Yazar: Christian Bunke
Çeviren: Özer Erdin
Britanya’da 2017’de ve 2019’da olmak üzere iki yılda iki seçim yapıldı. İşçi Partisi her iki seçime de sol bir programla girdi. Parti, 2017’de muhafazakâr çoğunluğun ağır bir kayıp vermesini sağladı. 2019’da ise kesin kaybeden taraf kendisi oldu. Peki, 2017’nin 2019’dan farkı ne? Partinin iki yıl önceki seçim programında AB’den ayrılmaya ilişkin yapılacak olan referandum için açık bir duruş mevcuttu. Başka bir deyişle “Brexit” kararına saygı duyulacak ve çalışan halkın lehine olan bir AB’den çıkış programı savunulacaktı. 2019’da bu durum değişti. Gazeteci Paul Mason gibi Corbyn’nin danışmanlığını yapan partinin sağcı kanadı de facto bir biçimde ağırlık kazandı ve seçim sözü olarak ikinci bir AB Referandumunu öne sürdü.
Bu rota değişikliğinin Nordengland’ın birçok işçi semtinde kullanılmış olan oylara nasıl yansıdığını anlamak için oradaki insanların mantıklarının nasıl çalıştığını bilmek lazım. Zira söz konusu işçilerin günlük yaşamı iki faktör tarafından belirleniyor. İlk olarak bu işçilerin yaşamı 1980’li yılların ortasına denk gelmiş olan Thatcher Hükümeti’nden beri daima daha kötüye gitti. Kentin bütün bölgeleri endüstriden yalıtıldı ve geriye varoluşu başkentin politikacılarını hiç ilgilendirmeyen bir halk kaldı. Ortaya çıkan kayıtsızlık İşçi Partisi de dâhil olmak üzere tüm Britanya partileri için geçerlidir. İkinci olarak Nordengland’ın birçok kenti İşçi Partisi’nin yerel politikacıları tarafından yönetiliyor. Bu politikacılar geçen yıllarda yürürlüğe giren kesinti politikalarının büyük bir bölümüne geçit verdiler ve hatta bunları ideolojik olarak savundular.
Buna ek olarak birçok İşçi Partisi politikacısı direnişçi olarak değil, yönetici elitlerin (establisment) bir parçası olarak görülüyor. Bu nedenle ikinci bir AB Referandumuna olan talep, söz konusu establisment’ın merkezi isteği olarak gündeme gelmişti. Bu da yetmezmiş gibi İşçi Partisi Avam Kamarası’nda yeni seçimlere karşı iki kere onay verilmesi, geniş halk kesimlerindeki güvensizliği arttırdı. Hal böyle olunca halkta; “Onların amacı bizim hayatımızı iyileştirmek değil. Yalnızca Brexit’i engellemek istiyorlar.” duygusu ağırlık kazandı.
Boris Johnson’ın seçim ekibi ise bu durumu kullanmayı bildi. Bir dönem muhafazakâr hükümetin parçası olmasına rağmen Johnson, geçmiş yılların kesinti politikalarının sanki kendisiyle hiçbir ilgisi olmadığı duygusunu seçim yarışı esnasında seçmene aktarmayı başardı. Bu nedenle, “Get Brexit Done” ve “Halk Parlamentoya karşı” sloganları çok etkili oldu. Johnson hatta bu stratejiyi AB’ye karşı da kullanacak. Geçtiğimiz cuma kendisini “halkın başbakanı” olarak ilan etti bile.
Ancak bu, gelecek ayların ve yılların muhafazakâr bir yükselişe dönüşeceği anlamını hiçbir biçimde ifade etmiyor. Muhafazakârların ekonomi ve sosyal programı halkın çoğunluğu tarafından reddedilmişti. İşçi Partisi’nin devletleştirme politikası ise halen popülerliğini koruyor. Bu nedenle sol güçler ve sendika hareketi parlamentonun kendilerini kurtaramayacağını anlamak zorundalar. Gerekli olan şey, muhalefeti sokağa ve işletmelere taşımak.
Kaynak: Junge Welt