Ebru Pektaş yazdı: 'Kızıl Orospular'dan Sherlock’un 'Korkunç Gelin'lerine…

Ebru Pektaş - İleri Görüş

Oldukça popüler Sherlock dizisinin yılbaşında gösterime giren Sherlock: The Abominable Bride (Korkunç Gelin) özel bölümü epey heyecan yaratmış görünüyor. Bölümü özel kılan hikâyenin alışageldiğimiz modern zamanlarda değil, Holmes karakterinin yaratıldığı dönemde, Victorian dönemde geçiyor oluşu.

“Korkunç Gelin” bölümünde konu, hayalet bir gelin tarafından işlenen cinayetlerdir. Pek çok erkeğin kurban gittiği bu cinayetleri aslında bir grup kadın işlemiştir. Yakışıklı, zeki ve bir o kadar küstah dedektifimiz Sherlock, bu kadınların Ku Klux Klan kıyafetlerini andıran kostümlerle yaptıkları ayini basar.

Buraya kadar her şey tam tadında giderken birden bu sahnede cinayetlerin ardındaki kusursuz tezgahın süfrajet hareketiyle ilişkisi ima edilir. Ancak ima oldukça incedir.

Dedektif önce, cinayetlerin ardındaki temel motivasyonun, insan ırkının bir yarısının diğerine karşı savaştığı büyük bir kavga olduğunu söyler. Hmm çok etkileyici!

Sonrasında dedektifin dudaklarından, sürekli etrafımızda olan, ev işlerimizi yapan, çocuklarımızı büyüten, görünmez bir ordunun -küçük görülen, görmezden gelinen, oy kullanmalarına bile izin verilmeyen bir ordunun- olduğu dökülür. Oovv bu erkek bizi çıldırtmak istiyor! Neler de biliyor böyle!

Tam da bu sahnede, hiç ses çıkarmadan bu BAY ÇOK BİLMİŞ’i dinleyen, ‘öç tanrıçaları cemiyetinin’ kadınları mor başlıklarını çıkarır. Hangi kadın böyle konuşan bir erkeğe şapka çıkartmaz, değil mi ama!

Konuşmaya, coşku, yüksek bilinç ve erkek kibrine mükemmelen uyan bir müzik eşlik eder. İşte bu müzik dibinizi düşürecek!

Dedektifin bu konuşmayı yaptığı sahne adeta savaş filmlerinde, muharebe önünde orduya seslenen komutanların büyük, coşkulu konuşmalarını andırır. Bilirsiniz bu konuşma özel olmak zorundadır. Yani en azından bu tür bir sahnede komutanın ‘ya çocuklar o değil de evden çıkarken ütünün fişini çektim mi acaba’ demesi pek uygun düşmez.

İşte bu nedenle dedektif savaş komutanı edasıyla son sözünü söyler: “İnsanlık kadar eski bir adaletsizliği düzeltmek için yapılan bir savaştı bu !!!”

Dizinin özellikle bu bölümüne ilişkin epey eleştiri aldığını söyleyebiliriz. Senaryo kendince, tarihsel bir kadın hareketi olarak süfrajetlere sempati yaratmaya niyetlenmiş. Ancak Ku Klux Klan gibi ırkçı bir örgütle kadınlar arasında kurulan sembolik bağ, seri cinayetle hak arayan kadınların aynı potada buluşturulması, bilgiç dedektifin takındığı pozlar, kadınların hiç sözünün olmayışı gibi pek çok unsur ‘neye niyet neye kısmet’ bir durum ortaya çıkarmış.

Tüm bunlara rağmen dizinin bu bölümü, bir popüler kültür ürününün ‘iyi bir yansıtıcı olarak’ sunduğu olanaklarla da çözümlenmeli. Yazarın, yönetmenin penis sahibi insanlar olması burada daha tali bir konu.

Peki nedir bu olanak?

Konu aslında popüler imgelemde, aralarındaki ideolojik ayrımlar bir tarafa ‘kadın hareketinin’ nasıl algılandığı, tüketicisinin de öznesi olduğu bir süreçte popüler kültür ürünlerinin bu netameli meseleye nasıl baktığıdır.

Hayatın kendiliğinden, bildiği sularda aktığı sekansa yerleştirilen kadın imgeleri bilirsiniz.

Şeytanlar ve meleklerdir bunlar.

Sarı çiyanlar, kara dullar, femme fataller, psikopat üvey anneler, kutsal anneler, ihtiraslı yuva yıkanlar, meşum kadınlar, kötü yola düşenler, erkeği elinde oyuncağa çevirenler, dişi örümcekler…

Yuvayı kuran dişi kuşlar, başarı timsali erkek gibi kadınlar, sebatkar sevgililer, vefakar eşler, çileli gelinler, gariplik-mağdurluk abidesi nineler, teyzeler…

Tutarsız, melankolik, sığınmaya muhtaç sevgililer, premenstrüel iş arkadaşları, patolojik anneler, muhteris ikinci kadınlar, menopozlu kaynanalar, cevval dullar, histerik bekarlar, hırçın kız kuruları ….

Liste uzatılabilir. Çoğunda kötü bile olsa bu imgeler, bir örgütlü yaşamın dışındaki kadınlardır.

Örgütlü bir yaşamın ya da politik bir hareketin içindeki kadınlar nasıl algılanmaktadır? Freudyen bir metafora başvurursak bu algıların bilinçaltı ya da kökü modern kitle hareketlerinin geliştiği 19. yüzyıla kadar uzanır. O halde biz de Sherlock gibi 19. yüzyıla uzanalım.

“ Dönemin dergi ve gazetelerinin incelenmesi, proleter ve küçük burjuva kitlelerin ısrarla bir kadın tehdidinin terimleriyle tarif edildiğini gösterecektir. Histerik azgın ayaktakımı, yutucu isyan ve devrim tufanları, büyük şehir hayatının bataklığı, her yere sızan kitleselleşme balçığı, barikatlardaki kızıl orospu figürü imgeleri, bütün bunlar(…) egemendir. Liberalizmin önemini yitirdiği bu çağdaki kitle korkusu aynı zamanda bir kadın korkusudur, denetimden çıkmış doğa korkusu, bilinçdışı korkusu, cinsellik korkusu, kimliğin ve sabit ego sınırlarının kitlenin içinde yitirilmesinin korkusudur”*

Politik bir hareketin içindeki kadınlar neyi temsil eder ya da nasıl imgeleşir?

Kontrolsüzlüğü, ahlaki ve cinsel olanlar dahil tüm sınırların aşınmasını…

Batağı ve kaosu…

Yutuculuğu ve ıslak bir vajinayı…

Akılsız bir duygunun dışavurumunu ve ‘erkek’ olmayan her şey gibi çocuksu bir aptallığı…

Bet seslerle haykırışı ve kışkırtıcı rolü…

Barikatın önündeki ‘kızıl orospu’ figürünü…

Sherlock Holmes popüler imgelemin egemen zırhını delememiştir. Süfrajet hareketi içindeki kadınlar kontrolsüz bir doğa, intikam ve kusursuz cinayetin garnitürü olarak servis edilmiştir. Üstelik de bunu epey eski referanslara başvurarak yapmıştır.

Peki süfrajetler nasıl kadınlardı?

Süfrajetler, 19. yüzyıldaki çartist hareketten geçen yüzyılın dönümünde WSPU(Sosyal ve Politik Kadınlar Birliği)’ya kadar kadınlar için oy hakkı mücadelesinde militan biçimde yer almış kadınlardı. Bu hareket içinde, kadınlara oy hakkını sağlayan yasanın geçmeyişini protesto etmek amacıyla kendini, düzenlenen bir at yarışında Birleşik Krallık Hükümdarı V. George’un atının önüne atıp ölen kadınlar, cezaevlerinde açlık grevine girenler, vitrin kırma eylemleri yapanlar ve kendilerini zincirleyenler olmuştu.

Kuşkusuz WSPU kendisini bir sınıf hareketi olarak kurmamıştı. Ancak içinden sol süfrajetleri de birinci dünya savaşını destekleyen -ve adını Suffragette yerine Britannia olarak değiştiren- sağ süfrajetleri de çıkarmış politik bir hareketti. Birliğin oy hakkı mücadelesi yüzyıllık bir deneyime dayanan, on binlerce mitinge ve yüzbinlerce insana ulaşan ve 1918’de ise oy hakkını kazanan bir hareketti.

Eleştirel bir çerçevede tarihselliği ile değerlendirilmesi gereken budur.

Buradan tonla hikâye, film, kültürel ürün çıkarmak mümkün. Beyin kıvrımlarımızı coşturan seri cinayetlere, bir tutam süfrajet kadın serpiştirilerek bayatlamış kültürel kodları önümüze koyan dedektife bir de bu gözle bakılmalı…

*Eğlence İncelemeleri, Tania Modleski, Metis Yayınları, s. 245, birinci baskı, 1998

DAHA FAZLA