Dillerin kökeni

Dillerin kökeni

18. yüzyıl Aydınlanma filozoflarından Jean Jacques Rousseau “Dillerin Kökeni Üzerine Deneme” adlı kitabında dillerin ortaya çıkışına ilişkin fikir geliştiriyor ve iletişim ile dil bağıntısına değiniyor.

Ufuk Akkuş

“Bir dili başka ülkenin değil de kendi ülkesinin dili yapan nedir?” sorusuyla başlayan Rousseau, bu sorunun cevabını vermek için yere bağlı olan ve bizzat töreden önce gelen kimi nedenlere kadar inmek gerektiğini söylüyor. Bir insan, başka bir insan tarafından hisseden, düşünen ve kendisine benzeyen bir varlık olarak kabul edildiği anda karşısındakine duygu ve düşüncelerini iletme ihtiyacının yollarını yaratmıştır. Bir başkasının duyularını etkileyebileceğimiz genel yollar hareket ile sestir. Hareket etkisi dokunmayla dolaysız, jestle dolaylıdır. Jestin dili sese göre daha kolaydır. Zira gözümüze çarpan nesneler kulağımıza gelenlerden daha fazladır ve şekiller seslerden daha çeşitli ve anlamlıdır. Daha kısa sürede daha çok şey söylerler. Rousseau’ya göre; Avrupalılardan başka kimse konuşurken el kol hareketi yapmaz. Dillerinin bütün kuvveti kollarındadır, buna bir de ciğerlerin kuvvetini eklerler ama tüm bunlar bir işe yaramaz. Bir Frenk çok söz sarf etmek için çırpınıp durur; bir Türk, piposunu bir an için ağzından çıkarır, kısık sesle iki kelime söyler ve bir cümleyle onu ezer.

DİLLER NASIL ORTAYA ÇIKTI?

Rousseau, dillerin kökenini manevi ihtiyaçlara, tutkulara bağlar. Tüm tutkular insanları birbirine yaklaştırır. Onların ilk seslerini çıkarmasına neden olan açlık ve susuzluk değil; sevgi, nefret, acıma ve öfkedir. Meyveler elimizden kaçmaz, konuşmadan beslenebiliriz, acıktığımızda avın peşine sessizce düşebiliriz. Ama genç bir kalbi heyecanlandırmak için, haksız bir saldırganı püskürtmek için doğa bize vurgular, çığlıklar, şikâyetler dikte eder. İşte eski sözcükler böyle icat edilmiştir ve ilk dillerin basit ve yöntemli olmadan önce şarkı gibi ve tutkulu olmalarının nedeni budur. İlk doğan dil mecazlı olmuştur. Gerçek anlam ise sonradan bulunmuştur. “Şeyler”e gerçek isimleri ancak o şeyler gerçek şekilleriyle görüldükten sonra verilmiştir. Önceleri yalnızca şiir şeklinde konuşulmuştur, ancak çok uzun zaman sonra akıl yürütülmeye başlanmıştır. Mecazın önceliğine şöyle bir örnek verir Rousseau: Bir vahşi insan diğerleriyle karşılaştığında önce korkacaktır. Korkusu, bu insanları kendisinden daha büyük ve güçlü görmesine neden olacak ve onlara “dev” adını verecektir. Birçok deneyimden sonra kendisinden ne daha büyük ne de daha güçlü olan bu sözde devlerin cüssesinin “dev” sözcüğüne ilk önce yüklediği fikre hiç uygun düşmediğini fark edecektir. O zaman hem onlar hem kendisi için, bir başka isim, örneğin “insan” ismini icat edecektir ve “dev” ismini, yanılsaması sırasında onu şaşırtan yanlış nesneye bırakacaktır.

YERELLİK, MERHAMET, İMGELEM…

Rousseau, dillerin kökeni ile onların farklılıklarının nedenini yerelliğe bağlar ve doğdukları iklim ve oluşma tarzlarına dikkat çeker. İlk zamanlarda yeryüzüne dağılmış insanların aileden başka toplum, doğa kanunlarından başka kanun, jest ve bazı eklemlenmiş seslerden başka dili yoktu. Bilinmezlik, korkuyu getirmiş ve savunmak için saldırı hâkimdi. Toplumsal duygulanımlar ancak bilgilerle gelişir. Ancak kendi dışımıza çıkarak, kendimizi acı çeken bir varlıkla özdeşleştirerek merhamet duygusu gelişebilir. Yani insan yüreğinde doğal olarak bulunan merhamet ancak onu ortaya koyan imgelem olursa etkili hâle gelir. Ancak karşımızdakinin acı çektiğini düşündüğümüz ölçüde acı çekeriz, kendi içimizde değil, onun için de acı çekeriz. Bu durum edinilmiş bilgi gerektirir. Hiçbir fikrim olmayan acıları nasıl hayal edebilirim? Bir diğerinin acı çektiğini gördüğümde acı çektiğini bilmeden, onunla benim aramda ortak olan şeyden haberim olmadan ben nasıl acı çekebilirim? Hiç düşünmeyen kişi, ne bağışlayıcı, ne adil, ne de merhametli olabilir. Hiçbir şey tahayyül etmeyen biri, sadece kendisini hisseder. İnsan, türünün ortasında yapayalnızdır. Düşünüm karşılaştırılan fikirlerden doğar ve karşılaştırmaya yol açan da fikirlerin çokluğudur.

DİLLERİN ÇEŞİTLİLİĞİ VE KARAKTERLERİNİN ZITLIĞI

Rousseau’ya göre; en aktif ve güçlü insanlar her zaman önde giderler ancak meyve ve av hayvanlarıyla yaşayabilirdi. Böylece kan dökücü avcılar hâline geldiler, sonra savaşçı ve gaspçı oldular. Daha pasif ve yumuşak olan çoğunluk ise beslenmek üzere hayvanları sürüleştirdi, onları kendine alıştırdı. İnsan sesine itaat etmeyi öğretti. Onları koruyup çoğaltmayı öğrendi ve kır hayatı böyle başladı. İnsan zanaatı onu doğuran ihtiyaçlarla genişler. İnsanın mümkün olan üç yaşama tarzı vardır: Avlanmayı bilmek, sürüler yetiştirmek ve tarım. Vahşi avcıdır, barbar çobandır, medeni insan ise çiftçidir. Sanatların kökeni de ilk töreler de geçim yollarıyla ilişkilidir. Ve bu yolların insanları bir araya getirenleriyse iklimle ve toprağın niteliğiyle belirlenmiştir. O halde dillerin çeşitliliğiyle karakterlerinin zıtlığı da aynı nedenlerle açıklanmalıdır.

Rousseau, dil ile müzik arasında da bağlantı kurar. İlk insan sesleriyle dile getirilen tutkunun türüne göre ilk eklemlemeler ya da ilk sesler oluşmuştur. Öfke, dille damağın eklemlendiği tehdit edici çığlıklar atar. Ama şefkatin sesi daha yumuşaktır. Onu değiştiren gırtlaktır. Ve bu insan sesi bir ses hâlini alır. Vurguların sıklığı ve nadirliği ona katılan duyguya göre şekillenir ve böylece ritim ve sesler hecelerle doğar. Tutku tüm organları konuşturur ve sesi görkemiyle donatır. Bu nedenle; şiirler, şarkılar ve söz ortak bir kökene sahiptir.  

Dillerin kökenleri ve farklılıklarına ilişkin bir deneme niteliğinde olan kitap,  toplumsallaşma ve maddi üretim sürecinde dilin gelişimini; iletişim, maneviyat, iklim, resim, şiir, şarkı, melodi ve harmoni terimleri ile bağlantılı bir şekilde analiz ediyor.

KÜNYE: Jean Jacques Rousseau, Dillerin Kökeni Üzerine Deneme: Melodi ve Müziksel Taklitle İlişki İçinde, çeviren: İnci Malak Uysal, Can Yayınları, 2022, 76 sayfa.

DAHA FAZLA