Darbe ve 'Reis için çalışmak'
Sol-sosyalist muhalefetin, özellikle de Türkiye İşçi Partisi’nin alacağı tutum, bu süreçte belirleyici sonuçlar yaratabilecek etkenlerden biri. Can’a bunu borçluyuz…
Foti Benlisoy
Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin Anayasa Mahkemesi’nin Can Atalay’a ilişkin ihlal kararına uyulmaması yönündeki kararının, anayasayı kısmen de olsa geçersiz kılan bir darbe girişimi olduğu açık. Haklı olarak “bu yaşanan kaçıncı darbe” diye soranlar olacaktır elbet. Ancak mevcut rejimin alamet-i farikası zaten, bu süreklileşmiş mini darbeler, Ernst Fraenkel’in kullandığı tabirle “uydurulmuş olağanüstü haller” vasıtasıyla siyasal güç ilişkilerini ve devletin kurumsal mimarisini yeniden tanzim etmektir. Bu bakımdan Marx’ın yeğen Bonaparte hakkında yazdığı şu satırlar Türkiye’deki rejim için de hayli hayli geçerlidir: “Tıpkı bir üçkâğıtçı gibi, topluluğu sürekli şaşırtmak ve gözlerin Napoléon’un ikamesi sıfatıyla hep kendine dikilmesini sağlamak mecburiyetinde olan, yani günbegün minyatür bir darbe yapmaya mecbur bulunan Bonaparte”.[1]
Yargı bağımsızlığının sistematik ihlaliyle yargının yürütmeye bağlanması, kuvvetler arasındaki “denge ve fren” mekanizmalarının ortadan kaldırılması ve kuvvetler ayrılığının yürütme lehine ilgası bu minyatür darbeler aracılığıyla gerçekleşmiştir. Bu noktada küçük bir hatırlatmada yarar var: Kuvvetler ayrılığı denince ilk akla gelen isim, şüphesiz Montesquieu ve onun Kanunların Ruhu adlı eseridir. Althusser, Montesquieu üzerine çalışmasında meselenin, kuvvetlerin ayrımından ziyade “kuvvetlerin dağılımına”, yani güçler ilişkisine dair hukuki değil, siyasal bir sorun olduğu tespitini yapar: “Demek ki, ünlü güçlerin ayrılığı, gücün belli güç odakları arasında, yani kral, soyluluk ve ‘halk’ arasında dengeli bir biçimde paylaştırılmasından başka bir şey değildi.”[2] Söz konusu “güç odakları” (Montesquieu örneğinde kral, soyluluk ve “halk” yani “üçüncü zümre”-burjuvazi) belli bir toplumsal formasyonda iktidar bloğunu oluşturan sınıf ve sınıf fraksiyonlarından başka bir şey değildir.
Yani bugün haklı olarak çokça tartışılan kuvvetler ayrılığı ya da devlet sistemini oluşturan devlet aygıtları arasındaki “denge ve fren” mekanizmaları, iktidar bloğunun parçası olan ve farklı devlet aygıtları üzerinde çeşitli biçimlerde etkide bulunup denetim uygulayan sınıf ve fraksiyonlar arasındaki güç dengesinin bir ifadesidir. Zaten Göran Thernborn’a göre de kuvvetler ayrılığından ifadesini bulan “denge ve denetleme” mekanizmaları, yani devleti oluşturan aparatların birbirinden ayrı tutulup birbirini denetlemesi, aslında hâkim sınıfın bizzat kendi devletine o kadim “böl ve yönet” prensibini uygulaması anlamını taşır.[3]
Bu “böl ve yönet” rejimini mümkün kılan güçler dengesi bozulduğunda, yani iktidar bloğunda kartların yeniden karılmasını zorunlu hale getiren bir siyasal bunalım gündeme geldiğinde devlet sisteminin de yeniden düzenlenmesi söz konusu olur. Böylece devlet aygıtları arasındaki mevcut ilişki ve dengeler (dolayısıyla da kuvvetler ayrılığı ve mesela yargı bağımsızlığı) bir çekişme ve mücadele konusu haline gelir. Türkiye’de hiç değilse son on yıldır söz konusu olan budur.
“Yeni devlet”
Kuvvetler ayrılığı ya da yargı bağımsızlığına ilişkin her tartışma, esas itibariyle devletin sınıfsal muhteva ve bileşimine dair siyasal bir tartışma olmak durumundadır. Nicos Poulantzas bu durumu şöyle özetler: “İktidar bloğu, egemen bir sınıf veya fraksiyonun iktidar ittifakının öteki üyeleri üzerinde ayrı bir egemenlik empoze etmesi ölçüsünde, kısaca onlar üzerinde hegemonyasını kurup onları kendi koruyuculuğu altında birleştirdiği ölçüde düzenli işlev görebilir. Faşizm konjonktürünü belirleyen şey, bir sınıf veya fraksiyonun kendi hegemonyasını empoze edemeyişi, daha doğrusu, iktidardaki ittifaktan keskinleşen kendi öz çelişkilerini ‘kendi kendine’ aşamayışıdır.”[4]
Poulantzas’ın vurguladığı gibi, olağanüstü tipte bir devlet biçiminin önünü açan belirleyici husus, hiçbir hâkim sınıf fraksiyonunun, kendi geleneksel siyasal örgütlenme araçları ve “normal” demokratik parlamenter yollarla iktidar bloğunu oluşturan diğer sınıf ve fraksiyonlar üzerinde önderliğini kabul ettirecek güçte olmamasıdır. İşte Türkiye’de son on küsur yıla damgasını vuran “minyatür darbeler” silsilesini de devlet içindeki hizipleşme ve “iç savaş” manzaraları da hep böyle bir fonda cereyan etmektedir.
Çok kabaca ifade etmek gerekirse, Türkiye’de kuvvetler ayrılığı ve yargı bağımsızlığının erozyonuna neden olan ve olağanüstü tipte bir devlet biçiminin önünü açan siyasal kriz, bir yanda hâkim sınıfın fraksiyonlaşması ve hegemonik kapasitesinin zaafa uğraması, diğer yandaysa emekçi sınıfların siyasal ve sosyal dağınıklığının damgasını vurduğu özgün bir sınıf mücadelesi konjonktürünün ürünüdür. Bu sınıfsal mahiyetine karşın söz konusu kriz, devletin mimarisinde neden olduğu çatlaklar itibariyle esas itibariyle bir kurumlar bunalımı görünümü edinmekte, son “Yargıtay darbesinde” olduğu üzere, devletin kurumsal mimarisinin radikal bir biçimde dönüştürülmesi girişimlerini beraberinde getirmektedir.
Bundan birkaç yıl önce "Yeni bir devlet kuruyoruz. Beğenin beğenmeyin, lideri de Recep Tayyip Erdoğan”[5] sözleriyle tartışma yaratan Cumhurbaşkanlığı Danışmanı Ayhan Ogan’ın kastettiği tam da budur. Mevcut kurumlar bunalımına Ogan’ın işaret ettiği Erdoğancı yanıt, hâkim sınıfın ve dolayısıyla devletin bütünlüğünün “Reis”in bedeninde ve zor yoluyla sağlanması, böylece iktidar bloğunun iç ilişkilerinin yeni bir devlet sistemi inşasıyla yeniden düzenlenmesi olmuştur. Anayasa Mahkemesi’nin Yargıtay kararıyla adeta fiilen kapatılması, bu sürecin devamı, bir uzantısıdır.
Yukarıda da ifade edildiği üzere, devlet kurum ve pratiklerinin yetki ve sınırlarını belirleyen hukuki mevzuat, iktidarın (“kuvvetlerin”) paylaşılma koşullarını belirler. İktidar bloğunu devlet eliyle ve diktatoryal yöntemlerle yeniden oluşturma girişimi, devletin kurumsal mimarisinde eski iktidar bloğunu oluşturmuş çeşitli egemen sınıf ve fraksiyonların ilişkilerini düzenleyen eski hukuk sistemini geçersiz kılmıştır. Çünkü saray rejiminin iddiası, devletin birlik ve bütünlüğünün, ancak Erdoğan’ın bir “mutlak hakem” konumu edinerek iktidar bloğuna dahil edilen sınıf ve fraksiyonların iktisadi ve siyasi güç kaynaklarına erişme koşullarını yukarıdan aşağıya belirlemesiyle temin edilebileceğidir. Bunun mantıki sonucu, devletin kurumsal mimarisinin yeniden organize edilmesi, yeni bir devlet sisteminin oluşturulmasıdır.
Merkezileşme-hizipleşme
Yeni bir devlet sisteminin inşası süreci, Erdoğan şahsında yürütmenin, mevcut siyasal-sosyal güçler karşısında belli bir hareket serbestisi ya da özerklik kazanmasına neden olmuştur. Bu özerklik ne kadar genişlerse devlet aygıtının iç merkezileşmesi de o oranda pekişmektedir. Devletin kurumsal mimarisinde gündeme gelen köktenci değişmeler ve özellikle yargının bağımlı konuma itilmesi, bu özerkleşme-merkezileşme-konsantrasyon eğiliminin ifadesidir.
Öte yandan bu merkezileşme-konsantrasyon eğilimi devletin kurumsal yapısını daha akışkan hale getirdikçe paradoksal bir sonuca yol açarak devlet içi hizipleşmeyi kışkırtan bir faktöre de dönüşüyor. Son yıllarda farklı ve çelişen çıkarlara sahip olan devlet içi hiziplerin hamle ve karşı hamlelerinin giderek daha yoğun bir hale bürünmesi bu durumun sonucu. “Yargıtay darbesi” de zaten çok sayıda hizip arasındaki bu artan rekabet ve çekişmenin bir ürünü olarak değerlendirilmekte. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus, gücün konsantrasyonuna eşlik eden ve Erdoğan’ın bir “hakem” olarak yönettiği devlet içi hizipleşmenin, rejimi radikalleştiren önemli unsurlardan biri olmasıdır. Yargıtay dairesinin Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkında soruşturma açılması talebi, Mehmet Uçum’un “milli yargı” çıkışı hep bu radikalleşme eğiliminin ifadesi sayılmalı.
Söz konusu hizipleşme-radikalleşme dinamiğinin nasıl işlediğini anlamak için Nazi Almanyası örneği açıklayıcı olabilir. Tarihçi Ian Kershaw, Nazi rejiminin oluşumu hakkında şöyle yazar: “Bu sürecin bir özelliği, Hitler’in kişiselleştirilmiş yönetim biçiminin bir yandan idari mekanizmayı bozarken, diğer yandan ‘Führer’in iradesine’ farklı biçimlerde bağlı, birbiriyle rekabet içinde ve işlevleri örtüşen çok sayıda etkin kurum yaratarak, hükümeti parçalara bölmesiydi.” Kershaw’a göre bu parçalanma ve rekabet, rejimi radikalleştiren önemli bir faktör sayılmalıdır: “Hitler’in kişiselleştirilmiş yönetim biçimi, aşağıdan gelen radikal inisiyatifleri iş başına davet ediyor ve böyle girişimlere, onun geniş kapsamlı olarak tanımladığı hedeflerine bağlı kaldıkları sürece destek sunuyordu. Bu durum, rejimin bütün düzeylerinde, birbirine rakip etkin kurumlar ve bu kurumlar içindeki bireyler arasında şiddetli bir rekabeti kışkırtıyordu. Üçüncü Reich’ın Darwinist cengelinde gücün ve başarının yolu, ‘Führer’in iradesini’ önceden tahmin etmekten, onun hedefi ve isteği olduğu farz edilen şey için direktif beklemeden inisiyatif almaktan geçiyordu.”[6]
Kershaw, hükümet mekanizmasının parçalanması ve buna eşlik eden ideolojik radikalleşme sürecini “Führer için çalışmak” sloganıyla özetliyor. Türkiye’deki devlet içi hizipleşme ve rekabet eğiliminin de benzer bir ideolojik radikalleşmeyi (“Reis için çalışmak”) kışkırttığı aşikâr. Erdoğan’ın bu hizipleşmeyi yönetme, hizipleri kendine tabi kılma ve hizipler arası ihtilaflardan kendi lehine istifade etme kapasitesi, rejimin devamlılığı açısından kritik bir faktör.
Bu elbette tek yönlü bir süreç değil. Söz konusu hizipleşme-radikalleşme dinamiğinin her zaman saray rejimi lehine pürüzsüz işlemesi mümkün değil. Rejimin minyatür darbeler ve mini şoklar aracılığıyla halkı sürekli bir türbülansta tutma çabası me kadar başarılı olsa da aynı zamanda rejimin normalleşmesini ve istikrar kazanmasını önlüyor. Dahası bu durumun kışkırttığı devlet içi hizipleşme ve rekabet, rejim karşıtı muhalefet için hareket kabiliyetini artıran potansiyeller yaratıyor. Tam da bu anlamda Anayasa Mahkemesi kararına karşı gündeme gelen darbe girişimi, seçim sonrasında yaygınlaşan siyasal apati ve ataletin geriletilmesi açısından ciddi bir imkân olarak değerlendirilebilir. Geniş kitleleri seferber edebilen, karşı tarafı geri adım atmaya zorlayan bir hareket bir çatlak yaratabilir. Sol-sosyalist muhalefetin, özellikle de Türkiye İşçi Partisi’nin alacağı tutum, bu süreçte belirleyici sonuçlar yaratabilecek etkenlerden biri. Can’a bunu borçluyuz…
[1] Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, çev. Ahmet İnsel, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, s. 175.
[2] Louis Althusser, Montesquieu Siyaset ve Tarih, çev. Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, İstanbul, 2005, s. 124.
[3] Göran Thernborn, What Does the Ruling Class Do When it Rules? State Apparatuses and State Power under Feudalism, Capitalism and Socialism, NLB, Manchester, 1978, s. 92.
[4] Nicos Poulantzas, Faşizm ve Diktatörlük, çev. Ahmet İnsel, Birikim, İstanbul, 1980, s. 72.
[5] “Ayhan Oğan’dan tartışma yaratan sözler”, Hürriyet, 4 Ağustos 2017.
[6] Ian Kershaw, Hitler Hubris 1889-1936, çev. Zarife Biliz, İthaki, İstanbul, 2007, s. 531-2.