Barış Pirhasan'la babası Vedat Türkali üzerine: 'Artık gönlümce sevebilirim seni'

Barış Pirhasan'la babası Vedat Türkali üzerine: 'Artık gönlümce sevebilirim seni'

Babasını son yolculuğuna koca bir kalabalıkla uğurladık, “Haramilerin Saltanatını Yıkacağız/ Bekle Bizi İstanbul” nidalarıyla genç yaşlı herkes büyük Usta’ya güle güle diyordu. Bu vedadan iki gün sonra görebildiğim Barış Pirhasan’la hem Babası Abdülkadir Pirhasan’ı yani nam-ı diğer Vedat Türkali’yi, hem de yarım kalmış ne varsa biraz biraz konuştuk…

Ben Samsun’da büyüdüm. Bence küçük şehirde büyümenin, sadece büyüdüğünüzde tadına vardığınız tatlı bir sarhoşluğu var. Hayatı daha açık gözlerle süzdüğünüz, okuduğunuz kitapları çize çize ezber ettiğiniz, fikirleri ve insanları kesin çizgilerle ayırdıkları yollardan, “birleştirme aşkı”yla geçtiğiniz bi’ tuhaf sarhoşluk..

Ve o küçük şehirde büyüdüğünüz zaman aklınız hep büyükşehirde yaşama ihtimali olan “siz”e takılıyor. Yani benim için hep öyleydi, hani beni Samsun’dan alıp New York’a koysalar; dünyayı sallayacak fikirlerim, nesiller boyu söylenecek bestelerim filan olacak sanırdım.. Çantamda bir ay boyunca, okumam bittiği halde taşıdığım “Tek Kişilik Ölüm” de işte öyle bir dönemde beni aldı. Bugüne kadar da hiç bırakmadı…

Vedat Türkali ismi de bende hep, bir inancın kütür kütür peşinden giden koca bir yürek gibiydi. İnandıklarımıza baştan inandıran, sevdiklerimizi iyice sevdiren… Sonradan ilk “Usta Beni Öldürsene” ile hayatıma giren oğlu Barış Pirhasan da peşi sıra hafızama kazındı. Sonra çevirdiği şiirleri buldum Barış’ın... Sonra hayat nasıl bir viraj aldıysa, kendimi Barış’la dost olarak bir masada çay içerken, öykü okurken, öykü yazarken buldum. Güldüğümüz, üzüldüğümüz, bazen dönüp “burada bir hikaye yok” dediği bakışlarıyla, hayatımda kıymetini hep hatırlayacağım ve hep minnettar olacağım ulvi bir tanışıklık.

(Bunları doğru anlatabilmek için, defalarca silip yeniden yazdığımı bilesiniz)

Babasını son yolculuğuna koca bir kalabalıkla uğurladık, “Haramilerin Saltanatını Yıkacağız/ Bekle Bizi İstanbul” nidalarıyla genç yaşlı herkes büyük Usta’ya güle güle diyordu. Bu vedadan iki gün sonra görebildiğim Barış Pirhasan’la hem Babası Abdülkadir Pirhasan’ı yani nam-ı diğer Vedat Türkali’yi, hem de yarım kalmış ne varsa biraz biraz konuştuk…

BABAMLA EDEBİYAT DİDİŞMELERİMİZ BÖYLE BAŞLADI...

Edebiyatla, ama sadece roman şiir yazılan değil tabi bi de muhalif/solcu edebiyatla yoğrulan bir evde büyümenin sende bıraktığı en keskin anı ne? Çocukken nasıl hissederdin, sonrası nasıl gitti..

Babam hapisten çıktığında yedi yaşımdaydım ve edebiyatla hiç bir ilgim yoktu. Deniz (Türkali) meraklıydı edebiyata, şiire, tiyatroya, oyunculuğa filan. Babamla konuştukları, tartıştıkları olurdu. Bunları anlamaya çalışarak dinlerdim ama iş Deniz’in söz gelimi Yunan tragedyalarının birinden ezberlediği bir monologu babama oynamasına gelince fena halde utanır ve huylanırdım. Hele monologun bana hiç anlamlı gelmeyen bir yerinde ağlamaya başlayınca iyice sinir olurdum. Bu yüzden olacak, babamın “marifet ağlamak değil, ağlatmak…” gibilerden bir sözü, ta o günlerden aklıma kazılmış. Yetmiyormuş gibi kendi yazdığı şiirleri de okurdu Deniz. İşte o zaman ben de gidip bir şiir yazdığımı ve bütün cesaretimi toplayıp okuduğumu hatırlıyorum. “Benim bir düşmanım var…” diye başlayıp, “ve Atatürk demiştir ki, düşmanlar kurt kaynasın…” diye bitiyordu bu ilk şiirim. Şiirdeki “düşman” Deniz’di tabii. Son dizeyi okuduğumda herkes katıla katıla gülmeye başladı. Bu vecizeyi nerden nasıl bulduğumu sorgulamaya başladılar. Şiirlerimi yüksek sesle okumayı hala pek sevmem.

Evde tabii ki şiirden, romandan, tiyatro ve sinemadan bol bol konuşulurdu. Hele babam senaryo yazmaya başlayıp, evimize yönetmenler, oyuncular filan doluşunca… Bu konuşmaları dinlemeye bayılırdım. Yaş aldıkça okumaya da başladım tabii. Daha babam eve dönmeden önce Tommiks, Teksas, Red Kid, Tenten müptelası olmuştum. Babam bu resimli romanların yoz Amerikan kültürü olduğu inancıyla bir anlaşma önerdi bana: Bunları okumaktan vaz geçersem, 15 günde bir başbaşa gezmeye çıkacaktık. Yanlış hatırlamıyorsam ikimiz de sözümüzü tutamadık.

Okuduğum ilk “ciddi” kitap Oskar Wilde’ın SALOME’siydi. Sanırım renkli ve resimli kapağı ilgimi çekmişti. Ne anladım hatırlamıyorum. Çok sonraları “Salome’nin Aydınlık Gecesi” diye bir şiir yazdım.

Orta okul yıllarımda artık iyice sinema dünyasıyla iç içeydik. Konuşulanları daha iyi anladıkça uzaklaştım o dünyadan. İngiliz Edebiyatıyla o dönem tanıştım. Özellikle şiir. Ama yazmayı düşünmüyordum. O kafayla, belki de evden uzaklaşmak için, Ankara Fen Lisesi’ne gittim. İlk olarak o zaman ciddi ciddi şiir yazmaya, hatta kendime şair demeye başladım. Babamla edebiyat didişmelerimiz de böylece başlamış oldu.

Sende sonradan başlayan bu aşk, meslektaşlığa dönünce baba-oğul çetin mücadeleleri de başlatmış olmalı.. Babanın yaptığı işlerle ilgili konuşup, fikirleştiğiniz olur muydu? Yahut o senin yaptığın işleri eleştirir miydi? Mesela en iyi yaptığın işin şu.. ötekisi berbat.. filan dediğiniz anlar.. Eleştiriler acı doludur gibime geliyor ama…?

Her zaman, hep. Onun, senaryolar ve polemikler dahil, okumadığım tek bir satırı yoktur sanırım. İkimiz de birbirimizi eleştirirdik. O, eleştiride çok acımasızdı. Zaten bunu bütün edebiyat dünyası bilir. Benim de bu konuda hiç bir ayrıcalığım yoktu. Tam tersine! Onunla ilişkimize bir eleştiri yağmuru denebilir. Bu bir yandan çok geliştirici bir süreç. Ama çok inatçı ve zaman zaman sinsi olmasaydım çok ezilirdim herhalde. Cesaretim kırılır, ne bileyim, kendim olamazdım. Çünkü onun aklında, benim hiç bir zaman olamayacağım, olmayı da seçmediğim bir oğul ideali vardı.

Okudum dediğim, büyük çoğunluğunu yayınlanmadan önce okudum Vedat Türkali eserlerini. Tabii ki eleştirdim, zaten eleştireyim diye okuturdu. Ama eşit bir ilişki de değildi bu. Dikkatle dinler, ama aklına yatmadığı anda “bi bok anlamamışsın…” deyiverirdi. Kitap yayınlandıktan sonra okuduğumda da, eleştirilerim doğrultusunda ufak tefek değişiklikler yaptığını görürdüm.   

En sevdiği filmim “Usta Beni Öldürsene”ydi. Benim favorilerim “Bir Gün Tek Başına” ve “Kayıp Romanlar”.  

[ih2]

Hepimizin babaları/anneleri yaşımız ve yaptıklarımız itibariyle bir dönem bizlerden uzaktı ama sanki konu edebiyatçı bir baba olunca insanlar sürekli filmik bir ambiyansta, dertleşmeler, kucaklaşmalar, ağlaşmalar, el ele şiir yazmalar hayal ediyor... "Babam benden hiçbir şey anlamıyor" kitabın tüm bu durumun kıran kıranalığına bir isyan mı acaba?

İsyan olduğunu sanmıyorum. İsyancı bir tip değilim. En azından “isyan” denen şeyden anladığım biraz farklı. Kişiliğim devrimci, komünist, evet isyancı bir aile ve gelenek içinde biçimlendi. Ama bir yandan da ailemizin alabildiğine sofu halalarım kanadıyla ve çok munis ve iyi insan olmak hedefli teyzelerim kanadıyla da çok yakın ilişki içindeydim. Babam hapisten çıktığında ürkek, çekingen, asosyal bir canlıydım. Hiç arkadaşım yoktu ve düşünmek için çok çok fazla zamanım vardı. Babamla da, hayatla da, sonradan siyasal örgütlerle de birlikteliğimin büyük problemi bu oldu sanırım. Büyük, evrensel mücadelelere adanmışlık yanında, kavganın ne olduğu, neden ve nasıl çıktığı, sürdürüldüğü konusunda hiç fikrim yoktu. Hiç bir inanca kuşkusuz sahip olamadım. Benim için isyan, bildiğim kadarını inatla savunmak, bir de kendini o kadar önemsememektir. O kitabı okuyanlar, en çok kendime isyan ettiğimi görürler zaten.

'BABAMIN O FİLMİ GÖRMESİ NE GÜZEL OLURDU...'

Bir Gün Tek Başına uzun zamandır bildiğim, Bitti Bitti Bitmedi kitabı da bir zamandır filme çekilecek diye dolanır durur hep, hatta Bir Gün Tek Başına’nın senaryosunu sen yazmıştın…

“Bitti Bitti Bitmedi”den çok sıkı bir film çıkar. Ama bu yalnızca bir fikir. Bu konuda bir adım atmadık. BGTB’yı yapmak için yıllarca uğraştık. Ben o romanın ilk tretmanını sanırım 20 yıl kadar önce yazmıştım. Olmadı. Sonra bir kaç kere yine ciddi kolları sıvadık. Hatta bir kaç yıl önce işin kıyısına gelmiştik. Başta babam, Yusuf (Pirhasan); Müge Beceren ve ben yazdık senaryoyu. Storyboard’lara, sanat tasarımına, mekanlara kadar her şey hazırdı. Son anda yatırımcılardan biri vazgeçti projeden. Yine olmadı. Sonra ben çok farklı ve daha ucuza çekilebilecek, ama (bence) etkisi daha büyük olacak bir taslak yazdım. Olmadı olmadı… Babamın o filmi görmesi ne güzel olurdu. Vaz geçmedik. Fırsat kolluyoruz. İlla ki yapılacak.

Barış Pirhasan'ın çok etkilendiği, ah ulan keşke ben yazsaydım/çekseydim dediği işler var mı?

Etkilendiğim, ohoo, çok şiir roman oyun film müzik resim falan da filan var. Keşke ben yazsaydım veya çekseydim meselesine gelince… Bunu yapıyorum zaten. Kimi zaman açık seçik, kimi zaman çaktırmadan. Şiirse, çeviriyorum. Filmse ya adını vererek, ya da uzak bir çağrışımsa yalnızca esinlenerek şiirini yazıyorum. Zaten o bayıldığım işi ben yapmış olsaydım o kadar güzel olmazdı ki…

[ih3]

Son olarak babana bir selam edelim istiyorum; yapmayı çok istediği, yapamadığı ve de bu sektörde uzun yıllar yazmış/yaratmış birisi olarak sana “bunu asla yapma” dediği şeyler illa ki vardır..?

Valla öyle bir şey sordun ki, ruhu seni ziyarete gelirse şaşırma (gülüşmeler- ben: ‘elbet gelsin’) Yapmak istediklerinin yanında yapabildikleri minicik kalır. Bir kere film çekmek istiyordu. Gönlünce film çekemedi. Çektiğim bütün filmlerin setlerine geldi. Hadi ilk filmimi İstanbul’da çektim, gelecekti tabii. İkinci “Usta Beni Öldürsene”yi Macaristan’da çektim. Geldi. “O da Beni Seviyor”u Malatyada çektim, ordaydı. Hepsinde de bir biçimde işime karıştı. Onu tanımayanlar “yahu baban seni kıskanıyor mu nedir?” diyesi oldular. “Kıskanıyor tabii ama zannettiğiniz gibi değil…” dedim. Yazmak istediği daha bir sürü roman vardı. Dopdolu gitti. Zaman zaman bir sürü lüzumsuz işle, engelle boğuştu, sinemamızın en seçkin sanatçılarının yanında, saçma sapan, kimi cahil, kimi korkak adamlarla da çalışmak zorunda kaldı. Kendi sözüdür: “Beni övecekseniz, bu ortamda, bu adamlarla nasıl yapabildi bu işleri diye övün…” derdi. “Bu senaryo olmamış, getir birlikte çalışalım” dediği olurdu.  Bunu asla yapma dediği bir şey hatırlamıyorum. Asla yapma diyeceği bir işi zaten yapmayacağıma güveniyordu sanırım..

Barış, babasını yolcu ettikten sonra Berlin’deki evine döndü ve “kocaman” bir şiir yazdı. Kocaman diyorum çünkü bu kadar kalpten yazılan bir şeyi tarif edebilecek kelimeler benim kelime hazinemde yok. Ben de belki görmemiş/okuyamamışsınızdır henüz diye onunla bitirmek istedim..

ÖLÜMDEN SONRA AŞK

Şiirlerimizi sevmezdik birbirimizin

Bence onunkiler takır tukur, onca benimkiler sulu sepken

Sonra günlerden bir gün bir şiirini okurken

Dank etti kafama: Babam değil ki bunu yazan, gencecik bir komünist

İmrendiğim deli fişek militanlardan biri

O zaman bir muhabbet kapladı içimi

Öyle kurtuldum oğul olmaktan

Ama sabırla bekledim ölmesini.

 

Güle güle git genç adam, her canlı gibi, balık, kirpi, kaplan, yaban kazı gibi git

Özlediğin kanatlar, yüzgeçler, hepsi senin şimdi

Ohhh diye esiyor rüzgarın git buralardan, görev tamam

Şimdi bilmenin vakti bilmediklerimizi

Nehirler, bulutlar, trenler, gemiler gibi git dünyayı dolaş

Müjdeler olsun, insan olma faslı bitti

Artık gönlümce, korkmadan, kırılmadan, utanmadan sevebilirim seni.

DAHA FAZLA