Bora Ercan
Yangınlar, depremler, seller, salgınlar yaşama dair kaygıları tetiklerken Afganistan meselesi de siyasi kaygıları tetikliyor. Yeni bir psikolojik / psikiyatrik rahatsızlık olarak tanımlanan ‘eco-anxiety’, yani çevre kaygısı durum bozukluğu yaşam alanlarını yok etmekte bir beis görmeyen vahşi kapitalizmin karşısında insanın düştüğü durumun yeniden adlandırılması ve buna çok da kökten olamayacak bir çare bulma arayışı.
Bütün bunların ardı ardına gelmesi Türkiye gibi teknolojisi, ekonomisi, eğitimi zayıf olan ülkelerde daha da etkili oluyor. En temel ihtiyaç olan güvenlik ihtiyacı her geçen gün örselenerek dayanıklılığın, bağışıklığın eşik sınırını aşağılara çekiyor. Bunca öfke patlaması, şiddet eğilimi, cinayetler, toplumsal patlamalar, dildeki bozuk ifadelerin artması bu nedenlerle olsa gerek.
Yakın tarihi deşerek kısa bir bilgi geçelim. İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında dünya jandarmalığına soyunan ABD bir yandan kendi arka bahçesi olarak gördüğü Meksika ve güneyinde yer alan Latin Amerika ülkelerinde, İspanya ve Portekiz’de Katolik değerleri ordu, kontra gerilla ve sivil faşist güçleri kullanarak hak ve özgürlük mücadelelerini bastırırken elbette oraların doğal kaynaklarını da sömürüyordu. Aynı senaryolar Yunanistan’da Ortodoksluk, Türkiye başta olmak üzere İslam coğrafyasında da Müslümanlık üzerinden resmi düzlemde örgütlü, sistematik olarak sosyal ve siyasi hayatta uygulamaya konuyordu.
1960 sonlarında zirve noktasına ulaşan bu durumun coğrafyamızdaki köklenmesinin bakalım. 1937’de Türkiye, İran, Irak ve Afganistan’ın da içinde olduğu Sadabat Paktı Tahran’da imzalanır (antlaşma anlamına gelen Fransızca pakt kelimesi günümüzde artık tarihsel bir ifade olarak kaldı). 1970’lerde ABD tarafından Sovyetlere karşı bu ülkelerde İslami destekleme projesi olarak bilinen ‘yeşil kuşak’ projesinin prototipi olan bir pakttı bu ancak kurulmasından birkaç yıl sonra büyük savaşın çıkmasıyla geçerliliğini büyük oranda kaybetti.
Savaş sonrası yeni bir yapılanmayla Bağdat Paktı’na dönüşür bu yapılanma. Bağdat Paktı 1954’te kurulur ama bu kez küçük ya da büyük bir değişiklikle; Afganistan’ın yerini Pakistan almıştır. Diğer üyelerse aynıdır. İşin içine aktif bir şekilde Britanya da dahil olur. ABD ise gizli / açık ortak. O tarihlerde Pakistan yeni kurulmuştu. Afganistan’ın Pakistan’la ilişkileri iyi değildi, buna karşılık Afgan hükümeti SSCB’ye daha yakındı.
Bu pakt aynı ülkelerle 1955’de CENTO’ya (Central Treaty Organization) evrilir. Kapsamı daha da genişler ve 1979 yılına kadar Sovyetler’e karşı bir askeri, ticari, siyasi ittifak olarak var olur. ABD ideolojisinin kurumlaştığı yıllardır bu yıllar.
CENTO, 1979’da İran’da rejim değişikliğiyle ömrünü tüketir. İran, ABD kontrolünden çıkar; ama, 1980’de Türkiye’de ABD destekli faşist bir askeri darbe gerçekleşir.
Bütün bu bilgiler basit bir internet taramasıyla da elde edilebilir. Konu noktaları birleştirmek ve asıl soruya yanıt aramak.
Bugüne geldiğimizde Irak darmadağın, İran’ın durumu ortada, Pakistan deseniz büyük denklemde bir yandan Çin’le diğer yandan ABD ile yarı laik bir durumda. Türkiye’deyse diyanet işleri başkanı tarihte hiç görülmediği kadar ön planda. Ayasofya ve Kariye camiye dönüştü. Neredeyse bütün bir eğitim sistemi dinci / sağ ideoloji hegemonyasında. Tarikat liderleri yine hiç olmadığı kadar ülke gündeminde varlıklarını kendilerine büyük bir güvenle ortaya koyuyorlar. Peki, Türkiye bu ülkeler gibi olur mu?
Hiçbir ülke bir diğeriyle aynı dinamiklere sahip değil. Biri için geçerli olan diğeri için geçerli olamaz. Bununla birlikte, ülkeler birbirlerine de model olurlar. Hiç şüphe yok ki Taliban’ın yönetime geçmesi Türkiye’de birçok İslamcıyı sevindirdi. Yukarıda kısaca özetini verdiğimiz, 1937 yılından beri ülkede dış güçlerle de güdümlenen sağ ideolojiler bugün artık medya, ekonomi, eğitim gibi alanlarda arkalarında büyük bir devlet gücüyle varlar. Yani Türkiye’de Taliban kabile savaşıyla gelmez, tam tersi, yine bir yeşil kuşak projesi olan cemaat ve tarikat örgütlenmeleriyle gelir. Çok da kan dökmeden. Sermaye de buna göre şekillenir.
Sonuç olarak, kaygılarla başladık, kaygısızca bitirelim. Kaygı duymak çözüm değil. Çözümse sorunu doğru belirleyerek çözüm yollarını saptamakta. Kaygılanmak için ne zaman ne de enerji var. Onun yerine yapılacak çok şey var. Nitekim artık ülkede korku duvarları da büyük oranda aşıldı. Birçok toplumsal muhalefet dinamiği pratikleri neyin nasıl yapılması gerektiğiyle ilgili yeterince öğretici. Sözcüğün gerçek anlamında yan yana gelebildiğimizde geleceğe dair daha bir umutvar olacağız.