Engin Korkut
Kapitalizmin bir “aklı” olup olmadığı meselesi, büyük oranda komplo teorisyenleri ve onların etkisinde bulunan çevre tarafından manipüle edilse de ciddi bir mesele olarak ele alınmalı.
Bunu öne sürüyor olmamızın sebebi, aslında bu düşünme tarzının uzantılarının, başka bağlamlarda kapitalizmin seyrine ilişkin yapılan ve oldukça “rasyonel” görülen birçok iddianın içine sinsice sızmış olması.
Komplo teorisyenlerinin büyük çoğunluğu, aslında kapitalizmin aklı diye bir olguyu kelimelerle dile getirmese de olup bitenleri “aşkın bir kurgunun eseri” olarak tanımladığında bunu çok etkili bir biçimde yapmış oluyor.
Kapitalizme, onun iç çelişkilerinden azade ya da o çelişkileri dışsal olarak “belirleyen” bir akıl atfetmenin, kapitalizmin şu veya bu dönemki eğilimlerini, krizlerini o aklın yaptıklarının ya da yapmadıklarının bir ürünü olarak okumanın büyük riskler taşıdığını görmek gerekir.
Başlamadan önce bir uyarı: “Kapitalizmin aklı” ile belirli bir ülkenin “burjuva sınıfının aklı”, “egemenlerinin aklı” birbirinden farklıdır. Nasıl ki işçi sınıfının bir sınıf olarak bir bilinci, onu sınıf yapan belirli refleksleri ve pratik tutumları varsa burjuvazinin de bir sınıf olarak refleksleri, bilinci ve tutumları vardır. Zaten bu ikisi ancak birbiriyle varolabilir. Dolayısıyla örneğin Türkiye’de burjuvazinin koronavirüs salgını sürecinde A, B, C koşulları sebebiyle B yönünde hareket edeceğini öne sürmekte bu anlamda bir sakınca söz konusu değildir.
Ancak bir sınıfın aklını, bir sistemin aklına nakletme ya da atfetme söz konusu olduğunda çetrefilli bir şeyler buluveriyoruz karşımızda.
***
Anlatmak istediklerimizi berraklaştırabilmek için bir metafora başvurmakta fayda var: Satranç.
Satrancı belki de ilgi çekici yapan noktalardan biri, 8x8 kareden oluşan bir tahta üzerinde verilen mantık ve öngörü savaşının kanlı canlı, bulutsuz ve “apaçık” bir ortamda yapılıyor olmasıdır. Yine de bir anlığına şunu düşünelim: Satrançta güzel bir hamleye ya da birkaç hamle sonrası için kurulmuş bir tuzağa denk geldiğimizde taraflardan birini bu zeki hamleden ötürü içten içe takdir ederiz. Peki ya hiç “satranç tahtasını” bu zekice hamleden ötürü takdir ettiğimiz olur mu?
Elbette olmaz, ancak kapitalizmin “aklından” beklenenler ya da ona atfedilenler de daha az saçma değil. Satranç “apaçık” bir örnek olduğu için güzel bir hamleyi tahtanın aklına ya da marifetlerine atfetmenin ne kadar saçma olacağı açıkça görülüyor. Ancak ortada hiçbir bilimsel dayanak yokken örneğin kapitalizmin pandemi sürecinin ardından yeniden sosyal devlet anlayışına yöneleceğini ya da Türkiye’de bundan sonra kapitalizmin normalleşmeyi zorlayacağını iddia edenlere aynı açıklıkla karşı çıkılamıyor. Kapitalizm bu yönelimlerini nasıl planlıyor, bunun için hangi kurumlarını doğrudan talimatlarla harekete geçiriyor? Örneğin Türkiye’de burjuvazi hiç öyle beklentiler içinde değilken ya da öyle hazırlıklar yapmıyorken, Türkiye kapitalizmini “normalleştirecek” olan bir akıldan söz ediliyorsa bu aklın gerektirdiklerini kim uygulayacak?
Şunu vurgulamak istiyoruz: Kapitalizmin kendi normalinin, kurallarının, ilkelerinin ve önceliklerinin olması; tüm bunları bilinmez bir yerlerde “kurgulayan”, “düzenleyen” birilerini gerektirmez. Aksine kapitalizmin işleyişi esasen artı-değer sömürüsü ile maksimum kârı elde etmeye dayanır, tüm kuralların çatısında duran da budur. Kapitalizmin aklının ürünleri olarak nitelenen hamleler-yönelimler, aslında burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşının dönemsel güç-denge durumundan doğan ve öznesi-itki kuvveti belli olan hamlelerden, eğilimlerden başka bir şey değildir.
Satranç metaforuna yeniden dönecek olursak aşağı yukarı şunları söylemiş oluyoruz: Satrançta tahta, belirli kuralların teminatı olarak vardır. Örneğin bir fili dikey hareket ettiremezsiniz ya da piyon ile geriye doğru gidemezsiniz. Bunlar, oyunu oynayabilmek için içinde kalmanız gereken kurallar manzumesinin parçalarıdır. Dolayısıyla bu kurallara uygun biçimde zeki bir hamle gerçekleştirdiğinizde bu tahtanın ve kuralların değil, sizin başarınız olur...
Maksimum kârı elde etme zorunluluğunun tüm egemenler için başat ve tartışmasız kural olduğu bir düzende başarılar ve başarısızlıklar, kapitalizmin kendisine değil sınıf mücadelesinde hangi sınıfın, diğerine dönemsel olarak ne kadar galip geldiğine bakılarak tayin edilmelidir.
Bir metaforla yazıyı geliştirmeye çalışmıştık, bir başka metafora başvurarak ise “kapitalizmin aklı” olgusuna fazlaca bel bağlamanın ne gibi bir sonuç doğurabileceğine ilişkin görüşümüzü açıklayalım ve yazıyı tamamlayalım.
1844 Elyazmaları’nda Karl Marx, Tanrı ile ilgili olarak şunu söylüyordu: “İnsan, Tanrı’ya ne kadar çok şey verirse kendine o kadar az kalır.”
Bu sözden ne anlamalı? Bizce anlamı, insanın kendi yeteneklerinden ve görülerinden Tanrı’ya atfettiği ve aktardığı kadarı, artık o insanın acziyetinin miktarı anlamına gelir. İnsan Tanrı’yı ne kadar zenginleştirirse, yapabildikleri bakımından o kadar yoksullaşır. Dolayısıyla bu anlamda nesneleşir, pasifize olur, edilgenleşir.
Kapitalizmin aklına bu kadar yeteneği, öngörüyü, atfeden insanların ezici çoğunluğunun, konu yaşamı değiştirip dönüştürmeye geldiğinde alabildiğine edilgen ve pasif tutumlar takınması yine de bir “tesadüf” müdür öyleyse?