Batı’nın ekonomik NATO’su: TTIP
Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ve Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) anlaşmalarının detaylarını Çağdaş Oklap ve Ezgi Cengiz İleri Görüş için yazdı.
Çağdaş Oklap - İleri Görüş
2013 Şubat’ında ABD Başkanı Obama ve dönemin Avrupa Komisyonu Başkanı Jose Manuel Barrosso ve Avrupa Konseyi Başkanı Herman van Rompuy ortak açıklamayla, ABD ve AB arasında çok kapsamlı ticaret ve yatırım ortaklığı kurulması için müzakerelere başlama kararı aldıklarını duyurmuşlardı. İşte bu ‘çok kapsamlı ticaret ve yatırım ortaklığı’nın adı TTIP ya da türkçesiyle, Trans Atlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’dır.
Emperyalistler ve onun ideologları TTIP’i "küresel ekonominin en büyük iki oyuncusu olan ABD ve Avrupa Birliği (AB) arasında ‘geleceğin dünyası’ olarak nitelendirilen bir ekonomik işbirliği projesi" olarak cilalayadursun, karşımızda yeni ve oldukça ciddi bir mücadele başlığı olarak duruyor.
Öncelikle TTIP’i anlayabilmek için emperyalizmin içinde olduğu krize biraz yakından bakmamız gerekiyor.
2. Dünya Savaşı’nın sonunda oluşan koşullar, ABD’yi emperyalist sistem içerisinde sermaye birikim sürecini koruyan ve kollayan hegemon güç haline getirdi. Bu nesnel durum marksistler açısından emperyalizm tartışmalarında, klasik marksist yazında aşina olduğumuz ‘emperyalistler arası rekabet’ kavramının geri plana düşmesine neden oldu. Dünyanın sosyalist ve emperyalist olarak iki kampa ayrıldığı dünyada emperyalizm ABD ile özdeş sayılıyordu.
Oysa biliyoruz ki; Lenin, Buharin, Hilferding’in dahil olduğu klasik marksist emperyalizm teorisinde ‘emperyalistler arası rekabet’ kavramı oldukça merkezi bir yer işgal ediyordu. Başka bir tartışmaya işaret etmekle birlikte, emperyalistler arasındaki rekabetin bir yansıması olarak 1. Dünya Savaşı’nda sosyalistlerin aldıkları pozisyonların Lenin tarafından hayli sert biçimde eleştirildiğini biliyoruz. Dünya sosyalist hareketindeki bu ayrımı şematik bir devrimcilik-reformizm ayrımı olarak adlandırmak ise sorunu oldukça vülgarize etmek anlamına gelir. Vülgarize etmektir çünkü Lenin için emperyalistler arasındaki herhangi bir güç savaşında iki taraftan birine meyil vermek, işçi sınıfının uluslararası çıkarlarına ihanet etmek anlamına gelmektedir.
Bu tarihsel çerçeveden hareketle bugün dünya ahvaline baktığımızda durum nasıl gözüküyor? Ve hemen ardından ikinci bir soruyu ekleyelim: Bu durumda TTIP anlaşmasını nereye oturtmalıyız?
Post-Sovyet dönemindeyiz. Doğal olarak, bu dönemi irdelerken Lenin başta olmak üzere klasik marksist emperyalizm teorisine ve bu teorinin başat argümanı olan emperyalistler arası rekabete dönmek oldukça elzem. Dünya, 1914 öncesine benzer biçimde yeniden emperyalistler arası rekabetin imlediği bir polarizasyona hızla gidiyor.
Bir tarafta, sermaye birikiminin merkezinde duran Atlantik/NATO bloğu. Diğer yanda ise, bu merkezi zorlayan, emeğin artık değerine el konulması anlamında hiç de Atlantik bloğunu aratmayacak biçimde kapitalizmin egemen olduğu Avrasya bloğu. Küreselleşme masallarıyla, ‘tarihin sonu’nun geldiği iddialarıyla geçen 25 yılın sonunda emperyalist sistem yeniden bir emperyalistler arasında rekabete sahne oluyor.
İşte TTIP, bu rekabette, Atlantik ittifakı açısından ekonomik NATO işlevi görecek biçimde dizayn edilmiş bir anlaşma. Atlantik ittifakının iki büyük gücü olarak ABD ve AB arasında yürütülen TTIP görüşmelerinin 2017’de nihai biçimine kavuşarak imzalanması planlanıyor. Pek çok başlıkta, NATO ittifakını emperyalistler arası rekabette Avrasya bloğuna karşı konsolide etmeyi amaçlayan anlaşma, ekonomik NATO olarak tanımlanmasının ne kadar da yerinde olduğunun kanıtı niteliğinde. Sadece anlaşmanın hazırlanma/müzakere sürecine ilişkin şu bilgiyi vermek yeterli diye düşünüyorum. Anlaşmanın en büyük destekçileri; TTIP’in ticari çıkarlarını maksimum seviyeye çıkarabilmesi konusunda azami gayret eden büyük şirketler ve lobiciler. Bir araştırmaya göre bugüne kadar TTIP ile ilgili yapılan 590 toplantının yüzde 92’sine büyük şirket temsilcileri ve lobicileri katılırken, işçi sınıfı ve ezilen kesimlerin temsilcileri sadece birkaç toplantıya katılabildi. Uluslararası sermayenin çıkarlarını koruma kollama işlevi gören anlaşma; "ikincil önem"deki başlıklarda da tam boy bir liberalleşme öngörüyor. GDO’lu ürünlerin, klorla yıkanmış tavukların, hormonlu etlerin üzerindeki denetim mekanizmaları berhava ediliyor. Verilerin korunması politikasında liberalleşme öneren anlaşma, bireylerin özel hayatına dair istihbaratların devasa boyuttaki güvenlik şirketlerinin eline geçmesinin de önünü açıyor. Çevre koruma konusunda standartların olumsuz etkilenmeyeceğini söylememiz için ise kahin olmaya gerek yok.
Piyasaya erişim, düzenleyici konular ve yeni kurallar olmak üzere üç ana başlık ve 24 bölümden oluşması planlanan anlaşmada en tartışmalı konulardan biri de Yatırımcı-Devlet Anlaşmazlık Çözümü (Investor-State Dispute Settlement-ISDS) geliyor. Uluslararası sermayeli şirketlere karlılıklarını etkileyen ulusal politikaları nedeniyle herhangi bir anlaşmazlık halinde ulusal mahkemeleri dışında da dava açabilme hakkını tanıyor.
TTIP’in İdeolojik Anlamı
Konsolidasyon dedik. Biraz üzerinde durmak gerekiyor. Burada yeniden Lenin’e dönmekte fayda var. Lenin’in kapitalist üretim tarzının özgül bir aşaması olarak emperyalizm analizi, sermaye birikiminin yoğunlaşması ve merkezileşmesi, sermaye ihracı, tekelleşme gibi ekonomik ve toplumsal süreçleri esas alır. Buradan hareketle TTIP eğer ki başarılı olursa, dünyanın içinde hızla ilerlediği polarizasyonda NATO ittifakını Lenin’in vurguladığı ekonomik ve toplumsal süreçlere dair "standart belirleyici" bir pozisyona sokmaya dönük bir konsolidasyonu sağlayacaktır. Standart belirleyicilikten kastımız, emperyalist sistemin içinde bulunduğu "ideolojik-siyasi iktidar boşluğunun" kapatılmasıdır.
Bu anlamıyla TTIP’i sadece bir "ekonomik- ticari" anlaşmaya indirgemek, ona karşı verilen mücadeleleri de çıkmaza sokacaktır. NATO ittifakı, siyasal mimarisini yeniden yapılandırırken bunun siyasal alandan bağımsızlaştıran her pozisyonun düzen içi kalmaya mahkum olduğunu belirtelim.
TTIP ve TÜRKİYE
Peki Türkiye için tablo nedir?
Marx, Louis Bonaparté'ın 18 Brumaire'inde "Hegel, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: Bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: Birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak" der. NATO’ya girmek için Kore’ye asker gönderen DP’in tarihsel mirasçısı olduğu iddiasındaki AKP’nin ekonomik NATO’ya girmek için ne gibi görevler üstlenmeye aday olduğunu Marx’ın bu cümlelerinden daha iyi anlatan bir şey olamaz.
AKP cenahından gelen "bizim çıkarlarımızı dikkate almazlarsa imzalamayız", "AB ve Gümrük Birliği’nden çıkarız" türünden açıklamalar, Türkiye’nin NATO üyesi orta büyüklükte bir kapitalist ülke olduğuna işaret etmekle birlikte gerçekleşebilmesinin imkansızlığı herkesin malumudur. Diğer yandan, Türkiye örneği, AB üyesi olmayıp da AB ile Gümrük Birliği anlaşmasına sahip başka herhangi bir ülke olmaması açısından tektir. Gümrük Birliği ile AB’nin üçüncü ülkelerle yapmış olduğu serbest ticaret anlaşmalarında üçüncü ülkelere Türkiye pazarını otomatik olarak açılması bu ülkelerin pazarlarının Türkiye’ye açılmasını ise ülkelerin insiyatifine bırakılması ciddi bir problemdir. Problemdir çünkü, ABD ile AB arasında imzalanması olası TTIP anlaşması da bundan azade değildir.
Yani, TTIP müzakereleri tamamlandığında ABD ile AB’nin üzerine anlaştığı tüm şartları Türkiye uygulamak durumunda kalmasına rağmen ABD’nin serbest ticareti Türkiye’ye doğru genişletmemesi ile sonuçlanacak anlamına gelmektedir.
Diğer yandan, Musul örneğinden de görüleceği gibi, emperyalistler arası rekabetin ve bloklaşmanın giderek artan dozajı AKP’nin dış politikadaki yeni-osmanlıcı özlemlerinin önünü kapatmaktadır. Bu durumda AKP yukarıda bahsettiğimiz "ideolojik-siyasi boşluk" kısmına oynamaktadır. Daha doğrusu TTIP’in "cephe ülkeleri"nde ihtiyaç duyduğu ideolojik-siyasi yapılanmaya ilişkin model olmaya adaydır. Yani; liberal değerlere yaslanan bir kapitalist devlet değil tam tersine şark despotizmiyle harmanlanmış otoriteryen bir kapitalist devlet modelidir bu.
Bu devlet modelinin işler bir model olarak pazarlanması için ise içeride “milli birlik” sağlanmalıdır. Kürt halkına karşı girişilen topyekün savaş ile batıda sosyalist hareket ve Haziran’da ayağa kalkan milyonlar üzerindeki faşizmi aratmayacak olan baskı, bu modelin işlerlik kazandırılarak pazarlanması açısından değerlendirilmedir.
SONUÇ
Ekonomik NATO olarak sıfatlandırdığımız TTIP, bugün için dünya emekçi sınıflarına ve halklarına karşı açılmış ve gerçekleşmesi durumunda ise dünya emekçi sınıflarının başına büyük felaketler getirecek bir anlaşmadır. Yine de umutsuz olmak için nedenimiz yok. 10 Ekim 2015 Berlin’de toplanan 250 bini aşkın emekçinin tek ses halinde "TTIP durduracağız!" sloganını atması, yürünecek yolun ve mücadele stratejisinin ne olması gerektiği üzerine oldukça açıklayıcı bir veridir. Anti-kapitalist mücadele ile anti-emperyalist mücadele dünya tarihinde yeniden çakışmaya bu kadar elverişli hale geliyor. Bu aynı zamanda içinden geçtiğimiz tarihsel dönemin kaotik bir süreç olduğunu göstermektedir. Bu kaotik süreç, devrimci bir dönemi eğilim olarak bağrında taşımaktadır. Yani devrimin güncelleştiği, öngürülemeyecek koşullar altında patlak verebileceği bir dönemdeyiz aynı zamanda.
Bugün veya yarından bahsetmiyoruz. Bütün bir dönemden bahsediyoruz. O halde, bugünden yarına, AKP karşıtı mücadelenin toplumsal-siyasal zeminlere yerleşip kökleşerek ve AKP’yi de aşacak bir bütünlükte kurulması gerekiyor. Bu meşakkatli bir yol ama yürümeye değer bir yol.
TPP nedir?
Ezgi Cengiz – İleri Görüş
Tarihin en büyük bölgesel ticaret anlaşması olan Trans-Pasifik Ortaklığı (TPP) geçtiğimiz Kasım ayında 12 üye devlet tarafından onaylandı. Anlaşmaya dahil olan ülkeler: ABD, Kanada, Japonya, Singapur, Brunei, Malezya, Yeni Zelanda, Avusturalya, Peru, Şili, Meksika ve Vietnam. TPP’nin başlıca vaatleri ekonomik büyüme, istihdam artışı, yaşam koşullarının iyileşmesi ve temiz bir çevre [1]. TPP’ye yöneltilen başlıca eleştirilerde ise işsizlik, güvencesizlik, çevre kirliliği, ilaçların 4-5 kat pahalanması, özel şirketlerin devletler karşısında aşırı güçlenmesi ve denetimsizlik var [2].
Ne oluyor, kime yarıyor?
(1) En başta gümrük duvarları olmak üzere, mal ve hizmet ticaretinin serbestçe dolaşmasının önündeki duvarlar kalkıyor. Burada önceki serbest ticaret anlaşmalarından TPP’yi ayıran; mallara ek olarak hizmetlerin de serbest dolaşımı. Sonuç, sermayenin ucuz emeğe yönelip kârlarını artırması.
Ucuz emek hem düşük ücret hem de çocuk emeği demek [3].
(2) Telif hakkı ve patentler içinse duvarlar yükseltiliyor. Sonuç, jenerik ilaçların dolaşımdan kalkmasıyla ilaç fiyatlarındaki büyük artış.
(3) Finansal denetimsizlik, 2008 ekonomik krizini takiben sıkılaştırılan politikaları ters yüz ediyor. Sonuçta,finans şirketlerine güçleri iade ediliyor.
(4) Şirketler, devletleri kârlarının tehlikeye düşmesi gerekçesiyle özel mahkemelerde dava edebiliyor. Örneğin bir enerji şirketi çevreyi nükleer tehlikeden koruma kararı alan bir devleti kâr kaybı sebebiyle dava edip, olası yatırımının telafisini talep edebiliyor.
TPP, burjuva iktisatçıların iddia ettiği gibi her tarafın kazandığı bir anlaşma değil. Kazananlar, hedeflenen ekonomik büyümede alacak peşin payı olanlar: büyük şirketler, basiretsiz bankalar. Kaybedenler ise işçiler, hastalar ve çocuklar. Vaatler ve gerçekler birbirini tutmuyor.
NOTLAR:
[1] https://ustr.gov/tpp/
[2] http://cepr.net/blogs/beat-the-press/correction-to-mankiw-economists-actually-agree-just-because-you-call-something-free-trade-doesn-t-make-it-free-trade
[3] https://www.rt.com/usa/317706-what-is-tpp-trade/