Ebru Pektaş yazdı: Cop, silah, biber gazı ve türban
Başı açık kadın artık en iyi ihtimalle ‘hoş görülmesi gereken’ unsura dönüşecektir. Rejimin şiddet tekeli artık polisin copu, silahı, biber gazı kadar kafasındaki türbandır.
“GATA hastanesinin adını da Sultan Abdülhamid hastanesi mi yapmışlar? İnanılır gibi değil, şaşırmamak elde mi yahu?
Trabzon’da Hasan Ali Yücel ilkokulunun adı 15 Temmuz olarak değiştirilmiş. Yani hepten abarttılar artık saçmalık canım. İsim değiştirecek başka okul mu bulamadınız?
Sarayda zikir derken? Ya yuh artık! Oha oha oha! Canım bu resmen cumhuriyetin temeline dinamit!!
30 Ağustos törenlerine türbanla katılan polis müdürü… Yok artık bu bir şaka mı? Bizimle dalga mı geçiyor bunlar. Çüşş yani...”
Okuduklarınız, bugünün muhalefetinin, Yenikapıcıların, milli mutabakatçıların, yeni yetmez ama evetçilerin sürekli şok olan, sürekli şaşıran, sürekli kaygıyla izleyen ve sürekli temennide bulunan ‘bilinç akışı’.
Ne ki silsile halinde birbirini izleyen pek çok dönüşüm, şaşılası tuhaflıklar değil tam tersine yeni bir paradigmanın, yeni bir rejimin birbiriyle tutarlı konuları, parçaları, sembolleri…
Evet uzun zamandır yeni bir rejim tespiti yapıyoruz. Yeni rejim diyoruz çünkü egemenliğin kaynağına ilişkin bir dönüşümden bahsediyoruz. Daha açık bir ifadeyle yaşanan değişim şudur:
“1923, egemenliği saraydan ve dolayısıyla gökyüzünden alıp millete/ulusa verir, yani yeryüzüne indirir. 1923’ün temel paradigması tam da bu olarak görülmelidir: Egemenliğin kaynağının ve kullanım biçiminin değişmesi.(…) Rejim değişikliği derken kastettiğimiz tam da bu paradigma ve tasavvurun değişimidir; rejim, biçimsel düzeydeki bir takım değişikliklerle birlikte, esas olarak “içerik” düzeyinde değişmektedir.” (1)
Tüm bunlar bugün çok daha rafine biçimde önümüzde. AKP rejiminde egemenliğin kaynağı Saray’dır. Hakimleri, savcıları, zikir çekenleri, askerleri, iş adamlarını ve ‘muhalefeti’ bir araya toplayan Saray…
İşin daha dramatik boyutu, 15 Temmuzla birlikte rejim kendini yeniden doğurmuş, geçmişteki pratikten farklı olarak kendi paradigmasını salt Cumhuriyet’in antitezi olmaktan çıkarmış, ‘milli irade’ ‘darbe değil demokrasi’ söylemlerini kurucu bir düzleme tahvil etmiştir.
Okullara, sokaklara, üstgeçitlere, köprülere, hastanelere verilen yeni isimlerle bol 15 Temmuzlu, Osmanlılı sembol patlamasının arkasında bu türden bir kuruculuk özgüveni vardır. En son 30 Ağustos Zafer Bayramı törenlerinde beliren ‘türbanlı polis müdürü’ vakasını da yine bu çerçevede değerlendirmek mümkün.
Ancak burada sembolden fazlası vardır…
Elbette ki üniformanın altından giydiği siyah türbanıyla 30 Ağustos töreninde arz-ı endam eden polis müdürü, sembolik bir kuruculuğu ifade etmekte. Nihayetinde kırk dereden su getirilerek tören yapılmamasına özen gösterdikleri Zafer Bayramı, AKP rejiminin bayrağını sallandırdığı bir platforma dönüşmüş oldu.
Üstelik bu güç gösterisinin, yıllarca ‘imamın ordusu’ diye ün salmış, darbe girişiminden sonra müdürlerinin %91’i, istihbaratının %93’ü tasfiye edilmiş emniyet güçlerinin içinden çıkması da sembolik yatırımın değerini artırmakta.
Daha genel bir plandan bakarsak, AKP rejiminin yaygın islamizasyon politikalarının yeni bir cinsiyet rejimini, yeni bir ‘erkeklik’/’kadınlık’ tahayyülünü ve yeni bir ataerkiyi gündeme getirmesi ‘sembol olarak türban’ tartışmasının eksenini oluşturmakta.
Burada ‘sembol üretme’ konusuyla ilgili bir ayrıma gitmek gerek.
Bir siyasal rejim hegemonyasını kurarken, toplum katında genel planda benimsenecek değerler, söylemler, semboller üretir. AKP rejimi ise hegemonyasını kurarken, rıza elde etmeye çalışırken toplumun en az yarısını karşısına alarak hareket etmek durumunda kaldı. Bu AKP’nin kaçınılmaz yönetme stratejisi.
Can Soyer’in anlatımıyla:
“İktidar, toplumun tümünü değil, sadece belirli bir kesimini temsil etmektedir, sadece belirli bir kesimine karşı sorumludur. Diğer kesimin (yerli ve milli olmayanların) temsil edilmeye hakkı yoktur ve dolayısıyla iktidarın da onlara karşı herhangi bir sorumluluğu bulunmamaktadır.
Toplumun, iktidar tarafından temsil edilen kesimi egemen unsur olarak tanımlanmıştır ve ayrıcalıklıdır. Diğer kesimler (yerli ve milli olmayanlar); bir tür “azınlık statüsü”ne razı olmalıdır.
Herhangi bir siyasal ya da toplumsal talebin meşruluğu, evrensel ilkelere, insan haklarına ya da anayasaya göre değil, egemen unsurun inanç, yaşam tarzı veya maneviyatına göre ölçülebilir.” (2)
Dolayısıyla rejime onay veren, biat eden, rıza üreten kitle ‘milli irade’yi temsil ederken, toplumun kalanı ‘hoş görülmesi gereken’, uzlaşılması umulan ama yine de her an düşmana, darbeciye, vatan hainine dönüşebilecek tekinsiz bir toplama, potansiyel bir nefret nesnesine dönüştürülmekte.
Şimdi bu durumda, ‘türban takan polis müdürüyle’ tescillenmiş devlet-millet kaynaşması ve ‘milli irade’, polis müdürünün altında çalışanlardan başlamak üzere tüm kadınları hizaya getirmeyi amaçlamaktadır.
Başı açık kadın artık en iyi ihtimalle ‘hoş görülmesi gereken’ unsura dönüşecektir.
Rejimin şiddet tekeli artık polisin copu, silahı, biber gazı kadar kafasındaki türbandır.
Türbanlı polis örneği, AKP’nin bir rejim yıkmakta ve yenisini kurmakta ne kadar radikal olduğunu bir kez daha göstermiştir. Tam da bu sebeple AKP’ye karşı mücadelede çıtayı daha aşağı çekebileceğini zannedenler şaşırmaya devam edecektir.