Damızlık Kızın Öyküsü: Bir adım sonraki gerçekliğimiz mi?

Damızlık Kızın Öyküsü: Bir adım sonraki gerçekliğimiz mi?

Yalçın Küçük, Bilim ve Edebiyat adlı kitabında İngiliz komünistlerinin televizyon izlememekle nasıl övündüklerini kendine has üslubuyla anlatır. Nihayetinde, emekçi sınıfları sokak yerine eve bağlamaya yarayan ve onlara büyülü kutu olarak tanıtılan şey, aptal kutusundan başka bir şey değildir. “Devrimin televizyonlardan yayımlanmayacağını” bilen insanlarız, o sebepledir ki, İngiliz komünistlerinin övünmelerine ortak oluyoruz pek çoğumuz. Lakin, dünyanın ahvalinden olsa gerek, “show bussines” dünyası olarak tasavvur edilen televizyon endüstrisinde hayli politik ve solda konumlanan ‘proje’lerle karşılaşmaya başladık son zamanlarda. 

Nedenleri üzerine tartışmak bu yazının sınırlarını oldukça aşar ama şunu söyleyebiliriz sanırım. Tarihsel süreç içinde gerçeklik kazanan anlam ve değerlerin yalnızca egemen ideolojilerin kontrolündeki organizasyonlar tarafından üretildiklerini kabul etmek, oldukça karmaşık olan toplumsal etkileşim biçimlerini ve süreçlerini mekanikleştirmek anlamına gelir. 

Dolayısıyla, televizyonun egemen ideoloji adına belirli anlamları, değerleri ve inançları aktardığını kabul etmek başka bir şeydir, bu aktarımların izleyici tarafından tamamıyla edilgen bir biçimde benimsendiğini düşünmek başka bir şeydir. O halde, televizyonun çok çeşitli toplumsal grup ve tabakaların farklı ilgi ve isteklerine cevap vermek zorunda olduğu için esnek ve açık bir yapıda yeniden kurgulandığını düşünmek, solda konumlanan televizyon projelerinin neden pıtrak gibi çoğaldığını anlamaya dönük anlamlı bir zemin sunabilir bize. 

Bu zeminden hareketle, Damızlık Kızın Öyküsü (Handmaid’s Tale) romanının televizyon uyarlaması ile LGBTİ hareketinin 1960 sonrasındaki  ABD’deki tarihini anlatan Biz İsyan Ettiğimizde (When We Rise) ve 1970’ler İngilteresi’nde geçen bir şehir gerillası öyküsü anlatan  Gerilla (Guerrilla) isimli projeler öne çıkıyor. Biz İsyan Ettiğimizde ve Gerilla’yı henüz izlemiş değiliz. O yüzden ihtiyat payı bırakıyoruz. Lakin her iki dizide de tanıtımlarından anlayabildiğimiz kadarıyla söylemek gerekirse, vıcık vıcık bir burjuva hümanizmine rastlamıyoruz. Henüz izlemediklerimizi ilerleyen dönemde inceleyeceğimizin sözünü vererek, odağımızı Damızlık Kızın Öyküsü’ne çevirelim.

Dizi Ne Anlatıyor? 

            “Bir öyküyü sadece kendine anlatamazsın. Her zaman bir başkası vardır.”    

Dediğimiz gibi bir roman uyarlaması, Damızlık Kızın Öyküsü. Margareth Atwood, romanı 1985 yılında İran İslam Devrimi’nden tam altı yıl sonra kaleme almış. Romanın yazılmasına, İslam Devrimi sonrasında İran’ın yaşadığı İslamizasyon temelli toplumsal dönüşümün esin kaynağı olduğunu belirtelim. Tam da bu noktada bir uyarı yapmam gerekiyor. Romanı henüz okumadım, o yüzden roman ve dizi arasındaki farklılıklar nelerdir sorusuna bir cevap veremeceğiz. Dolayısıyla bu yazı, diziyi referans alarak ilerleyecek. Ama romanı okuyup diziyi izleyen arkadaşlarla yaptığımız sohbetlerde dizinin, romana da hakim olan distopya janrasının tekinsizliğini görsel açıdan epey iyi yansıttığını söylediler ki hak vermemek elde değil. 

Tekinsizliğin görselleştirilmesinin yanında, umut kavramının da çok az şey ifade ettiği çok yakın bir gelecekte, ABD’de geçiyor hikayemiz. Yaşanan çevresel felaketi nedeniyle nüfus giderek küçülürken, kısırlık çok yaygın. Kadınların pek azı hamile kalabilmekteyken, bebeklerin de ancak beşte biri sağlıklı doğmaktadır. İşte böylesi bir panik içinde debelenen ABD, o çok övündüğü liberal demokrasisini askeri-dinsel diktatörlüğe dönüştüren bir darbeyi yaşar. Kongre ortadan kaldırılırken, anayasa da askıya alınır. ABD yerini, 17. yüzyıldaki ilk kolonicilerin püriten kökleri temelinde inşa edilen, erkek egemen, muhafazakar bir yapıya, Gilead Cumhuriyeti’ne bırakır. Yalnızca kadınların ezilmez Gilead Cumhuriyeti’nde. Yüksek rütbeli olmayan erkekler de bir kadınlar kadar  ezilmektedir.

Doğurganlık açısından verimli olarak etiketlenen birçok kadın, bu askeri-dinsel diktatörlük tarafından bir bir ayrıştırılmaya tutulup daha “yararlı iş” görecekleri evlere gönderilir. Tek görevlerinin, verildikleri yüksek rütbeli askerlere hizmet olduğu bu yaşamda tam anlamıyla damızlık hayvan olarak kullanıldıkları gerçeğine ek olarak, kadınların bir isimleri de yoktur. Eğer ki, hizmetine verildikleri askerin adı örneğin Joe ise, o kadın “Joe’ununki” anlamına gelen Ofjoe olmaktadır ve çevredeki insanlar tarafından da o şekilde bilinmektedir. Diğer yandan, kadınlar arasında  bir sınıf sistemi vardır; damızlık kadınlar kırmızı, bir eşe sahip olanlar mavi, daha evlenmemiş olanlar beyaz, aşçılar ve temizlikçiler ise yeşil giysiler giymektedirler. Bu, onlara toplum içindeki yerlerini göstermekte ve onlar da mensup oldukları sınıflara göre hareket etmektedirler. Bu açıdan, sınıf mücadelesi ile patriyarka karşıtı mücadeleyi birbirine karşıtı olarak konumlayan “geleneksel yorumlar” üzerine yeniden düşünmeye kışkırttığını kendi adımıza söylemeliyiz.

Bu noktada, dizi ne anlatıyor? sorusuna genel olarak cevap verdiğimizi düşünüyoruz ki, daha ileriye gitmek güncel tabirle “spoiler” olacak. O yüzden belki de diziyi henüz izlememiş olanlar yazıyı okumayı burada bırakabilir. Bu uyarıdan sonra hala devam etmek isteyenlere öne çıkan iki sekans eşliğinde, memleketteki güncel tartışmalara ilişkin hatırlatmalar yapacağımızı belirtelim.

1.Sekans: Şapkaların Anlamı

Romanın İran İslam Devrimi’nin yarattığı İslamizasyon temelli toplumsal dönüşümden esinlendiğini söylemiştik. Dizide bu esinlenmenin en tipik örneğini, damızlık statüsündeki kadınların takmak zorunda oldukları beyaz şapkalarda görebiliyoruz. Bu şapkaları ilk gördüğümüzde neden bu şekilde tasarlandığını sorusu aklımıza geliyor. Sonrasında yavaş yavaş anlıyoruz ki, dizaynın temeli kısıtlamak üzerine kurgulanmış. Bu kısıtlama, sınıfsallığa ve dinselliğe görsel açıdan iki gönderme yapıyor. Bunlardan birincisi yani sınıfsal olan gönderme, kendi sınıfından olmayan kimseye doğrudan bakılmasını engellemek. İkincisi ise, kendilerini cezbedecek her türlü varlığın etkisini kısıtlamak yani dinsel bir gönderme. Bu iki gönderme, 2017 Türkiyesi’nde yaşayan herkese İslamizasyonun siyasal simgesi olan türbanın ne anlama geldiğini, laikliğin neden sınıfsal bir talep olduğunu ve elbette, laikliğe en çok ihtiyacı olanın merdiven altında atölyelerde emeği sömürülen türbanlı emekçiler olduğunu hatırlatacaktır. 

2.Sekans: Tecavüzcüyü İnfaz Eden Tecavüz Düzeni ya da Hegemonya Nasıl Kurulur?

Dizide yüksek rütbeli askerlerin eşleri olan ev sahibeleri dışında bir kadınsanız eğer, (ki bu durum dizideki renklerden sonra en fazla görselleştirilen sınıfsallık vurgularından biridir) yapabileceğiniz tek şey kurallara uyuyor gibi gözükmektir. Her hangi bir durumda tam aksini düşünseniz bile, düzenin sahiplerinin istediğini yapmak istemeseniz bile bunları kendinize saklamak zorundasınızdır. Yaşıyor olmanızın tek sebebi işe yarıyor oluşunuzdur. Dostunuz da olsa, düzen karşıtı (ki ne düzen karşıtıdır ne değildir hayli muallaktır dizide) bir durumu ihbar etmediğiniz zaman hamile olmanız  bile önemli değildir, elektroşoka maruz kalıyorsunuz örneğin. Bir adam size tecavüz ettiğinde, bunun cezasını siz de çekersiniz.

Fotoğraf, dizi de gerçekleşen bir infazdan hemen öncesine ait. Ve belki de dizinin bugüne kadar yayımlanmış bölümlerindeki en vurucu sekanslardan biridir. Bir adam, kahramanımızın -gerçek adıyla June (Haziran); ama “damızlığı olduğu” erkeğe referansla Fred’inki- en yakın arkadaşı Moira’ya tecavüz eder. Ve kadınlar, bu olayla ilgili olarak kocaman yeşil bir bahçede toplantıya çağırılırlar. O anda kadınların en önemli eğitmeni olan Lydia her şeyi açıklamaya başlar. “Bu adam içinizden bir arkadaşınıza tecavüz etti ve bizim tecavüzcülere olan tutumumuzu bilirsiniz. ”Bu sahnede kadınlar tarafından infaz edilecek adam, düzenin küçük bir simgesidir ve düzen kendi kendine bir tecavüzcüdür. Her kadının hayatını taciz etmekte üstüne yoktur. Ama gel gelelim ki, sırf öyle gözükmemek için tecavüzcü bir adamı kadınların infaz etmesini sağlayarak kendini meşrulaştıran da yine düzendir. Üstelik bunu da öyle bir kurnazlıkla yapar ki her kadın ve erkek, düzeni sorgulamak yerine düzenin ne kadar adil olduğunu kabul eder. 

Tam da bu noktada, İngiliz Marksist Raymond Williams’ın Marksizm ve Edebiyat adlı kitabında hegemonya inşasına ilişkin olarak söylediği “bir sınıfın hegemonyasının kurulması bir anlamlar ve değerler sisteminin yaşam deneyimleriyle doğrulanmasıyla mümkündür.”1 cümlesi aklımıza gelir. Yani, insanlar kendi gerçekliklerini bu kavram ve değerler sistemiyle tanımlamaya başladıkları an hegemonyada kurulmuş demektir.  Bu da bir bakıma bize, AKP/Saray Rejimi’nin inşa sürecinde elinin hiç rahat olmadığını, bu inşa sürecini cepheden red etmek yerine, onunla uzlaşmayı seçmenin, bugünden gündeme getirilen 2019 seçim tartışmalarının neye ve kime hizmet edeceğini hatırlatacaktır.

Son Söz Yerine

Bir dizi vesilesiyle, televizyon endüstrisi ve ülkenin gündemine dair kısa da olsa değinme fırsatı bulduk. Kabaca feminist distopya janrasına sokulsa da kanımca onu çok aşan ve pek çok alt metne sahip bir dizi Damızlık Kızın Öyküsü. Diğer yandan da bu distopyanın gerçekleşme ihtimalinin çok da uzak olmadığını bize tüm gerçekçiliğiyle göstermesi açısıdan oldukça can acıtıcı. Bu gerçekliğe bir adım kala, son bir değinmede kahramanımız June (Haziran)’un, “artık bir ‘biz’ olmalı; çünkü artık ‘onlar’ diye bir şey var.” cümlesi ile bizim cenaha yani sosyalistlere yaparak bitirelim.

June (Haziran); bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor galiba, ne dersiniz?

  1. R.Williams’tan Aktaran Galip L. Yalman, İktidarın Şiddeti, syf.41

 

 

 

 

DAHA FAZLA