Son yıllarda emperyalizme ilişkin tespitlerimizde, birinin diğeri üzerinde üst-belirleyen olduğu iki olgudan bahsediyoruz. Birincisi, yani üst-belirleyen olarak üzerinde çokça durduğumuz olgu, emperyalizmin krizidir. Diğeri ise, başta ABD emperyalizmi olmak üzere NATO ittifakının odağını Asya-Pasifik coğrafyasına kaydırması olgusudur.
Bu yazıda, emperyalizmin bugünü ve odağın neden Asya-Pasifik coğrafyasına kaydığı üzerinde duracağız.
Ama öncelikle, leninist emperyalizm teorisine ilişkin bir kaç hatırlatma yapmak gerekiyor. Böylece, hem emperyalizmin yönelimleri/eğilimleri daha sağlıklı bir zeminde anlaşılabilir hem de Türkiyeli sosyalistlerin içinden geçmekte olduğumuz dünya-tarihsel kesite ilişkin politik bakışı tarihsel bir perspektife oturtulabilir.
GÜNÜMÜZDE EMPERYALİZM
“Empeyalizmin orijinalliği, farklı uluslar tarafından benimsenen bir politika olmasıdır. Rekabet eden birkaç imparatorluk fikri aslında modern bir durumdur.” [1] Bu sözler, Lenin üzerinde büyük etkisi olduğu bilinen John A. Hobson’a ait. Buradan hareketle, Türkiyeli sosyalistlerin emperyalizme bakışına ilişkin temel yanılgıya gelebiliriz. O da; emperyalizmin ABD egemenliği ile eş tutulmasıdır. Ama Hobson’un sözünden de anlaşılacağı gibi, klasik emperyalizm teorisyenleri için durum hiç öyle değildir. Kimileri bu sözlerin ABD hegemonyasından önce yazıldığı söylebilir; haklıdırlar da. Fakat gözden kaçırılan ya da üzerinden atlanan iki husus bulunmaktadır. Bunlardan birincisi; emperyalizmin Büyük Güçler arasındaki jeopolitik mücadele sistemini kapsamasıdır. İkincisi ve daha önemlisi ise, Lenin’in Emperyalizm kitabında belirttiği gibi kapitalist gelişmenin belirli bir aşamasının sonucudur. Marx’ın Kapital’in I. cildinde bahsettiği kapitalist gelişmenin bir eğilimi olan sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine, 1914 öncesi dönem dediğimiz dönemde ekonomik ve jeopolitik güç mücadelelerinin kesişimi eşlik etti. Böylece, giderek uluslararasılaşan sermayenin kendi ulus devletlerine bağlımlı hale gelişi izledi. Aynı oranda, kendini rakiplerine karşı korumak zorunda kalan ulus-devletler de modern silah sistemleri ve karmaşık savaş alt yapılarını üretebilen sermaye gruplarını desteklemeye bağımlı hale geldiler. Devletlerin ve sermayenin birbirlerine giderek artan oranda bağımlı hale gelmeleri de jeopolitik rekabetin yoğunlaşmasını hızlandırdı. Böylece dünya, önce 1914 ve sonrasında ise 1939’da iki dünya savaşına tanıklık etti.
Bu noktada, Lenin’in klasik emperyalizm teorisine ‘’eşitsiz gelişim yasası’’ adlı özgün katkısı oldukça anlamlı ve işlevseldir. Lenin’in eşitsiz gelişim yasası ile ortaya serdiği mekanizma basitçe şöyledir: Kapitalizm dünyanın her yerinde eşit biçimde gelişmez ve büyümez. Bazı devletlerde veya bölgelerde kapitalizm, çeşitli parametreler çerçevesinde önden gelişir, büyür. Bu eşitsizlik, dünyadaki güç ilişkilerini ve hiyerarşisini belirler. Yine aynı eşitsizlik, kapitalizmin gelişiminde önden giden ülkeler arasında gücü dağıtır. Bunun anlamı da, güç dengesinin sürekli olarak yeni çatışmalara zemin hazırlayacak biçimde sürekli olarak değiştiğidir. 20.yüzyılın ilk yarısındaki en önemli jeopolitik olay; o zamana kadar emperyalist sistemin tepesinde bulunan İngiltere ile ABD ve Almanya arasındaki güç dengesinin değişimiydi. Bugün ise güç dengesindeki değişim mücadelesi; kriz ile birlikte ABD ve Çin arasında gün yüzüne çıkmaya başlıyor. Dolayısıyla, Asya-Pasifik coğrafyası bu güç ve hegemonya mücadelesinde merkezi bir konuma yükseliyor.
ESKİ GÜÇLER-YENİ GÜÇLER: TARİHSEL ARKA PLAN
SSCB’in çözülüşüyle birlikte, 1990’lı yılların sonu ve 2000’li yılların ortasına kadar ABD, neo-liberalizmin finansallaşmayı merkeze koyan stratejisini hayata geçirdi. Göreli bir büyüme sağlayan bu strateji, yine de ABD ekonomisinin gerilemesindeki kronikliği gidermeye yetmiyordu. Yine bu dönemde ABD’in askeri gücü, diğer rakiplerinden oldukça üstün olmaya devam etti. Ama tüm bunlar, ABD’in askeri üstünlüğü ile ekonomik olarak gerilemesindeki sürekliliğin çelişkisini üzerini örtmedi. 2008 krizi ve hemen ardından Irak’taki askeri hezimet, ABD’in zayıflığını da görünür hale getirdi. Elbette gelişkin bağımlılık ilişkileri çerçevesinde, yaşanan finansal kriz sadece ABD’yi etkilemedi. Yine de 2007-2012 verilerine bakıldığında görülen; emperyalist sistemin eski güçler toplamda yüzde 3’lük bir büyüme sergilerken, ‘’gelişmekte olan ülkeler’’ yüzde 31’lik bir büyüme, Çin ise yüzde 56’lık bir büyüme gerçekleştirdi [2]. Böylece Çin, ekonomik krizin pik seviyeye ulaştığı dönemle birlikte dünya üzerinde ikinci büyük ekonomi haline gelirken, en büyük enerji ithalatçısı, ihracatçısı ve tüketicisi olarak da sahneye girdi.
Tüm bunlara rağmen ABD’in emperyalist sistemdeki başatlığı halen devam ediyor. Amerika, Çin’den çok daha zengin bir ekonomiyi yönetmeye devam ediyor. Üstelik asıl rezerv parayı piyasaya çıkararak küresel mali sistemin merkezinde yer almaya devam ediyor ve gelişmiş kapitalist devletleri onun askeri ve politik liderliğine bağlayan uluslararası bir ittifaklar ağını yönetiyor. Örneğin, askeri güçler alanındaki bir karşılaştırma bize fikir verebilir. Askeri harcamalarındaki azalmaya karşın ABD, 595 milyar dolarlık askeri bütçesiyle dev bir savaş makinası. Asıl dikkat çeken nokta ise; Çin’in askeri harcamalarındaki yüzde 7,4’lük artışla askeri bütçesinin 215 milyar dolara yükselmiş olmasıdır [3].
Ama eşitsiz gelişim yasası işlemeye devam ediyor; ekonomik gücün yeniden dağılımı jeopolitik rekabetin yoğunlaşmasına neden oluyor. Değişik coğrafyalarda gerçekleşen ve adına “vekalet savaşları” denilen süreçler, bu rekabet yoğunlaşmasının yansımalarıdır. Bu coğrafyalarda vekilleri çerçevesinde karşı karşıya gelen güçler, Asya-Pasifik coğrafyasında da karşı karşıya geliyorlar .
ASYA-PASİFİK: BİR COĞRAFİ BÖLGEDEN FAZLASI
Bugün Asya-Pasifik coğrafyasında fiili olarak gözlenen durum, ABD ve Çin’in karşı karşıya gelişidir. Bu karşı karşıya geliş kimi zaman vekalet biçiminde kimi zaman da doğrudan biçimde gerçekleşiyor. Örneğin vekalet biçiminde karşı karşıya gelişin en tipik örnekleri olarak; ‘’sosyalist’’ Vietnam’ın Çin’i dengeleme adına ABD’ye yönelmesini, Güney Kore’nin eski sömürgeci gücü Japonya’ya karşı Çin’e yönelmesini, Japonya’nın da antenlerini Kuzey Kore’ye doğru kaldırmasını gösterebiliriz. Diğer yandan, Japonya’nın 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana tarihindeki en milliyetçi ve militarist iktidara sahip olduğunu, 2. Dünya Savaşı öncesindeki emperyal yönelimlerini milliyetçi-militarist söylemle yeniden diriltme girişimlerinde bulunduğunu, bölgedeki anti-Çin koalisyonun lideri olarak konumlandırdığını not edelim.
Tüm bunların yanında, Asya-Pasifik coğrafyası söz konusu olduğunda, en yüksek çatışma riskini barındıran lokasyonun Güney Çin Denizi olduğunu görebiliriz. Bu konuda, jeo-straterist David Kaplan’ın Güney Çin Denizi’nin stratejik konumuna ilişkin şu cümleleri oldukça açıklayıcı: ‘’Güney Çin Denizi, Batı Pasifik ve Hint Okyanusu’nun boğazı olma işlevi görüyor, yani küresel deniz rotalarının birleştiği-bağlayıcı bir ekonomik doku parçası. Avrasya’nın gemi seyrine elverişli, Malakka, Sunda, Lombok ve Makassar boğazları ile kesilen Kenar Kuşak’ının kalbi burada yatıyor. Dünyadaki yıllık ticari filoların yarısından fazlası ve tüm denizyolu trafiğinin üçte biri bu boğazlardan geçiyor.’’ [4]
Bu stratejik önemden hareketle devam edersek; Çin, Güney Çin Denizi’nin neredeyse tamamında ‘’tarihsel olarak’’ egemenlik iddiasında bulunuyor. Buna karşılık olarak, ‘’kıyıdaş ülkeler’’ olarak tabir edilen Filipinler, Malezya, Vietnam gibi ülkelerin sınırlı kapasiteleri sebebiyle Çin’i dengeleyecek unsurlar olmaması ABD’nin Güney Çin Denizi’ne doğrudan müdahilesinin de yolunu açıyor. Bu noktada ABD ve kıyıdaş ülkeler Çin’in, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’ne uyma ve bu sözleşmeye göre hareket etmesini savunuyor. BMDHS’ye göre kıyıdaş ülkeler 12 millik kıta sahanlığı içerisinde tam egemenlik hakkına ve 200 millik özel ekonomik bölge olarak tanımlanan bölgede ise belli ekonomik haklara sahip. Çin’in hakimiyet iddia ettiği alan bu sınırların çok ötesinde olmasına rağmen, inşa ettiği yapay adacıklarla bu alanı da genişletmeye çalışıyor.
Çin tarafından gelen de facto egemenlik iddiası ve girişimlerine dönük olarak ABD, bölgede bulunan savaş gemilerine Savunma Bakan’ın ziyaretleriyle sembolik, kıyıdaş ülkelerin ‘’talepleri’’ doğrultusunda ekonomik, siyasi ve askeri destek vererek çevreleme stratejisi uyguluyor. Bununla birlikte, BMDHS çerçevesinde seyrü sefer serbestisi [5] ile askeri gücünü artırıyor.
Güney Çin Denizi’nin zengin enerji kaynaklarına sahip olduğu biliniyor. Lakin giderek artan gerginlik nedeniyle, bölgedeki enerji yataklarına ilişkin farklı senaryoları gündeme getiriyor.
Nitekim ABD Enerji Enformasyon İdaresi’nin (EIA) tahminlerine göre bölgede 11 milyar varil petrol rezervi ve 5,3 trilyon metreküp (190tcf) doğal gaz rezervi bulunuyor [6]. Fakat Çin’in en büyük enerji şirketlerinden birisi olan CNOOC’nin 2012’de yaptığı açıklamada bölgenin 125 milyar varil petrol ve 14,1 trilyon metreküp (500tcf) gaz rezervinin olduğu söyleniyor [7]. İki rakam arasındaki fark ise spekülasyonların ne kadar geniş bir bantta olduğunu açıkça gösteriyor. Çin yaptığı sondaj çalışmalarıyla bu kaynaklar üzerinde söz sahibi olmayı hedeflediğini gösterirken, buradaki enerji kaynakları önümüzdeki dönemde tüketiminin artması beklenen Çin için ne kadar hayati olduğunu gözler önüne seriyor.
Güney Çin Denizi ayrıca dünyanın en önemli ticaret yollarından birisi. Özellikle enerji ticareti açısından oldukça stratejik bir konumda bulunuyor. Afrika’dan ve Ortadoğu’dan gelen tankerler en kısa yol olan Malakka Boğazı’ndan geçerek Güney Çin Denizi üzerinden enerji tüketicisi Asya ülkesine ulaşıyor. EIA’nın 2013 verilerine göre dünya petrol ticaretinin üçte biri ve LNG ticaretinin ise yarıdan fazlası Güney Çin Denizi üzerinden yapılıyor. Öte yandan, kıyıdaş ülkeler arası yapılan ticaret açısından da Güney Çin Denizi’nin oldukça mühim bir ticaret havzası olduğunu belirtmek gerekiyor.
Tüm bu olgular çerçevesinde düşünüldüğünde, Çin bölgede inşa ettiği yapay adalarla ve son dönemde artan askeri teknolojik yatırımların verdiği özgüvenle bölgede ciddi biçimde güç gösterilerinde bulunuyor. Buna karşılık olarak, ABD’in bölgeden çekilmek gibi bir perspektifi bulunmuyor. Tam tersine, daha önce de söylediğimiz gibi, ‘’gelen talepler’’ doğrultusunda bölgedeki askeri ve siyasi gücünü artırarak konsolide ediyor.
SON SÖZ YERİNE
Tüm bu söylediklerimiz çerçevesinde yakın dönemde Asya-Pasifik coğrafyası ve emperyalizmin içinden geçtiği tarihsel kesiti nasıl yorumlayabiliriz?
Öncelikle, dünyanın çeşitli coğrafyalarında artan krizlerin varlığı, emperyalist sistemde hala başat hegemonik güç olmayı sürdüren ABD’yi, tam da bu konumundan kaynaklı olan durumu düşünüldüğünde siyasi boşlukların doğmasına, bu boşluklarda yeni güçlerin yerleşmesine neden oluyor. Diğer bir deyişle, krizlerin varlığındaki artışla ABD’in bu krizleri çözme ya da stabil hale getirebilmesi giderek zorlaşıyor. Dolayısıyla da bu nesnel durum, bölgesel savaş tehditlerinin artarak devam edeceği bir öngörülebilir gelecek vaad ediyor. Asya-Pasifik coğrafyası, işte tam bu geleceğin ortasında duruyor. Bu açıdan bakıldığında, Asya-Pasifik coğrafyası bizler için ciddi bir ilgiyi hakediyor.
[1] John A. Hobson, Imperialism: A Study, agy. 6
[2] Martin Wolf, The Shifts and the Shocks: What We’ve Learned-and Have Still to Learn-from the Financial Crisis agy.12
[3] http://www.sipri.org/media/pressreleases/2016/at-feb-2016
[4] David R.Kaplan, Asia’s Cauldron: The South China Sea and the End of a Stable Pacific agy.222
[5] Seyrü Sefer Serbestisi: BMDHS madde 87. Bir ülke donanmasının o ülke bandıralı ticaret gemilerine varacakları destinasyona kadar eşlik etmesi.
[6] https://www.eia.gov/beta/international/regions-topics.cfm?RegionTopicID=SCS