Newsweek’te Michael Rubin imzasıyla çıkan bir yazı(1); “Darbe olacak mı olmayacak mı?” sorularını gündeme getirdi. Günlerdir bu soruyla yatıp kalkıyoruz. Öncelikle, bir fal bakmaya doğru evrilen “darbe” tartışmasının sığlığına saplanmamak adına şu yalın gerçeği vurgulamak gerekiyor. Türkiye gibi orta gelişkinlikteki kapitalist ülkelerde darbe olasılığı potansiyel olarak her zaman mevcuttur. Ama bu yalın gerçeğe bir ek daha yapılması gerekiyor, o da şudur: Darbe potansiyelinin ne zaman ve nasıl harekete geçirileceği, dünya kapitalizmin yönelimleri ve eğilimlerinden bağımsız değildir.
AKP/Saray Rejimi, kendini inşa ederken bu potansiyeli pek çok kez işlevli bir biçimde kullandı. AKP/Saray Rejimi tarafından kullanıldığından yakınan liberallerin, bu inşa sürecinde nasıl bir “muhalif ama hegemonik” bir işleve sahip olduklarını da oldukça net biçimde hatırlıyoruz. Tarihin ironisi olsa gerek AKP/Saray Rejimi’nin giderek artan faşizan uygulamalarına karşı, örneğin Cengiz Çandar, 2010 öncesine geri dönüş nutukları atıp, bunu gerçekleşmesi için de ordunun ağırlığını koymasından bahsediyor.
Peki, 2010 ve öncesine dönüş gerçekçi mi? Daha doğrusu bu türden bir talebin, Türkiye kapitalizmi için yaşadığımız tarihsel kesitte bir karşılığı var mı?
Soruları cevaplamadan önce, 2010 öncesine dönüş beklentisinin solda da bir dönem için popülerlik kazandığını biliyoruz. O günlerde söylediklerimizi bir kez daha tekrarlamak faydalı olacaktır. Emperyalistlerin ve Türkiye sermaye sınıfının kafasından her zaman bir yumuşak geçiş(2) modeli olacaktır. Olacaktır olmasına da, AKP/Saray Rejimi kendisi için tek yolun Fuite-en-avant(3) olduğunu bilmektedir. Unutulmaması gereken bir diğer nokta ise, AKP/Saray Rejimi’nin “sermaye devletini tek tek sermaye gruplarının ötesinde bir bütün olarak sermaye sınıfının çıkarlarını en ileri noktada temsil ettiğini...”(4) hatırlamamız gerektiğidir.
Bu kısa açıklamadan sonra, yukarıda sorduğumuz soruların cevaplarına geçebiliriz.
KRİZ: NEO-LİBERALİZM ÇIKMAZDA
Can Soyer, İlerihaber’de yayımlanan yazısında(5) bugünkü dünya tarihsel dönemin siyasal ve toplumsal ölçekteki temel belirleyenin kriz ve istikararsızlık olduğunu yazdı. Buradan hareketle, krizin ekonomik arka planında görülen; 1970’li yıllara damga vuran ve “kar oranlarının düşme eğilimi”nin sonucu olan krize karşı üretilen politikaların yani neo-liberalizmin tıkanmasıdır. Neo-liberalizmin temel belirleyeni; işçi sınıfı hareketinin siyasal, toplumsal ve ekonomik gücünün uluslararasılaşma ve esnekleşme süreçleriyle pasifize edilmesidir. Diğer yandan neo-liberalizm, emperyalist merkezlerde sanayisizleşme ve finansallaşma şeklinde vücut buldu. Bunun doğal sonucu olarak ise, emperyalist merkezlerdeki finans sektörünün kârlarının sanayi sektörüne göre hızla artışı izlemiş, artan uluslararası rekabet sonucunda, öncelikle ABD daha sonra da diğer emperyalist merkezler üretimlerini, üretim maliyetlerini düşürmek adına ucuz emek ve sağlam üretim alt yapısı olan ülkelere kaydırmaya başlamışlardır. Bu durumun bugün emperyalist-kapitalist sistem içindeki yeni güç odaklarınının doğumuna da zemin hazırlayan sürecin başlangıcı olduğunu vurgulayalım.
Bu sürecin kurumsal plandaki yansıması sermaye hareketlerinin dünya ölçeğinde serbestleşmesi ve finans alanındaki düzenlemelerin yavaş yavaş ortadan kalkışıydı. Burjuva ideologları tarafından bu dönüşüme “küreselleşme süreci” denildi. Böylece, bu dönüşümün arkasında yatan piyasaya devlet vb. gibi dışsal unsurlar tarafından müdahale edilmediğinde, belli bir dengeye kavuşacağı ve istikrarlı bir ekonomik büyümenin gerçekleşeceği gibi klasik liberal tezler, küreselleşme süreci ile kendine yeni bir ideoloji bulmuş oldu. Bu doğrultuda, 1980’li ve 1990’lı yıllara damgasını vuran deregülasyon politikaları öncelikle emperyalist merkezlerde adım adım yürürlüğe konuldu. Bu sürece ise ideoloji alanında, “ulus devletler çözülüyor” dan tutun da, “kimlik politikaları”na, “sivil toplum”un yükselişinden “elveda proletarya”ya kadar bir çok söylem eşlik etti.
AKP/SARAY REJİMİ BATI İÇİN İŞLEVSİZ DEĞİL
2008’te önce ABD’de de sonrasında ise emperyalist-kapitalist sistemin gelişmiş bağımlılık ilişkileri nedeniyle diğer emperyalist odaklara sıçrayan kriz, bu pembe tablonun sonu oldu. Bugün dünya kapitalizmi, neredeyse 30 yıla yaklaşan bir süre zarfında emekçi sınııflara anlattığı öykünün sonuna geliyor. Ulus-devletler yeniden yükselişe geçiyor, kendi otarşi alanlarını yeniden genişletmek için adımlar atıyorlar. Bu durum, son 30 yıla damgasını vuran “etnik temelli” savaşlardan yeniden “ulusal çıkarlar”ın ön planda olduğu savaşların mümkün hale geldiği bir kapitalist dünya yapılanmasına işaret ediyor. Bu yapılanmada, bulunduğu coğrafya açısından kendine sürekli bir yer açmaya çalışan AKP/Saray Rejimi ülkeyi sürekli olarak bir ‘’savaş eşiği’’nde tutuyor. Bu savaş eşiğinin; orta vadede geçilmesi olasılık dahilindeyken ve söz konusu olan emperyalistler arası yeni bloklaşmalarken, AKP/Saray Rejimi’nin Batı için işlevsiz olduğunu söylebilir miyiz? Sanmıyorum.
Dolayısıyla bugün, sorulması gereken soru basittir. Emperyalist-kapitalist sistemdeki krizden çıkış için otoriter-faşizan uygulamaların yeniden popülerlik kazandığı bir dönemde, AKP/Saray Rejimi’nin 2010 öncesine dönüşü gerçekçi midir? Sorunun cevabının oldukça net olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan, krizin dozajının giderek arttığı bir dönemde sermaye sınıfının AKP/Saray Rejlimi’nden vazgeçebileceğini düşünmüyoruz. Ali Koç’un sözleri(6) bu açıdan oldukça anlamlıdır.
“EGEMEN BLOK”: KALDI MI?
AKP/Saray Rejimi’ne ilişkin tespitlerde süreklilik-kopuş diyalektiği önemli bir yer tutuyor. Yani, AKP’in, devamcısı olduğunu (kendine bir tarih yaratmak zorundadır) söylediği siyasal hat (burada kasıt, Refah Partisi geleneği değil, daha üst soyutlamada muhafazakar-modernleşmeci hat) ile arasında bir süreklilik-kopuş diyalektiği mevcuttur. Elbette, bugün AKP’ye bakıldığında bahsedilen siyasi hatla pek çok süreklilik bulunabilir. Ama AKP/Saray Rejimi bugün bir sürekliliği değil, bahsi geçen siyasal hat da dahil olmak üzere kendi siyasal öncüllerinden bir kopuşu temsil etmektedir.
Türkiye sermaye sınıfı siyasal bir aktör olarak 1970’li yıllarda siyaset sahnesine çıkmıştır. Diğer bir deyişle, Türkiye’de sermaye sınıfı, Türkiye kapitalizmin emperyalist kapitalist sistem içindeki genel misyonu, ülkenin geleceği vb. konularda sözü olan ve sözü dinlenen bir aktör haline gelişi 1970’li yıllarda başlamıştır. Öncesinde ise, Türkiye’nin emperyalist kapitalist sistem içindeki konumu, bu konuma ilişkin genel bir perspektif ve bu perspektife uygun politika üretme işi, adına devlet dediğimiz kurumsal yapının belirleyiciliğinde gerçekleşmiştir. Bununla birlikte, çok partili siyasal yaşama geçiş ve sermaye sınıfının gelişimi ve iç çeşitlenmesiyle ülkenin geleceğine ilişkin kurgularda bir tür çatallaşma yaşanmıştır. Bu çatallaşma sürecinde, sermaye ama özellikle büyük sermaye yine devletle işini görmeye devam etmiş olmasına rağmen; sermaye-düzen partileri ilişkisinde ayrı ve yeni bir alan açılmıştır. İşte egemen blok/iktidar bloğu kavramının Türkiye özgüllüğündeki nesnel zemini burasıdır.
Bugüne gelirsek, AKP/Saray Rejimi söz konusu olduğunda bir egemenlikten, sermaye egemenliğinden bahsetmemek olanaksız. Lakin bir bloktan söz edebilir miyiz? Bu sorunun yanıtı hayli tartışmalıdır. Öncelikle, bir bloktan söz edebilmemiz için, blokların taraflarının olması gerekmektedir. Yine blok söz konusuysa, tarafların az çok bir birine eşit zeminlerde, eşit güçlerde olması gerekir. Bugün yaşanan ise, taraflardan birinin diğerini soğurması ve teslim almasıdır. Yanlış anlaşılmasın burada bir çatışmadan söz etmiyoruz. Yukarıda bahsettiğimiz kriz dönemi, Türkiye sermaye sınıfına bu soğurmayı ve teslim alınmayı sessizce kabul etmesini mecbur bırakıyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin ön görülebilir yakın geleceğine ilişkin olarak şunu söylebiliriz: Türkiye sermaye sınıfı, dünya kapitalizminin içinde bulunduğu kriz döneminde AKP/Saray Rejimi’ne muhtaçtır. Tersi de doğrudur: AKP/Saray Rejimi’nin uluslararası denge/hesap aranışları, konjonktür tahlileri vb. Türkiye sermaye sınıfının pazar ve finansman aranışları üzerinde belirleyici olacaktır.
GEZİ/HAZİRAN İSYANI: 2010 ÖNCESİNE İKNA OLUR MU?
Emperyalistler ve Türkiye sermaye sınıfı, bir döneme damgasını vuran kitlesel depolitizasyondan memnundu. 90’lı yılların sonunda ise, emperyalistler ve sermaye sınıfı için şeriat “yakın” bir tehlike olduğu için değil, sınırlı bir politizasyona daha merkezde ve sürekli kılınabilecek bir politizasyon kanalı ekleyebilmek adına cumhuriyetçilik ve laiklik ön plana çıkarmak zorunda kalmıştır. 2013 Haziran’ının görkemli günleri bu dönemi kapatmakla kalmamış, kitlesel bir politizasyonun zemini açmıştır. Bu o kadar öyledir ki; siyasal talepler ile sınıfsallık ilişkisindeki kimi dolayım katmanları oldukça incelmiş haldedir. Örneğin, AKP/Saray Rejimi merkezli bir laiklik mücadelesinin sermaye egemenliğini de hedefe koymaması düşünülemez bile. Buna benzer pek çok durum, başka toplumsal mücadele alanlarında da geçerlidir; Cerattepe bunun en somut örneği olarak yakınımızdadır.
Bitirirken; AKP/Saray Rejimi’nin 2010 öncesine dönüşünün önemli gördüğümüz parametreler çerçevesinde bir fantezi olduğunu göstermeye çalıştık. Ama illa ki bir dönüşten bahsedilmek isteniyorsa da önerimiz, 14 yıl boyunca ilmek ilmek örülen AKP/Saray Rejimi’nin “Şerefsiz Osmanlı’ya dönüş” ya da “Bourbons Alla Turca” olarak değerlendirilmesidir; AKP/Saray Rejimi’ne karşı mücadele daha gerçekçi bir politik mücadele zeminine kavuşacaktır.
2) http://ilerihaber.org/yazar/sahiden-gidiyor-mu-51770.html
3) Fuite-en-avant: Zor durumda kalındığında geriye çekilmek yerine ileriye doğru hamle yapmak, ileriye kaçış.
4) http://ilerihaber.org/yazar/rte-bu-sefer-kesin-gidiyor-mu-52666.html
5) http://ilerihaber.org/yazar/periyodizasyon-emperyalizmin-krizi-51242.html
6) http://ilerihaber.org/icerik/ali-koc-akpden-cok-memnun-hicbir-donemde-sanayicilere-bu-imkanlar-sunulmamisti-52675.html