‘Aydınlanma nedir?’ 233 yaşında!
Kant’ın ünlü makalesinin kaleme alınmasının üzerinden 233 yıl geçti. Kant için evrensel olabilecek tek insani özellik vardı: İnsanın özgürlüğü.
İbrahim Mergen
Immanuel Kant’ın ‘Aydınlanma Nedir?’ isimli makalesi ilk olarak 30 Eylül 1784 yılında yayınlanmıştır. Yani bugünlerde yayınlanışın yıldönümünü yaşamaktayız. Felsefe tarihinin en önemli metinleri arasında değerlendirilmesi gereken bu makale, tarih Fransız Devrimi’ne doğru seyrederken ortaya çıkmıştır. Dönemin sosyal ve düşünsel atmosferini yansıtması ve döneme yön veren metinlerden birisi olması nedeniyle de son derece önemlidir. Bilindiği gibi Aydınlanma Çağı, henüz daha içindeyken bizzat o çağı yaşayanlarca isimlendirilmiş bir çağdır. İlk olarak Voltaire 1761 tarihinde, dönemi Aydınlanma Çağı olarak adlandırmıştır ve diyebiliriz ki Kant’ın metni de bu isimlendirmeye içerik ya da tanım sağlamıştır. Dahası makalenin girişinde kullandığı cesaret etmeye yönelik çağrı, yani ‘Sapere Aude!’ Aydınlanmanın temel sloganlarından birisi olmuştur. ‘Aydınlanma Nedir?’ sorusunun yanıtını tek kelimeyle vermek gerekirse, Kant’ın yazdığı metin ışığında ‘özgürlüktür’ diyebiliriz. Bu özgürlük elbette aklın sağladığı özgürlüktür, öyleyse Kant’ın çağrısı kısaca insanın aklını kullanmaya cesaret etmesi gerektiğini öne süren tarihsel bir çağrıdır.
Metnin en önemli vurgusu, dinin dahi akli eleştiriye açık olması gerektiği yönündedir. Kant bu talebi önce askerlik mesleği üzerinden örnekler; bir asker aldığı emri eksiksiz olarak yerine getirmek zorundadır bu onun mesleki görevidir, ancak aynı asker akıl sahibi bir insan olarak askerlik kurumunu ya da askerlik “sanatını” eleştirmek sorgulamak özgürlüğüne de sahip olmalıdır. Benzer şekilde din görevlisi de mesleğinin gereklerini kurallar doğrultusunda yerine getirmekle yükümlüdür ancak dinin kendisini eleştirme ve bunu toplumla paylaşma özgürlüğüne sahip olmalıdır. Bu anlamda aydınlanma, Kant’ın deyimiyle, insanlığın kendi kendisini ittiği çocukluk halinden çıkıp erişkinliğe ulaşması olarak da anlaşılabilir. Çünkü Aydınlanma ile beraber akıl rehin kalmaktan kurtulmaktadır.
‘Aydınlanma Nedir?’ bir sistem felsefecisi olan Kant’ın tüm felsefi yaklaşımı ile uyum içerisinde olan bir metindir ve Kantçı düşüncenin gündelik hayata ya da güncel sosyal/politik başlıklardan birisine uygulanışı olarak da değerlendirilebilir. Kısaca Kant’ın bu metne hangi düşünsel temeller üzerinde yükselerek geldiğini burada biraz aktaralım ki metinin içeriğinin ardındaki göndermeler daha iyi anlaşılsın. Kant için evrensel olabilecek tek bir insani özellik vardır. O da her durumda insanın özgür olması ve de elbette bunun farkında olmasıdır. Bu durum insan zincire vurulmuş dahi olsa geçerlidir çünkü her bir birey, bir diğer kişi olmaması anlamında otonomiye sahip olduğunu bilir. Dünyadaki diğer insanların da benzer bir otonomiye ve özgürlüğe sahip olmadığını düşünmek içinse geçerli bir neden yoktur. Kişi en zor şartlarda ve esaret altında olsa dahi fikren her zaman mecbur edildiğinden farklı biçimde düşünme özgürlüğüne sahiptir. Bu özgürlük adeta bir doğa yasasıdır. İşte tüm tarih, kanlı savaşları, çalkantılı isyan ve devrimleri, kısa ya da uzun süren durgunluk ve barış dönemleri ile bu özgürlüğün gelişmesinin tarihidir.
‘En temel özelliği özgürlük olan insan’ fikri, Kant’ın belki de en etkili çıkarımlarda bulunduğu etik alanındaki felsefi görüşlerine de kaynaklık eder. Etik Groundwork’te belirtildiği üzere aslında özgürlüğün yasalarını belirleyen disiplindir. Etik alanında, temellendirilmiş bir açıklama geliştirebildiğimiz takdirde, özgürlüğün yasalarını ve doğasını belirlemiş oluruz ve dolayısıyla insanın nasıl yaşaması gerektiğine dair bir görüş elde etmiş oluruz. İnsanın nasıl yaşaması gerektiğine dair bir görüşümüz varsa da elbette insanı bu şekilde yaşamaktan alıkoyan sosyal olgularla karşı karşıya geliriz. ‘Aydınlanma Nedir?’ işte bu son noktada ortaya çıkmış, politik mesajı yüksek bir metindir.
Bilindiği üzere Kant etikte deontolojik tabir edilen yaklaşımın kurucusudur. Kant erdem etiği ya da faydacı etik denilen yaklaşımlardan ayrılarak eylemin kendisine odaklanır. İnsan sonuçlarına, yani getireceği hazza ya da mutlu bir yaşam sağlayıp sağlamayacağına bakmaksızın sadece eyleminin doğruluğunu düşünmelidir. İnsan doğru eylemi yapmakla yükümlüdür. Görev ahlakı olarak görülebilecek bu yaklaşım her ne kadar zıttını işaret ediyor gibi görünse de aslında insan özgürlüğünü merkezine alır. Kant’ın vurgusu şu şekildedir; eylemlerimiz mutluluk ya da haz elde etmek adına yapıldığı takdirde, insanın dışa bağımlılığının ilanından başka bir anlam ortaya çıkarmazlar. Örneğin, kimseyi öldürmemeyi ya da kimseye zarar vermemeyi tercih eden bir birey, sonucunda başına gelecekleri düşünüp, huzurunun kaçmaması ve kendi hayatının altüst olmaması adına böyle yaşıyorsa, huzuruna ve bu huzurlu hayatı sağlayan koşullara bağımlı demektir. Hâlbuki aklın yasası öyle gerektirdiği için, doğru olan kimseye zarar vermemek olduğu için ya da her insan kendi içinde bir amaç olduğu için o şekilde yaşıyorsa, bu insan huzuruna ya da huzurunu sağlayan koşullara bağımlı hareket etmiş olmaz. Öyleyse sonucunda elde edeceği/kaybedeceği şeylerden, dürtülerinin yönlendirmelerinden, maddi ihtiyaçlarından vb. bağımsızlaşabildiği ölçüde kişi insani olarak aklın kontrolünde hareket eder ve özgür eylemler sergilemiş olur. Dışa bağımlılık sadece maddi dünyaya bağımlılık olarak algılanmamalıdır. Kant açısından aklını dine rehin vermiş bir kimse de en az haz odaklı yaşayan kişi kadar özgürlükten uzaktır. Din insan aklı yerine çalışmamalı akla dışsal bir şey olarak eylemlerimizin kaynağı olmamalıdır. ‘Aydınlanma Nedir?’ bu çerçevede okunursa verdiği mesaj daha net anlaşılacaktır.
Kant elbette insanın duygularının, dürtü ya da ihtiyaçlarının farkındadır, o nedenle eylemlerimize yön verecek akli yasayı her ne kadar evrensel yasa olarak tarif etse de gereklilik kipinde tanımlar. İnsan bu yasaya bakarak mümkün olduğunca ona uygun yaşamalıdır. Bu anlatılanlar ışığında özgürlüğü merkezine alan, eylemlerimize yön veren akli yasayı da burada aktaralım. Kant’ın kategorik imperatif olarak tanımladığı yasa üç ayrı formülle sunulur ancak aslında bu üç formül aynı yasanın farklı veçhelerinden ibarettir:
-Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun.
- İnsanlığı, kendinde ve başkalarında, bir araç olarak değil de her zaman bir amaç olarak görecek şekilde davran.
- Öyle davran ki iraden, kendisini herkes için geçerli olan kurallar koyan bir yasa koyucu olarak hissetsin.
Yukarıdaki üç imperatif de aslında evrenselleştirilebilir olmayı temel ilke olarak alır. Yani ilk imperatif diğer iki imperatifin özüdür. İkinci imperatifte insanın evrensel olarak kendinde bir değer olduğu dolayısıyla hiç kimsenin bir araç olarak görülemeyeceği vurgulanır. Üçüncü imperatifte ise her insan akli melekelere sahip özgür bireyler olarak evrensel yasayı tanıyıp ona uygun hareket edebilecek yasa koyucu özneler olarak tanımlanır. Bu üç imperatifle sınandığında uyum gösteremeyen bir eylem, etik değildir dolayısıyla akli de değildir.
Birkaç örnekle izah edelim; mesela yerine getiremeyeceğimi bildiğim halde söz vermek doğru bir davranış mıdır? Söz vermek bir yerde sözleşme yapmaktır. Yerine getirmeyeceğimi biliyorsam zaten söz vermek ediminin şartlarını daha baştan sağlamamış olurum. Dolayısıyla giriştiğim eylem aslında kendi içinde çelişiktir. Dahası bu eylem evrenselleştirilemez de. Verilen tüm sözlerin tutulmadan bırakıldığı bir dünyada söz vermek gibi bir eylem anlamını yitirir ve var olamaz. Evrensel olarak uygulanmasında bir sakınca söz konusudur dolayısıyla karşılıksız söz vermek akli yasayı ihlal etmektedir. Daha politik bir örnek verelim; bir zümrenin ya da sınıfın dar çıkarları için savaş ilan eden bir yöneticinin eylemi hemen anlaşılacağı üzere savaşa sürdüğü insanları araç olarak görmektedir. Dolayısıyla örneğin çıkar amaçlı bir işgal savaşı, evrensel olarak kendinde birer değer olan insanları araç derekesine indirmektedir. Tüm insanların araç olduğu bir dünyada insanın biricik temel vasfı olan otonomisi ortadan kalmış olacağı için bu savaş ilanı da evrenselleştirilemez ve etik dışı olarak değerlendirilmelidir.
Peki, kapitalizm bağlamında düşünecek olursak, dine ya da insani ihtiyaçlara bağımlı kalmamayı, bunlar karşısında özgürleşmeyi salık veren Kant’ın bize söyleyeceği bir şey olabilir mi? İkinci imperatif kimsenin araç olamayacağı iddiasını taşıyor dedik, fakat kapitalizme baktığımızda ücretli çalışan herkesin yani bir bütün olarak işçi sınıfının, sermaye sınıfının bir aracı olduğunu görürüz. Kant bu noktada etik bir sıkıntı görmez. Çünkü ona göre iş ilişkisi bir sözleşme üzerine kuruludur. İşçi kendi rızasıyla sözleşmeyi uygular. Dolayısıyla ücret karşılığında çalışırken aslında hür iradesiyle bir tercih yapmıştır. Kant’ın bu noktada aslında feodal ilişkilere karşı kapitalist ilişkilerin safında yer aldığını söylemek herhalde büyük bir hata olmayacaktır. Ancak yine de hür irade ile bir sözleşme yapmak ile sözleşme yapmak zorunda kalmak arasında bir fark olduğu da aşikârdır. Dolayısıyla ‘Aydınlanma Nedir?’ sorusunu çığır açmış bir düşünsel zeminde ve büyük bir açıklıkla yanıtlamış olan Kant olanca büyüklüğüne rağmen hala kendi çağının insanıdır ve belki de insanlığın aydınlanmanın zirvesine varabilmek için Marx’ı beklemesi gerekmiştir.