ÇEVİRİ | Büyük teknoloji, akademi, parlamenter yapı ve Tekno-Feodalizm
"Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor."
Yazar: Jeremy Pitt
Çeviren: Kemal Alper Önsü
Amerika Birleşik Devletleri’nde, sonuna “Kongre” de eklenerek kullanılan Askeri Endüstriyel kompleksi; askeriye, savunma sanayicileri ve politik kurumlar arasında, çok irdelenmeyen, konuşulmayan, gayri resmi üç yönlü bir menfaat anlaşmasıdır. Bir tarafın silahları ve donanımı ürettiği, bir tarafın tedariki üzerinden ticaret yaptığı, son tarafın ise devlet onayını almak için lobicilik faaliyetleri yürüttüğü bu yapılanmadan tüm katılımcıları faydalanmaktadır.
Bu yapı; silahlı kuvvetler, endüstriyel yapılanmalar ve katılımcı politik kurumlar arasındaki iletişim ağı olarak tanımlansa da, devletin yasama ve yürütme kurumlarıyla çıkar grupları arasındaki finansal ve siyasi (politika üretimi ve uygulanması) karşılıklı çıkar ilişkisinin anlaşılabilmesi için Demir Üçgen teriminin kullanılması daha yerinde olacaktır. Çıkar gruplarının desteğiyle seçim gücü alan yasama kanadı, bu gücünü kullanarak yürütme kanadından ve bürokrasiden (vekiller veya Savunma Bakanlığı) siyasi onay ve kaynak alarak bahsedilen çıkar gruplarına minimal denetim ve gözlem altında devlet kaynaklarını ulaştırmakta, bu kaynaklar ise bir sonraki seçimlerde lobicilik faaliyetlerine aktarılarak döngü tamamlanmaktadır.
Bir başka demir üçgen örneği havaalanlarında ücretsiz oturma yerlerinin kıtlığından ve zorunlu tüketimin tuzaklı satışından doğan yılgınlıkta gözlemlenebilir. Genel olarak çoğunluğun çalıştıkları firmalar sayesinde “üye” olarak girebildikleri üyelere-özel salonların görece sükunetinden çok daha rahatsız bir deneyim. Şirketler politikacılara lobi yapar, politikacılar uçak yakıtlarının vergilerini düşürür, havayolları da şirket adına yolculuk yapanlara imkanlar sağlar.
Bu demir üçgenler çoğu sektörde görülmektedir, özellikle muz cumhuriyetlerinin temel özelliklerindendir. Bu terim; sınırlı sayıda ihracata dayanan dengesiz ekonomiye sahip, seçimleri hileli, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlerin kontrolündeki ulus devletlerini, örnek olarak dönemin Honduras, Guatemala ve diğer orta Amerika cumhuriyetleri, tanımlamak için kullanılmıştır. Ancak bu terim günümüzde, neo-kolonicilik üzerinden kendini sömürerek istikrarsızlaştırılmış ekonomiye, şaibeli seçimlere, yozlaşmış ve kendine çalışan siyasi elitlere sahip, Birleşik Krallık gibi, ulus devletleri için de kullanılmaktadır. Günümüzün muz cumhuriyetlerini tanımlamak için kullanılan bir diğer terim ise “dönen kapıdır”, demir üçgende yerini almış yasamadan sorumlu kişilerin bir süre sonra demir üçgenin farklı köşesinde yer alan çıkar gruplarında yönetici konumlara almaları anlamına gelmektedir.
Tekno-feodalizmde, dijital dünyada neyin para kazanacağına ve neye izin verileceğine karşılıklı rıza değil, asimetrik bir güç karar verir.
Tüm bunların doğal sonuçlarından biri oligarşidir, kararlar halka hizmet etmesi gereken bakanlıklarca, ulusal çıkarlar için değil, yönetici bir hizibin çıkarları doğrultusunda verilir.
Kesinlikle hiçbir ilgisi olmasa da İngiliz politikacı "Sör" Nick Clegg örneği durumunun değerlendirilmesi öğretici olacaktır. Nick Clegg, 2007–2015 yıllarında Birleşik Krallık Liberal Partisi liderliği ve 2010–2015 David Cameron'ın koalisyon hükümeti Başbakan Yardımcılığı görevlerini üstlendi (Yanlış yönlendirilen ve yönetilen umutsuz AB referandumunu kaybı dolayısıyla kurban edilerek Sheffield Hallam parlamento koltuğunu kaybetmeden, yani 2015 Genel Seçimlerinde Cameron tarafından kandırılmadan önce).
Clegg'in siyasi "başarıları" arasında, İngiliz siyasetinde dengeleyici bir güç olan Liberal Parti'nin marjinalleştirilmesine, anlamlı bir seçim reformu olasılığının bir nesil daha ortadan kaldırılmasına ve sözleşmeli çalışmayı (Krediyi veren lehine asimetrik olarak ön yargılı olan, kırılamaz veya telafi edilemez bir sözleşmeyle sisteme bağlı çalışan kişiler) arattırmayan öğrenci kredisi sistemindeki ufak değişikliklere işaret edilebilir.
Bu derece başarılı bir geçmişle, kazançlı bir işe girmenin nispeten zor olabileceği düşünülebilir. Ancak, Ekim 2018'de Clegg, Facebook için lobicilik ve halkla ilişkiler sorumluğuyla küresel ilişkiler ve iletişim departmanına başkan yardımcısı atandı.
Üst düzey politikacı olmayla, sosyal medya şirketinde başkan yardımcısı olmanın nasıl bir döner kapıyla birbirine bağlı olduğuna dair kesin bir önerme olmasa da bu durum demir üçgen çerçevesinde sosyal medyanın ve büyük teknoloji şirketlerinin rolünün ne olduğunu ve neye benzediğini merak ettiriyor.
Bir açıklama bu demir üçgenin büyük teknoloji-akademi-parlamento yapılanmalarıyla oluşturulduğudur. Akademi mezunlar üretir; mezunlar büyük teknoloji şirketleri tarafından istihdam edilir; büyük teknoloji şirketleri politikacılara lobi yapar ve politikacılar akademiye yapılacak harcamalar için siyasi onay verir. Veya büyük teknoloji şirketleri akademi için doğrudan finansal destek sağlar; akademisyenler politikacılara bilimsel tavsiyeler verir, politikacılar bu tavsiyeler çerçevesinde, büyük teknoloji şirketlerinin düzenlemelerini kanıta-dayalı formüle ederek politika oluşturur. Hepsi çok rahat ve hatta yapıcı potansiyele sahip: Ne ters gidebilir ki?
İki yönlü akışların her birine bakarsak, aslında oldukça fazla şey ters gidebileceği görülebilir. Mezunlardan başlarsak, üniversitelerin bazı derslerinin içerik olarak sıkıştırıldığı, mesleki etik konularının bir kenara atıldığı, ve tasarım, yaratıcılık, sorgulama özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve yaratıcı düşüncenin tamamen bastırıldığı açıkça görülebilir. Bu durumu George Carlin tarafından “Hükümetler, iyi bilgilendirilmiş, iyi eğitimli eleştirel düşünme yeteneğine sahip kişiler istemiyorlar. İtaatkâr işçiler, makineleri çalıştıracak ve evrak işlerini yapacak kadar akıllı insanlar istiyorlar. Ve buna pasif bir kabullenişle yaklaşacak kadar ahmak.” ifade edilmiştir. Büyük teknoloji şirketlerinin de çalışanlarından benzer şeyleri istedikleri bazen hissediliyor: Makineyi çalıştıracak kadar zeki, ancak zor sorular (örneğin, sürveyans kapitalizmi, yapay zekanın ihlali, dijital bağımlılık vb.) soracak kadar eğitilmemiş (ama kesinlikle yeterli maaşı alan) insanlar.
İkincisi, bazı büyük teknoloji şirketleri seçili bilgileri yayarak (bilgi toplama) veya yayılmasına izin vererek toplumun siyasi karar mekanizmasını çarpıtmaktadır. Cambridge Analytica’nın Birleşik Krallık AB referandumuna müdahalesindeki rolü özenle belgelenmiştir. Bununla birlikte COVID-19 salgını da düşünülürse, yanlış bilgilendirmenin kontrolü aynı derecede endişe vericidir.
Bilimin hastalığa karşı aşı arayışı aynı zamanda, bilimsellikten uzak bir "aşı karşıtı" azınlığın ödün vermeyen yüksek sesi ile mücadele etmek zorunda kalıyorsa, burada halk sağlığına somut bir risk söz konusudur. Bu durum herhangi bir aşılama programına katılımı düşürerek etkisizleşmesine yol açabilir (Bu durumun kötüleşmesinde, ulusal siyasete yabancı müdahale potansiyeli endişesinin ve/veya toplumu yanlış bilgilendirmek amacıyla çalışan paralı trol ordularının rolü yadsınamaz).
Üçüncüsü, finansman sağlanmasındaki siyasi onay süreçleri büyük teknoloji yapılanmalarına fayda sağlama eğilimindedir. Birleşik Krallık'ta bunun iki örneği; Doktora Eğitim Konsorsiyumu'nun (DTC) oluşturulmasında ve yapılan araştırmalarının etkisinde görülebilir. DTC'lerin amacı kohort düzeyinde eğitim programları sağlamaktır, ancak dört yıllık katı bir zaman çizelgesi olması ve pratik eğitime vurgusu; çeşitliliğin azalması, uyumlu olunmaya teşvik ve araştırma temelli eğitimden uzaklaşma (örneğin, garip soruların sorulması) risklerini taşmaktadır. Ayrıca, süpervizörün en baştan itibaren öğrenciye araştırılacak soruları vermek zorunda olduğu dört yıllık bir program, sadece öğrenilen alanın tanımlı olduğu, öğrencilerin sorular sorarak araştırmasına (bazen başarısız da olarak) dayalı bir eğitimden olandan farklıdır. Hibe önerilerinin ve araştırma sonuçlarının sadece ekonomik temelde değerlendirilmesi kısa vadeli çıktılar için özgür düşünmeyi bastırır. Derin öğrenmenin (deep learning) ve diğer algoritma çalışmalarının çoğunun, 1980'lerde başlatılan yapay sinir ağları üzerindeki araştırmalara başladığı söylenebilir (Sadece algoritmaların yeterlilik sağlaması için; hesaplama, ağ oluşturma ve ekipmanların geliştirilerek; yeterli seviyede veri, iletişim ve işlem gücüne ulaşmasını 30-40 yıl kadar beklemek zorunda kaldılar: kuşkusuz güçlü ekonomik teşvik de buna yardımcı oldu).
Politikacılar büyük teknoloji geliştirilmesi için yeni alanları ve süreçleri finanse ettiğinden, randevuların ve promosyonların doğrudan finansmanla ilişkili olduğu akademik dünyada büyük teknoloji şirketleri kime fon aktaracaklarında seçici olabilecektir.
Finansman ön yargısı gerçeğini görmezden gelme pahasına bu durumun gerçekleştiğine dair bir önerge ortaya atılmamıştır, ancak gerçekleştiği varsayılırsa, seçilenler kanıta dayalı politikaların temelini oluşturan bilimsel tavsiyeleri tarafsız olarak sunmayabilirler.
Siyaseten karar verilen finansman önceliği, ders programları ve eğitim düzenlemeleri hep büyük teknolojinin çıkarlarına hizmet ediyor.
Son olarak, finansman programlarını onaylayan siyasi yapı, sadece büyük teknoloji firmalarının aradığı türden mezunlar üreten eğitim programları oluşturulmasına değil, aynı zamanda aynı firmaların tercih edeceği düzenlemelere de odaklanmaktadır. Bu durum özellikle vergilendirme açısından böyledir. Deneysel olarak kanıtlaması zor ama bir iddia olarak ortaya şunu atabilirim; 18 yaşında birini alıp dört yıl boyunca bir kanepede oturtsak, sonrasında hiçbir büyük teknoloji şirketi ona altı haneli maaş teklif etmez. Ancak, eşdeğeri bir genci alıp dört yıl bir üniversitede oturtsak büyük teknoloji şirketlerinden birinin ona altı haneli maaş teklif etmesi mümkündür. Bu denklemde değeri kimin kattığı bellidir (çalışkan öğrenci ve üniversite); bu değer için kimin para ödediği de bilinmektedir (yüksek ihtimalle bir borç batağıyla mezun olan öğrenci); ancak bu durumdan kazanç sağlayanların büyük teknoloji şirketi sahipleri olduğu da eşit derecede ortadadır. Eğer öğrenci kredisi olmazsa olmaz deniyorsa, "daha adil" bir çözüm bulunabilir: Birincisi, her mezunun kademeli olarak ödeyeceği bir lisans vergisi (bu sayede eğitim alan herkes imkanlarına oranla ödeme yaparak, zengin ebeveynlere veya kurumsal “altın tokalaşmalara” ihtiyaç duymadan eğitim alabilir); ve ikinci olarak etkili bir kurumlar vergisi sayesinde menfaat sahibi kurumlar bu kazançlarına oranla toplum ve kamu yararına katkıda bulunabilir.
Yönetimin, düzenlemenin ve vergilendirmenin zayıflaması durumunda, yönetilmesi, düzenlenmesi ve vergilenmesi gereken özel çıkar gruplarının aşırı güçlenmesi sorunu ortaya çıkar, bu durum tekno-feodalizmin tanımıdır.
Feodalizm, hükümdarların bahşettikleri toprak karşılığında aristokrasiden askerlik hizmeti (finansman veya askerlik) talep ettiği Orta Çağ Avrupa'sına egemen sosyopolitik sistemdir. Köylü sınıfı ise, bağlı bulundukları aristokratın topraklarında çalışmak ve verdikleri emeğin ürünlerinin (ve dolaylı olarak kendilerinin) mülkiyetinden vazgeçmek zorundaydı. Karşılığında aldıkları ise etrafta başıboş gezen haydutlara karşı sembolik korumaydı.
Benzer şekilde, tekno-feodalizm de büyük teknoloji şirketlerinin belirli bir işletme alanlarına (arama, e-ticaret, ulaşım vb.) egemen olduğu sosyopolitik ekonomik sistemdir. Seçilmiş hükümetler bu alanları; mali destek ve parlamento sonrası kariyer olanakları karşılığında bu şirketlere bırakmaktadır. Geri kalanımız, (veri üreten) köylü sınıfı, kullandığımız hizmetlere eşitsiz koşullar dahilinde katılmak zorundayız: hizmet karşılığında veri sağlıyoruz, ancak bu değiş tokuşun esas kazananı verileri toplayanlar yani platformların sahipleridir. Veri köylüleri için özel bir risk taşıyan nakitsiz toplum olgusu, nakit paranın hastalık taşıyıcısı olduğuna dair aldatıcı argümanlar üzerinden, özellikle COVID-19 sonrası hızlanarak, kullanıcıların hangi ürünleri alabileceği üzerinde merkezi kontrol sağlayan dijital para birimlerinin (örneğin fiat para birimi gibi) önünü açmaktadır.
COVID-19'un ardından, zayıf yönetimler, büyük teknoloji şirketlerinin mal varlıkları ve altyapıyı ele geçirmesine engel olamayabilir.
Daha önce yerel ekonomilerden servetin sömürülmesinin, teknolojik gelişim için neredeyse hiçbir vergi ödemeden altyapıların mülkiyetinin alınmasının ve üniversitelere kıyasla daha fazla araştırma olanağı bulundurmaları dolayısıyla yeni mezunların şirketlerinin güvenlik duvarlarının arkasında kaybolmasının tehlikelerinden bahsetmiştik. Cape Canaveral’da bulunan ve insanlığın teknolojik başarısının bir anıtı olan NASA Uzay Merkezini ziyaret etmek etkileyici bir ders niteliğinde. Uzay araştırmalarının sonucu olan Saturn V roketlerinin ne kadar büyük, Apollo komuta modüllerininse ne kadar küçük olduğunu öğreniyoruz; aynı araştırmaların gündelik yaşam kalitesini ve toplumsal refahı arttırmada rol oynayan ne çok yan ürünün gelişiminde rol oynadığını da.
Bununla birlikte, site çevresinde yapılacak bir gezi, gereken vergiyi ödemedikleri için kendi özel uzay araştırmalarını finanse etmeyi göze alabilen çeşitli şirketlerinin tabelalarıyla noktalanıyor. Bu manzara, kamu altyapısı üzerine kurulu bu özel sahalarda kamusal eğitim almış bireyler tarafından üretilen yan ürünlerin de özel mülkiyete ait olacağı gerçeğini ortaya çıkarıyor: işte bu tekno-feodalizmdir.
Orta Çağ Avrupa'sındaki vebaların ardından aristokrasinin hayatta kalanları, ölen komşularının malikanelerini devralmak için çok çaba sarf ederek merkezi düzenleme için çok güçlü ve "başarısız olmak için çok büyük" olan "büyük mülkleri" yarattı.
Büyük teknoloji şirketleri, COVID-19'un ardından; varlıkları, şirketleri ve altyapıyı ele geçirerek aynı sonuca ulaşabilir. Uluslararası tekno-feodalizmin yükselişine direnmek için daha güçlü yönetimlere, Elektrik ve Elektronik Mühendisleri Enstitüsü (IEEE) gibi profesyonel organizasyonlara ihtiyacımız var.
https://technologyandsociety.org/the-bigtech-academia-parliamentary-complex-and-techno-feudalism/