Engin Korkut yazdı | Klişeler bozulmak üzere: Yoksullaşma ve yoksunlaşma notları
"Ancak yine de, önümüzdeki dönemin bize siyaseten kazandırabilmesi için kullanabileceğimiz olanaklardan (ya da bu olanaklara yol açabilecek ipuçlarından) tamamen mahrum sayılmayız. Önümüzdeki dönemin siyasetinde kazanabilmek adına hangi pratikleri geçmişe döneme nazaran daha büyük bir azimle geliştirmemiz gerektiğini biliyoruz: Dayanışma ve katılımcılık..."
Uzunca bir süredir emperyalist-kapitalist sistemin seyri, iç dinamikleri ve krizleri üzerine çok farklı kafalardan çok farklı sesler çıkıyor. Ufku oldukça “sisli” denebilecek düzene dair hiçbir kesimin keskin bir öngörüsünün olmaması, bu kesimlerin tespit yeteneğinin zayıflığından ziyade düzenin de kendi içinde orta veya uzun vadeli bir plan-anlayış-rota ortaya koyamadığını gösteriyor.
Düzen bu kadar öngörüsüz ve belki biraz da “saldım çayıra, mevlâm kayıra” hareket ediyor oluşunun sosyalistlere de birçok yansıması olduğu kuşkusuz. İster istemez bizim de ufkumuz daralıyor, tespitlerimiz bulanıklaşıyor. Ancak yine de, önümüzdeki dönemin bize siyaseten kazandırabilmesi için kullanabileceğimiz olanaklardan (ya da bu olanaklara yol açabilecek ipuçlarından) tamamen mahrum sayılmayız. Önümüzdeki dönemin siyasetinde kazanabilmek adına hangi pratikleri geçmişe döneme nazaran daha büyük bir azimle geliştirmemiz gerektiğini biliyoruz: Dayanışma ve katılımcılık.
Bu ikisini özellikle öne çıkartırken özellikle şu 3 şeyi yapmıyoruz:
1- Dayanışma derken siyasi özne (parti) modelinin silikleştiği, buharlaştığı, dayanışmacı faaliyetlerin aslolan siyasi iktidarın fethi sorununu perdelediği bir pratiği kastetmiyoruz.
2- Katılımcılık derken nihayetinde her türlü fikrin bir merkezde yoğunlaşıp (kimi tavizler vererek ya da önüne veya sonuna kimi ekler alarak) hedefine doğru yol alması gerekliliğini yoksayan, katılanların istediği durakta binip istediği durakta inebildiği bir pratiği kastetmiyoruz.
3- Bu iki pratiği de 90’ların meşhur post-sınıfsal tezlerine iade-i itibar sunmak ya da yeni demokrasi modellerinin özgün bir denemesini gerçekleştirmek için öne çıkartmıyoruz.
Aslında dayanışma ve katılımcılık pratikleri, bizim açımızdan gelecek dönemin belki de düzen açısından en boş bırakılabilecek -doldurulması mümkün olmayacak- iki pratiği anlamına geliyor. Şöyle ki: Kapitalizmin son 35-40 yılı, sömürünün yalnızca dikey (ekonomik) bir doğrultuda derinleştiği değil, aynı zamanda sürekli sarsıntılarla yatay (toplumsal) yıkımlar yarattığı bir dönemdi. Bu yıkımlar yeri geldiğinde kapitalizmin kendi kurumlarını da yoketti, önüne kattı. İki kutuplu dünyanın “tehditi” kapitalist düzeni pek çok taviz vermeye ve sosyal anlamda emekçi sınıflara kimi hakları sağlamaya mecbur bırakmıştı, bu haklar birer birer geri alındı. Çünkü o haklar, sosyalist bloğun çözülüşünün ardından burjuvazi için bir yük olmaktan daha ötede bir anlam ifade etmiyordu.
Burada ince bir farktan söz ediyor olmalıyız. Hakların geriletilmesinden ya da yalnızca koşulların kötüleşmesinden söz etmiyoruz, tüm bunlarla birlikte hakların “geri alınması” gibi özel bir durumdan söz ediyoruz. Verilen bir hak nasıl geri alınabilir? Aslında biz öğrencilerin yemekhaneler gündeminde yaşadıkları bunun için en güncel ve gerçekçi örneği oluşturuyor. Belki onyıllar önce kazandığımız “ucuza sağlıklı yemek yeme” hakkımızı kaybediyor, bu hakkın hala geçerli olduğunu kanıtlamak için mücadele etmek durumunda kalıyoruz. İşte bu nedenle artık üzerinde durduğumuz nokta, “yoksullaşma”dan daha ziyade “yoksunlaşma” olarak tanımlanmalıdır.
Yoksunlaşma, yoksullaşmanın bir eşiği atlaması olarak da mutlaka değerlendirilebilir, ancak bize kalırsa yoksullaşmanın sıradan bir seviyesi değildir. Yoksunlaşmanın yoksullaşmaya göre temel farkı, bir hakkın ne kadarının o hak kapsamında kullanılabilir olduğunun değil, o hakkın gerçekten egemenlerce verilmek zorunda olunup olunmadığının tartışmaya açılmasıdır. Yani bu durumda hakka dair bir nicelik-fayda sorunundan ziyade, hakkın varoluşuna dair bir kavga söz konusudur. Daha doğrusu egemenler, haklarımızın varoluşunu bir kavga konusu haline getirerek nihayetinde haklarımızı kısıtlamayı değil, onları yoketmeyi ve hiç kazanmamışız gibi hayatlarımıza devam etmemizi istemektedir.
Birkaç paragraf önce söz ettiğimiz iki pratik, dayanışma ve katılımcılık, işte bu “yoksunlaşma”ya koşut olarak yakıcılık kazanıyor. Yoksunlaşmanın had safhada olduğu bu dönemde birer birer haklarını kaybeden insanlar, dayanışmanın tam aksi olan rekabet ve bireyciliğe mahkum edilirken, neoliberalizmin siyasetin halkla olan gündelik ve doğrudan ilişkilerini perdelemesi, bulanıklaştırması, üzerini örtmesi sonucu olarak da siyasi mekanizmalara katılamıyor ve düzen siyasetince temsil edilmiyorlar.
Bu durumda sanıyoruz ki başta yapmadığımız 3 şeye karşılık olarak yapmak istediğimiz 3 şey sıralanabilir:
1- Dayanışma derken, nihayetinde ileri bir düzen olan sosyalizmi kurabileceğimiz pratiği inşa edecek insanların işlenmesi ve yaratılması, o düzeni kuracak iradenin arkasında duracak olan insanların donatılmasını kastediyoruz. Bu donanma yalnızca siyaseten sosyalizme ikna olmak değil; yalnızlaştırılanların birleşmesi, bir’lerin biz haline gelmesi anlamında toplumsal bir anlama da sahiptir. Yoksullaşmanın ve yoksunlaşmanın panzehiri dayanışmadır.
2- Katılımcılık derken, tüm ben’lerin, kendi ben’liğini koruyarak ancak kendi ben’lerini, kendilerinden daha fazlası anlamına gelen biz’in üstünde görmeyerek ve her şeyden önce biz’i düşünerek hareket etmesini kastediyoruz. Ben’lerin biz adına fedakârlıkları; ben’lerin illa ki silikleşmesi, fikirlerinin önemsizleşmesi, buharlaşması anlamına gelmez. Aksine düşüncemiz, ben’in ben’liğini yalnız ve ancak biz’in içindeki konumuna göre tarif edebileceği ya da bulabileceği yönündedir.
3- Yoksullaşmanın ve yoksunlaşmanın panzehiri olarak dayanışmanın ve bencillik ile rekabetçiliğin panzehiri olarak katılımcılığın toplamının yoğunlaşmış iradesi olarak parti, yalnızca siyaseten önderlik etmenin ötesine geçerek kapitalizmin çürümüşlüğüne ve çürütücülüğüne karşı insan kalmaya çalışan insanın da yuvası haline gelmelidir. Parti, bu çürümüşlüğe karşı bir güvence olarak siyaset sahnesinde yer almalıdır. Bu insanî güvence, sanıldığının aksine aşırı sosyal belirlenimli olmaktan ötede artık siyasal anlamda bir boşluğun doldurulması anlamında kullanılabilir.
Polisiye filmlerde ve romanlarda bir klişe vardır: Katiller, cinayeti işledikten sonra cinayet mahalline geri dönerler. Bizim için şimdi klişeleri bozmanın zamanıdır: Patronlar cinayet mahalline geri döndüklerinde yerde yatan birini değil, çok yaralar almış ama yaralarından öğrenerek ayağa kalkıp kendilerine silahı doğrultmuş birini görmeliler...