Bora Ercan yazdı | Bir dil gerilimi olarak esnaf bilinci
Zorluklar da sevinçler de paylaşıldıkça anlam kazanır. Tek başına sevinilmez, en az bir dostunla omuz omuz halay çekmelisin, şarkı söylemelisin. Hatta hiç tanımadığın biriyle de bir şenlikte, bir barikatta dans ederek arkadaş olmalısın. Zorluklar da böyle, olmayan ekmeğini bile paylaşmalısın. Olan ekmeği paylaşmak kolay. Olmayanı da paylaşmak ve bunu bir kalp atışının sesi gibi içerden duymak, duyurmak…
Bora Ercan
Yapısalcı dilbilimin önemli isimlerinden Ferdinand Saussure dilin toplumsal bir fenomen olduğunu öne sürer. Buna göre, gerçeklik dille var edilir, dille kırılır, yok edilir. Gerçeklik, dil olmadan kavranamaz.
Dolayısıyla dil, bir toplumun tarihin belirli bir noktasındaki maddi ve manevi yaşantısının anahtarıdır. Bir dilin sözcük haznesi, atasözleri, cümle kuruluşları, varsa alfabesi kendini yaratan kültürün yapıtaşlarıdır. Toplumsal bilinç de toplumsal bilinçdışı da bu bütüncül yapıdan ayrı olarak ele alınamaz.
Dilin değişimi toplumun değişiminin bariz bir işaretidir. Tarih boyunca ticaret yollarını, teknolojiyi, bilimi, sanatı yapan kültürlerin dilleri dünya üzerinde doğal olarak yaygınlaşmıştır. Günümüzde İngilizce, İspanyolca gibi kendi coğrafyaları dışında bazı dillerin yaygınlaşmasının bir diğer nedeniyse, şüphesiz sömürgeciliktir.
Dilin değişmesinin kültürün değişmesinin de temel etkeni olmasını somut olarak örnekleyelim: Son günlerde ‘enjoy’ ve ‘vaccination’ kelimelerinin hangi dilden olduğunu bilmesek bile artık Türkiye gündeminde olduğunu, hem de anlamlarını bilerek söyleyebiliriz. Türkiye kendi turizm reklamında kullanıyor bu sözcükleri. İlginçtir, bu iki sözcük de İngilizce, ama hem İngiltere Türkiye’ye yolculuğu önermiyor hem de THY bile İngiltere uçuşlarına ara vermiş durumda. Maskeye ya da herhangi bir yere İngilizce olarak turizm sloganı yazmak gönüllü olarak resmî ideolojinin İngiliz kültürel sömürgeliğini kabulünden başka nedir? İşin anlaşılamaz yanıysa bunu ‘yerli ve milli’ iktidarın yapıyor olmasında bir beis görülmemesi. Öte yandan, maskenin üzerine hangi dilden olursa olsun yazı yazmak ve Türkiye’nin deniz, güneş turizmi gibi berbat bir ekonomik sektörü kurtuluşu olarak görmesi bizi yerli uzay gemisi beklentisine sokan bir iktidara pek yakışmıyor.
Esnaftan helallik istendi. Üç kelimelik bir cümle bu kurduğum. İkisi Arapça, biri Türkçe. Fakat esnaf da helâl de yılların kullanımıyla artık bizden sözcükler. ‘Enjoy’ ve ‘vaccination’ gibi yabancı değil. Kim bilir böyle giderse enjoy ve vaccination da bir süre sonra sözlüklerimizde yer bulur, yalnız telaffuzu nasıl olur bilemiyorum.
Esnaf, daha çok küçük sıfatıyla anılır ya da küçüklüğe işaret eder, büyük esnaf tanımlaması talidir. Küçük de olsa büyük de olsa bu ülkede esnaf iktidarların her daim gözbebeği olagelmiştir. Bir maden işçisi, bir tarım işçisi değildir esnaf, toplumun her kesimiyle ilişkileri sık ve sıkı olan kişilerden oluşur, bakkal ya da taksi şoförü gibi. Esnafın seçimlerde belirli bir yüzdelik etkisinin de olacağı, bu nedenle de gönüllerinin hoş tutulmasının gereği, şark kurnazlığının bir parçasıdır. Hem esnaf çoğu zaman statükodan yana olagelmiştir. Ötesinde de, iktidarın gözünde kimi zaman namus bekçisidir kimi zamansa vatanın yılmaz savunucusu. Oysa, anlam olarak esnaf, sınıfın çoğuludur. Sınıf, sınıf bilinci, sınıfsız toplum gibi kavramlar ülkemizde siyasi iktidarların çekindiği kavramlardır. Hele ki, işçi sınıfı. Şimdilerdeyse, korona salgını sonrası dönemde bir bilinç oluşacak belki de: Esnaf bilinci! Mahallenin namus bekçisi olmayan, işini hakkıyla yapan ve ‘büyük’ esnafın iktidar desteğiyle kendilerini yutmalarına karşı kenetlenmiş bilinçli bir ‘esnaf sınıfı’.
Helâl dinsel bir ifade. O da kültürümüzün içinde. Anlam olarak din yasaklarına ters düşmeyen, denebilir, Helâllikle ilgili ise Kubbealtı Sözlüğü’nde şöyle açıklamalar yer alıyor: 1. İsteye isteye verdim, cân ü gönülden bağışladım.
2. Yaptıklarımı helâl ettim, karşılığını beklemiyorum, gönlüm hoş, helâl olsun [Halk ağzında helâlihoş şeklinde kullanılır].
Zorluklar da sevinçler de paylaşıldıkça anlam kazanır. Tek başına sevinilmez, en az bir dostunla omuz omuz halay çekmelisin, şarkı söylemelisin. Hatta hiç tanımadığın biriyle de bir şenlikte, bir barikatta dans ederek arkadaş olmalısın. Zorluklar da böyle, olmayan ekmeğini bile paylaşmalısın. Olan ekmeği paylaşmak kolay. Olmayanı da paylaşmak ve bunu bir kalp atışının sesi gibi içerden duymak, duyurmak…
Türkiye coğrafyası ve çevresi binyıllara yayılan, muktedirlerin zulümlerinin getirdiği bir zorluklar coğrafyasıdır. Hepimizin bilmediğimiz aile köklerinde hiç tahmin bile edemeyeceğimiz ne zorluklar yaşanmıştır, elbette ne dayanışmalar da. Che Guevara ve Eduardo Galeano’nun izinden giderek söylersek dayanışma sınıfların kendi içinde gerçekleşir çünkü siz birisine düşmemesi için dayanıyorsanız o da size dayanıyordur. Yardımlaşmaysa ‘üst’ bir yapının ‘alt’ bir yapıya kendi üstünlüğünü hatırlatmasıdır. Günümüzde efendi-köle diyalektiği patates-soğan yardımlarıyla kendini meşrulaştırarak devlet-tebaa sistemini sürdürme amacındadır. Kısacası, dayanışma sol, yardımlaşma sağ ideolojiye içkindir.
Dükkanını kira, banka ve vergi borçlarıyla kapamak zorunda kalan, geleceği ipotek altındaki esnaf (ya da işsiz, dar gelirli) hakkını helâl edebilir, sonuçta birkaç istisnai durum dışında toplum cenazede helâllik verir, hem de üç kere, âdettendir.
Yaşam alanlarının, iş olanaklarını yerel, küresel kapitalizm iş birliğiyle talan edildiği bir dönemdeyiz. İnsanlık, doğa ve tarih bilgisi bu aşılamaz gibi görünen engebeli süreci aşma deneyimini bize sunuyor. Eşit olalım ve eşitler arasında helâlleşelim; dayanışmayla, dostlukla, inatla, inançla.