasal çerçevesinde fiili olarak ilticaya karşı kendini savunacak bir mekanizma geliştirirken Frontex ile bu mekanizmayı koruyor. Yani, iltica edebilme haklarını iltica edenlere, mültecilere karşı koruyor Frontex. Liberal demokrat, özgürlükçü Avrupa’nın küçük NATO’su Frontex, gayri-resmi rakamlara göre, 20.000 mültecinin ölümünden sorumludur. Kısaca, Frontex faaliyet alanı sınırlar olan bir terör örgütüdür.
ANLAŞMA: KÜÇÜK ÜYELER RAHATSIZ
Mülteci Krizi, Birliğin merkezindeki ülkelerle, ikinci kuşak dediğimiz ülkeler arasındaki gerilimleri de açığı çıkardığını görüyoruz. Avusturya’da yapılan ve ‘Göçü Birlikte Yönetmek’’adıyla toplanan zirveye Yunanistan’ın çağırılmaması dozajı giderek artan bir krizi beraberinde getirdi. Arnavutluk, Bosna Hersek, Bulgaristan, Hırvatistan, Kosova, Makedonya, Karadağ, Sırbistan ve Slovenya’nın davet edildiği zirveye Yunanistan gibi mülteci krizinin merkezinde duran bir ülkenin davet edilmemesi ise oldukça manidardır. Zirveden batı balkan ülkelerine mülteci akının hafifletilmesi kararı çıkarken, bu ülkelere Avusturya’nın katılımıyla yapılan ortak deklarasyonda, ‘’mültecilerin ülkelerinde en yakın olan ülkede konumlandırılması’’imza altına alındı. Yani, Yunanistan’ın, Türkiye’den sonra ikinci tampon ülke olarak konumlandırılmasına karar verildi. Yunanistan’ın bu kararı kabul etmediğini ve AB-Türkiye arasında 5-7 Mart arasında yapılması planlanan zirveyi veto etme tehdidinde bulunduğunu belirtelim.
Anlaşmadan hoşnutsuzluk sadece Yunanistan ile sınırlı değil. Macaristan gibi ülkelerde bu Türkiye ile yapılması planlanan anlaşmayı hayal ürünü olarak görüyor. Diğer yandan, Almanya’da anlaşmaya karşı muhalefet yükselmiş durumda. Lakin, Merkel’in bu muhalefeti, uluslararası alanda elini güçlendirmek için kullanabileceğini görmemek için kör olmak gerekiyor.
MÜLTECİ KRİZİNDE TAMPON ÜLKE: TÜRKİYE
Avrupa Birliği ile Türkiye arasında 5 Mart ve 7 Mart tarihleri arasında bir Mülteci Krizi’ne ilişkin olarak bir zirve yapılması planlanıyor. Bir önceki zirve 29 Kasım’da yapılmıştı. 29 Kasım 2015’teki zirvede Avrupa Birliği ile Türkiye arasında; Avrupa Birliği üyelik sürecinde yeni fasılaların açılması ve böylece sürecin yeniden canlandırılması, vize serbestisi ve başlangıç olarak Türkiye’deki Suriyeli mülteciler için 3 milyar Avroluk bir yardım yapmasına karar verilmişti. Yani, Avrupa Birliği, Türkiye’nin ağzına bir parmak bal çalarak ve para karşılığında mülteci krizinin sınırları dışında tutabileceğini düşündü.
Türkiye daha doğru bir ifade ile AKP/Saray Rejimi için mülteci krizinin Avrupa Birliği’ne karşı koz olarak kullanılmak isteniyor. AKP/Saray Rejimi tarafından Avrupa Birliği’ne karşı şantaj objesine dönüştürülmeye çalışılan mülteci krizinin ne gibi sonuçlara gebe olduğunu bilemiyoruz.
Sızan anlaşma metininden de anladığımız kadarıyla bu anlaşma, 95 yıl önce kaldırılan kapitülasyonların yeniden yürürlüğe girmesi demek. Mültecilerin geri kabulü maddesi buna çok iyi bir örnek: Şöyle ki; anlaşmanın taslak metninde var olan, ‘’Türkiye üzerinden gelen her kişiyi Türkiye geri almak zorundadır.’’maddesi, Kıta Avrupa’sında hali hazırda 1.5 milyon’a ulaşan sayısıyla mültecilerin, en az yarısını tekrar Türkiye’ye kabul edilmesi demektir. Bu durumun Türkiye üzerinde yaratacağı ekonomik, sosyal, siyasal problemler bir tarafa, halen mülteci konumunda olan ve büyük çoğunluğu Kıta Avrupası’nda Nazilerin toplama kamplarına benzer kamplarda yaşayan mültecilerin Türkiye’ye nasıl gönderileceği üzerine ise bir fikrimiz yok. Lakin, Avrupa’nın tarihinde musevilerin toplama kamplarına gönderilmesi tecrübesi olduğunu hatırlatalım.
SONUÇ
Bitirirken, mülteci krizi ile emperyalizmin içinde bulunduğu krizin birbirine son derece bağlı olduğunu görmek, bu bağlantının üzerini örten her türlü perdeleme girişimine karşı şiddetli bir mücadele yürütmek gerekiyor. Tekrar etmek pahasına vurgulanması gereken nokta; emperyalizmin krizi merkez ulus devletler temelinde yükselen bir hiyerarşiye dayalı, tüm toplumu baskı altına alan faşist yasaların uygulanabileceği bir yapılanmayı çağırıyor ve mülteci krizi bu yapılanmayı meşrulaştırılmak için kullanılıyor.
Peki çözüm?
Bu soruya cevabı, Korkut Boratav Hocamız veriyor: ‘’Çözüm sosyalizmin geleneksel değerlerine dönmekte:’’2
-
Komünist Dergisi sayı 4, Metin Çulhaoğlu, Dünya, ‘’Kuruculuk Misyonu’’ ve Devrim Üzerine s.10
-
http://odatv.com/islamci-fasizmin-en-kritik-adim-baskanlik-rejimidir-2102161200.html