Başkanlığa doğru siyaset

Fatih Yaşlı - İleri Görüş

Biraz geç de olsa, AKP’yi kendisinden önceki sağ partilerden ayıran temel bir özelliğin bulunduğu, AKP’nin “rejim kurucu” ve “ulus inşa edici” bir parti olarak görülmesi gerektiği üzerinde bir fikir birliğine varılmış gibi görünüyor. Her yeni rejim inşası, beraberinde o rejime uygun bir “makbul vatandaş” yaratılmasını ve bir kolektif kimlik inşasını gerektiriyor; her rejim, üzerinde yükselebileceği kendi “yeni insan”ını yaratıyor.

Bir süredir, yazılarımda ve kitaplarımda, yeni rejimin inşa ettiği kolektif kimliği “Sünni-Ulus” olarak adlandırıyorum. Adı konulmamış ve resmileşmemiş kurucu ilkesi İslam’ın Sünni yorumu olan AKP rejimi, bu ilkeden hareketle, tahayyül ettiği ideal kolektif kimliği de İslam ve Sünnilik üzerinden tanımlıyor; Sünni, Türk, erkek ve elbette ki kendisine oy veren kitlelerden müteşekkil bir “Sünni-Ulus” kuruyor, buraya yaslanıyor. Bu kolektif kimlik, dinselliğe yaptığı vurguyla “Sünni” sıfatını, Türklüğü buna raptetmesi, ulusal sınırlar içerisinde inşa edilmesi ve sınırlar dışındaki “ümmet”i kapsayamaması nedeniyle “ulus” adını hak ediyor.

AKP terminolojisinde “millet” olarak adlandırılan bu kolektif kimliğin inşa sürecinde uzunca bir süre milliyetçilik ve Türklük geri planda tutuldu. Bunun temel nedenlerinden biri İslam’ın “kavmiyetçilik” de denilen milliyetçiliği reddetmesi ve Milli Görüş kadrolarının “ümmeti bölen modern bir ideoloji” olarak milliyetçilikten uzak durmalarıydı. Başka bir neden ise Türkiye siyaseti özelinde, bu alanın Kemalist milliyetçilik ve Ülkücü milliyetçilik tarafından kapatılmış olmasıydı; dolayısıyla bu alana müdahale etmek öyle kolay görünmüyordu. Daha konjonktürel bir neden ise AKP’nin Kürt sorununu “İslam kardeşliği” formülasyonuyla çözebileceğini düşünmesi ve Türklüğe dair herhangi bir vurgunun bu çözümü imkânsız kılacağının bilinmesiydi; “çözüm süreci” esnasında milliyetçilik yapmak, kendi bindiğin dalı kesmek anlamına gelecekti.

Ancak ne zaman ki “çözüm süreci”nin sona ereceğine dair emareler görünmeye başladı, o zaman işler değişti. Kürtlere Kürtçe Kuran gösterilmesiyle, “Kürt sorunu yoktur” cümlesinin aynı günlerde kurulmuş olması elbette ki bir tesadüf değildi. 7 Haziran seçimlerine kontrollü bir kaos eşliğinde ve Kürt sorunu üzerinden kutuplaştırılmış bir ülkeyle gidilecek, böylelikle % 60’lık sağ seçmen konsolide edilerek “400 vekil” alınabilecekti. Ancak süreç “biraz fazla kontrollü” gelişmiş olduğundan, yani şiddet yeterince devreye sokulmadığından, sonuç umulduğu gibi olmadı; değil 400 vekil, tek başına hükümet kurulacak çoğunluğa dahi ulaşılamadı.

“Sünni-Ulus”a aşırı dozda milliyetçiliğin zerk edilmesi operasyonu işte böyle başladı. 7 Haziran’dan 1 Kasım’a, merkezinde Kürt sorunu üzerinden toplumun kutuplaştırılması ve şiddetin bulunduğu bir toplumsal mühendislik projesi hayata geçirildiğinde, İslamcılıkla milliyetçiliğin “yeni evliliği” de başlamış oldu. Önce Suruç’ta ve sonra Ankara’da, Sünni-Ulusun dışında kalan kitleler katledilirken, toplumun bütün kesimlerine sopa gösteriliyor, toplum sopa aracılığıyla terbiye ediliyordu. Bu ise siyasetin bütünüyle “ya bizdensin ya teröristlerden” söylemi üzerine kurulu “dost-düşman” eksenine indirgenmesi ve giderek bir “ölüm siyaseti”ne dönüştürülmesi anlamına geliyordu. Düşman addedilenler öldürülebilir, tutuklanabilir ve linçlere maruz kalabilirdi. “Dost” diye kodlananların ise safları sıklaştırmaları, “devletin beka”sı adına “lider”in etrafında kenetlenmeleri ve “düşman”ın yok edilmesi için savaşmaları gerekiyordu.

1 Kasım seçim sonuçları açıklandığında, operasyonun ve projenin işe yaradığı görüldü. AKP, diğer sağ partilerin, yani MHP, BBP ve SP’nin oylarının önemli bir kısmını alarak ve onları siyaseten birer mevta haline getirerek anayasayı değiştirmeye yetecek sonuca çok yaklaştı ve bu sonucu rejim inşasını derinleştirmek/başkanlık sistemine geçmek için bir işaret olarak gördü. İşte 1 Kasım’dan bu yana olan biteni bu derinleşmenin ve başkanlığa geçişin bir tezahürü olarak okumak, böyle değerlendirmek gerekiyor. Dost düşman ayrımına ve düşmana yapılacak her şeyin mubah sayılmasına dayalı bir siyaset, bütün çıplaklığıyla hükmünü icra ediyor.

Bu yazı yazılırken yaşananlar ise bu icranın nerelere uzanabileceğini anlamak açısından yeterli görünüyor. Kürt sorununa dair bir imza metni açıklayan yüzlerce akademisyen hakkında verilen padişah buyruğunun ardından okullar soruşturma başlatıyor, akademisyenlerin evleri, odaları basılıyor, gözaltılar gerçekleştiriliyor. Yetmiyor, halk düşmanı mafya babaları ile faşist çeteler, hocaları tehdit ediyor, kapılarını işaretliyor, ölümle tehdit ediyor. Akademisyenler, lümpenlik üzerinde yükselen bütün diktatoryal rejimlerde olduğu gibi kitlelerin önüne atılıyor, lümpenliğin akıl ve bilim düşmanlığı üzerinden siyasi ikbal devşiriliyor.

Bütün işaretler, hem AKP rejiminin hem de “Sünni-Ulus”un inşasında yeni bir aşamaya geçmiş bulunduğumuzu gösteriyor. Rejim muhaliflerinin ve “Sünni-Ulus”a dâhil edilemeyenlerin topyekûn olarak hedef tahtasına oturtulacağı, büyük bir cadı avının başlayacağı, iktidarın şiddetine paramiliter unsurların şiddetinin de eklenebileceği yeni bir dönem. Ne söylenecekse, ne yapılacaksa, nasıl bir tutum alınacaksa, böylesi bir döneme girildiğinin farkındalığıyla yapılması gerekiyor.  

DAHA FAZLA