Ercan Kesal: 'İtiraz etmezseniz devam eder...'
"Faşizmin derdi bedenlerimiz; çünkü faşizm, insanın dünyaya olan umudunu sıfırlamak istiyor. Bunu da ancak kişiliğini silikleştirerek, hiçleştirerek, kendine olan saygısını kaybettirerek sağlayabilir."
Ercan Kesal’ın yeni kitabı Cin Aynası geçtiğimiz günlerde İletişim Yayınları’ndan çıktı. "Bellek acının evidir" dediği satırların yaralarından, hayata ve insana umutla dokunuyor Ercan Kesal. Kendi sözleriyle; "Cin Aynası'nı hayatı gibi ciddiye alıp, samimi ve sahici edebiyat tutkunlarının, dahası, gerçeğin ve iyiliğin işine yarayacağı inancıyla..."
Tarkovsky’nin tanımladığı gibi hiçbir sanat dalı, insana yitirdiği zamanı bulma ihtimalini veren sinemanın gücüne erişemiyor. Mithat Alam’ın verdiği dvd’nin seneler sonra size geçmişinizi hediye etmesi gibi, birçok insanın sadece beyazperdeden tanıdığı Tarık Akan’ın gidişi de çoğumuzda gençliğimizin öldüğü duygusunu uyandırdı. Nedir sizi de tutkuyla peşinden götüren ve kitaba da adını veren ‘Cin Aynası’nın kerameti?
Kelimelerin taşıdığı şeyin kendine ait; bizim bilgimizin, tahmin ettiğimizin ötesinde bir birikimi olduğuna inananlardanım. Bir şeyin ismi çok kıymetli. Cin Aynası da sinemaya dair Nurullah Ataç’ın önermesi ve hevesinin ifadesi. Önce film kelimesinin karşılığını bulmuş, ona şerit diyor. Sinema için de kinemayı önermiş. Sonra cinema da olur derken Cin Aynası mı olsa deyip geçmiş. Nurullah Ataç’ın bazen şaşırtan, tuhaf gelen kelimeler önerme çabasını çok önemserim. ‘Cin Aynası’nı da daha Günce’lerinde gördüğümde cebime koymuştum. Kelimelerin ruhu vardır. Leyla Neyzi’nin Kazancakis’ten aktardığı Lenio Teyze hikâyesindeki gibi. İki gezgin uğradıkları bir köyde daha önce hiç karşılaşmadıkları bir çiçek görüp kopartırlar. Etraflarına toplanan çocuklara çiçeğin adını sorarlar. Çocuklar cevap veremez, bilse bilse köyün en yaşlısı Lenio Teyze bilir derler. Çocuklardan birini sormaya gönderdiklerinde öğrenirler ki o sabah ölmüş Lenio Teyze. Orada ölen sadece Lenio Teyze değil, aslında bir kelime ölmüştür. Çiçek duruyor ama bir daha o kelime yok artık. Radikal yazıları devam ederken Birgün Pazar eki için de yazmam istenince, o köşede daha çok edebiyat, oyunculuk ve kendi sinema deneyimlerim üzerine yazmak istedim. Bunları bir gün Cin Aynası’nda toplamak kafamda vardı yazarken. Peri Gazozu’nun adını eşim koymuştu. Evvel Zaman bir sinema güncesi, onun adını Tayfun Pirselimoğlu, Nasipse Adayız’ınkini ise Tanıl Bora koymuştu. Bunu da ben koydum.
'UNUTTURMAK İÇİN YAPILANLAR İŞE YARIYOR'
Kitapta yaramıza dokunan çokça yakın ve uzak dönem acısı var. "Bellek acının evidir" diyorsunuz ve belleğimizin bekçisi anılara iyi bakmadığımızdan dem vuran satırlar... Evimizin acıları bunca ağırken, toplumsal belleğimiz nasıl bu kadar yüksüz yaşayabiliyor. Belleğimize müdahale mi var?
İki türlü tavır var burada. Birisi kişinin kendine ait olan son derece öznel savunma mekanizması, kimse acıyla sonsuza kadar yaşayamaz çünkü. İnsanın bilinci de, ruhsal mekanizmaları da harekete geçer ister istemez. Kötüyü silmeye çalışır, umudu öne çıkarır, anlaşılabilir bir şey bu; bir çeşit iyileşmeye, ayakta kalmaya dönük bir çabadır, insanın ruhsal ve fiziksel tepkisi olarak bunu anlarım. Ama senin sözünü ettiğin o ikincisi tehlikelidir. Tam anlamıyla unutan birey, bir sonrakini almaya hazır ve bir sonrakine toplumsal bir savunma mekanizmasının olmadığı birey tipi. Daha önceki bir söyleşide söylediğim gibi, on sene önce bize bugünkü görüntüleri göstermiş olsalardı inanamazdık. Şehrin göbeğinde canlı bombalar patlıyor, birilerinin üzerine ateş açılıyor, kendi coğrafyanda bulunan şehirlerde günlerce süren zulüm ve ölümler... Yazdığım ve onlarcasını yazmaya çalıştığım, bu kadar çılgınca şey karşısında hala herşey normalmiş gibi ertesi gün yaşamamızı sağlayan şey ne? Biz bunlara bir süre sonra algılarımızı kapatıyoruz, sanki bize dokunmadığı sürece herşey normalmiş gibi yaşamaya devam ediyoruz. Kitabın girişinde söylemeye çalıştığım; "yazdıklarım, toplumsal belleğimize bırakılan küçücük taşlar kadar olsun yeter," derken kastettiğim bu. Almanya’daki bir toplama kampında 3-4 saat geçirmiştik. Kendi tarihleriyle, kendi Nazi geçmişleriyle o kadar cesaretle hesaplaşıyorlar ki insan gıpta ediyor. Sürekli öğrenci grupları geliyordu, öğrencilerin zorunlu dersiymiş bu, başlarında öğretmenleriyle kampı geziyorlar. En azından bunu beklemek hakkımız diye düşünüyorum, bu çok kıymetli ve çok doğru bir şey. Bizde ise unutturmak için yapılanlar işe yarıyor demek ki. Çalışıyor denir sinemada, çalışıyorsa oyna o zaman...
"Arkadaşlarımın, ‘nasıl olsa devrim olacak’ deyip, ertesi sabah anatomi vizesine bile çalışmadığı günlerin masumiyetinden, sürek avına çıkmış çakallar tarafından birer birer zalim bir sakinlikle avlandıkları günlere düştük..." diye yazdığınız satırlar oradan Mamak’a, Diyarbakır’a bağlanıyor. 86’da aydınlar dilekçesini imzalayanlar yargılanıyordu. Otuz yıl sonra bugün barış metninin imzacıları... Devam eden cadı avına bakınca; öğretmenlerden akademiye, meslek birliklerinden sanata bu tahakkümcü politikanın alanını genişleterek sürdüreceği endişesini duyuyor musunuz? Sustuğu yerden kanayanlar bu örgütlü kötülük karşısında ateşe üflemek için zalimin kendiliğinden zeval bulmasını mı bekliyor?
İtiraz etmezseniz devam eder, bu kadar net. Bir şey okudum geçenlerde ve çok öğretici geldi. Diyarbakır 5 nolu cezaevindeki, 35 nolu koğuş, ölüm oruçlarının da odağındaymış. Orhan Keskin, üstelik tahliyesine bir buçuk ay kala açlık grevine katılmış bir insan ve orada hayatını kaybediyor. Sonrasında araştırırken Orhan’la ilgili bir kitapta okumuştum. Cezaevinde uzunca bir süre açlık grevleriyle devam eden bir direniş var. Esat Oktay Yıldıran idaresi bir süre sonra "haklarınızı verdik, tamam" diyor ve eylemi bırakıyorlar. Hakikaten bir süreliğine bu kısıtlanan haklar veriliyor, fakat sonra herşey unutuluyor ve eskiye dönülüyor. Bunun üzerine direniş eskisi kadar güçlü olmasa da tekrar başlıyor, fakat bir süre sonra vazgeçiliyor. İşte, vazgeçildikten sonra bu karşı çıkılanlar mahkumlara on misli yüz misli dayatılıyor ve sonunda diyorlar ki, "hata etmişiz biz." Bunun pazarlık yapılacak bir yanı yok çünkü. Bunu kabullendikçe ve itiraz etmedikçe, görmezden geldikçe misliyle yaşanacağı konusunda şüphem yok, bu konuda herhangi bir iyi niyet taşındığını düşünmüyorum. Zor oyunu bozar, tarih bize bunu gösterdi.
Stoğundaki şekere zam gelince farkını ödemek için maliyeye kendini ihbar eden babanızın korktuğu o utanma duygusu ya da Lütfi Akad’ın yerli yersiz zoom kullanımını seyirciye şantaj gibi gördüğüne dair satırlar, en uzak/eski duygularımız gibi geldi. Toplumun unuttukları arasında ilk silinen ‘ahlakın ince sınırı’ diye tanımladığınız utanma duygusu mu, o eşiği geçtikten sonra bugün muhatap olduğumuz eza, iktidarı elinde tutanlar için daha mı kolay?
Utanmayı kaybetmek aslında kişinin kendine olan saygısını kaybetmesidir. Kendine saygısı olmayan birine herşeyi yaptırabilirsin. İşkencede ölen çocuk için düştü raporu veriyor, bunu nasıl yapabilir bir hekim? Kendine saygısı yoksa eğer, hekim de olsa farklı bir meslek grubundan da olsa yapıyor işte. Kendine verdiği bir değer de kalmamış... Babam çok enteresan bir adamdı, kitapta sonlara doğru onunla ilgili başka bir hikâye daha var. Üç Maymun’un ödüller falan aldığı bir dönemde kasabadaki kulübe gidiyor bir gün; ben de o zaman söylemiyorum babama, sinemayla uğraşıyorum falan diye, bilmiyor. "Senin oğlan gazeteye çıkmış" diyor biri. Gözü de iyi görmüyor, gazeteyi kapıp koşturarak eve geliyor. Duyduğunda kalbine inecek neredeyse, gazeteye durup dururken niye çıksın ki oğlan? Belaya bulaştım sanıyor, böyle bir duygu...
VUSLAT BİR YOLCULUK...
Vuslat olursa aşk olmaz demişsiniz. Ne yapsın hasretlik çeken, bıraksın mı ‘bu işler’i?
Hep öyle demezler mi? Anlatmaya çalıştığım sadece bir kadına/erkeğe duyulan aşkın da ötesinde bir şey. İyi ve aşkın bir şey o, insanı olgunlaştırır, geliştirir. Mesleğiniz nedir sorusuna bile hemen cevap verebilecek biri değilim ben mesela, kendimi her an her şeyi yapmaya aday biri olarak görüyorum. Tabii ki hayata duyulan derin bir coşku ve taleple ilgili bir durum bu. Galiba bir yerlerde bir şey var ve ben onu farketmiyorum duygusu. Vuslat oldu, vardık diye bir şey yok. Keşke küçücük ömre daha fazlasını sığdırabiliyor olsak... Onun bir yolculuk olduğunu düşünüyorum. Bu, ölünceye kadar da böyle devam edecek.
Bir gün bu yazdıklarınızdan bağımsız bir aşk öyküsü de çıkar mı?
‘Peri Gazozu’nda birkaç kez denedim onu. Hatta başka bir kahramana yakıştırarak yaptım, pek olmadı. Bizim kuşakta tuhaf bir suçluluk duygusu vardır, onu biz hep ihmal ettik. Daha doğrusu nedense hep kenarda durdu, bir türlü içimizden geçtiği, kalbimizden geldiği gibi coşkuyla ve açıkyüreklilikle yaşayamadığımız şeylerden biridir sanki. 76’da 17-18 yaşlarında Siyasal Bilgiler Fakültesine girdim önce. Nevşehir’den gelmişiz, babamla merdivenlerden çıkıyoruz. Duvarlarda afişler, kapıda polisler, içeriye girmeye çalışıyoruz, birileri üzerimizi arıyor, kayıt olacağız. Babama göre ya vali ya büyükelçi olacağım, gazozcunun oğlunu kurtaracağız yani... İçeriye girdik ki, ne alakası var. Buradan nereye gidebilirsin? Darbeden sonra toz duman içinde doktor olup mecburi hizmete gittim. Acemi reçeteler, hastalar, otopsiler... İşimiz aşkımız oldu. Anneme sorardım sıkıştırmak için 80 yaşında kadın, ‘’dinine imanına söyle babama aşık mıydın?’’ diye... Hiç düşmezdi o tongaya. Aşk ne ki oğul, derdi. Gerçekten yolculuğun sevinciyle karşılaştırıldığında vuslat nedir ki?
Galeano’dan ilhamla, birlikte kurtulmayı ve yeniden buluşabilmeyi ümit ettiğiniz için yazdığınızı söylüyorsunuz. Yazma edimiyle kolektif bilinç arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Yazdıklarım, deneyimlerimin sonucudur, öte yandan deneyimlerimizin içinde gezdiği alan aslında hepimizin kolektif bilincidir. Ben burada tam olarak Jung’dan yanayım. O çok daha geniş bir perspektiften tarif eder ya... Bütün dünyanın bir hafızası var ve biz o hafızadan bizim nasibimize ne düşmüşse oradan devam ederiz. En gerçek bilinç bilinç dışıdır çünkü. Jung’un ‘Anılar, Düşler, Düşünceler’ inde miydi, tam hatırlayamadım; anlattığı çok güzel bir hikâye var. Bir hastanede psikiyatr olarak çalışırken bir hastası sürekli yaptığı resimleri getirir. Alır odasına koyar, kronik bir rahatsızlık ve adam sürekli çizip getiriyor. Aradan epey süre geçer. Eski Mısır üzerine çalışan öğretim üyesi arkadaşı bir kitap çıkarıyor bir gün. Kitapta yer alan beş bin yıl öncesine ait şekillerle, hastasının ona verdiği çizimler birebir aynı. Bela Bartok’un Çukurova yörükleriyle kayıtları vardır uzak dağ köylerinde. Kuş uçmaz kervan geçmez yörük obasında bir çadırda birinden dinlediği ağıtın Macaristan’ın dağ köyündeki ağıtla birebir aynı olduğunu görüyor. Nasıl oluyor bu? Nereden nereye akıyor? Saf ve çok gerçek. Sanki bizim dermanımız da buradaymış gibi geliyor. Sinemada da böyledir. Sanat yeryüzünü sahiplenme ihtiyacıyla ilgili bir şeyse eğer, sanatla uğraşma meselesi, bunun toplumsal politik karşılığı da buralarda duruyor gibi geliyor bana. Hani sahiden Cemil Meriç’in ‘’idrakimize giydirilmiş deli gömleği’’ diye tarif ettiği ideolojilere sıkışmadan, esnek bir çarşaf gibi, kocaman bir şey oralarda duruyor, bunu genişletmemiz lazım. Biz bir yeryüzü bilincinin, ondan nasiplenmiş insanları olarak o sofranın bir parçası olduğumuzun peşine düşersek; sanki bu, dil, din, ırk, bayrak gibi sürekli ayrıştıran mevzuların bizi yorup canımıza okumasından kurtulabiliriz.
"Seyirci filmden çıktıktan sonra oynadığınız karakterle hemen sokağa döndüğünde karşılaşabileceğine inanırsa tamamdır" diyorsunuz kitapta... Ekşi Sözlük’te, Bir Zamanlar Anadolu’da muhtar rolündeki performansınıza ilişkin hepimizin duygusuna tercüman olan yorumlar var. Polymath olduğuna kanaat getirdim yazmış biri, muhtar olmadığını anlamak için filmin künyesine bakmam gerekti vb... Kitapta da çokça içinde muhtar geçen hikâye yer alıyor... Nedir muhtarları sizin için ilginç kılan? Muhtarların son dönem popülaritesinde parmağınız olabilir mi?
84’te mecburi hizmete başladığımda gittiğim kasabanın 70 köyü vardı, geniş bir coğrafyadır. Sonrasında gittiğim Balâ’nınki de 65 civarında. Coğrafi olarak dağınık köylerin birbiriyle rabıtası olan ortada bir kasabanın olduğu böyle bir yapı. Yıllarca onlarla içiçe yaşadım, yemeklerini yedim, evlerinde kaldım. Hiçbir muhtarın sebepsiz yere oraya muhtar olmadığını gördüm. İyi ya da kötü anlamında söylemiyorum, "evet, bu köye ancak bu kişi muhtar olur" dediğim muhtarlar gördüm. Köylü o konuda son derece ferasetli bir seçim yapıyor diye düşünüyorum. Muhtar eşleri de önemlidir. Kıymetli bir mühür var orada, giderken eşine bırakıyor. Onun evinde yemek yeniyor, darda kalınca onun evinde konuk olarak kalıyorsun, bir parça çekim merkezi oluyor. İstanbul’da da iç göçle oluşan yeni köyler var. Şehirde hemşehri derneği başkanı olmuşlar, köylerinde kalsalar muhtar olurlardı. Burada bir adım sonra belediye meclis üyesi oluyorlar. Güçlerini klientalist biçimde farketmişler, "bizim oylarımız işe yarıyor ve biz kalabalığız" diye düşünüyorlar artık... Tuhaf bir şeye dönüşmüş, tam bir sivil toplum diyemezsin buna. Nasipse Adayız’da da geçer. Şehri ellerinde kazma kürekle bekliyorlar. Bir an evvel inşaata başlayacaklar. Bu ilişkiyi kuruyorlar ve bu hayırlı bir şey değil. Kalabalık oy potansiyelleri halinde yaşıyorlar. Ama, muhtarlar gerçekten de sokağın nabzını erken hissederler, bilirler, lafları dinlenir, mikro lider diyorum ben onlara.
BEDEN FAŞİSTLER İÇİN BİR KAMP MOBİLYASI
"Beden faşistler için bir kamp mobilyasıydı." Kitapta toplama kampında dövmesini beğendiği için parçalatılan bedenlerden; Viktor Jara’nın, Che’nin kesilen ellerine, Ali İsmail’in bedenindeki tekme izlerinden insanlığın cehennemi Diyarbakır Cezaevi’nde yaşananlara kadar hafızamıza kazınmış çokça acı var... Faşizmin bedenimizle derdi ne?
Beden meselesine çok takılmıştım ben. Okulda saçlarımızı keserler. Ceazaevinde ilk berber koltuğuna oturturlar falan. Şimdi, örneğin Che Guevara’ya yapılanlar. Kalleşçe öldürüyorsun, ellerini niye kesersin? Ya da Victor Jara’nın öldürülüşü. E.Günçe’nin şiirinde rastlayınca, ‘çocuklar faşizmi yanağında tanır’, dedim bunu anlıyorum ben. Bedenle kurulan ilişki hekim olarak da çok ilgilendiriyor. Hekimlerin de bedenle iktidar üzerinden tuhaf bir ilişkisi var. "Ağrıyor mu, bunu iç..." "Niye?" "Sen anlamazsın, iç!" "Ama, o bende bulantı yapıyor" "Olsun iç iki güne geçer..." Modern tıbbın senin vücuduna böyle pervasızca dalmasının da bir tarihi var. Nerede başlamış o ve sen bu hakkı nereden edindin? Derdi insanı anlamak olan hekimlikten çıkıp ilaç yazana dönüşüyorsun. Hekimlik de sanattır ve aslında şefkat üzerine kuruludur, hastanın önce seni sevmesi ve seninle yolculuk yapmaya razı olması gerekir... Faşizmin derdine dönecek olursak, onun derdi bedenlerimiz; çünkü faşizm, insanın dünyaya olan umudunu sıfırlamak istiyor. Bunu da ancak kişiliğini silikleştirerek, hiçleştirerek, kendine olan saygısını kaybettirerek sağlayabilir.
Kızıldere’de Mahir’leri kuşatan birlikten olan hocanızın, "ne olursa olsun yiğit çocuklardı" demesi –ki kandırıldım da dememiş- okurken kalbimize çizik atıyor. Pişmanlık suçu hafifletir mi?
Onun kendi içsel yolculuğuna dair yaşadığı pişmanlığın onda neye dönüşeceğine dair bir şey söyleyemem tabii ki. Belki hakikaten samimiyetle yüzleşiyordur, bir daha bunu tekrarlamayacaktır, bilemiyorum. Burada bir Ahmet Hamdi Tanpınar parantezi açalım. Tanpınar, 1936 yılına ait bir makalesinde "bizde hiçbir zaman doğru dürüst roman olamadığına" dair bir hipotezini açıklarken, batıdaki günah çıkarma müessesesinin aslında roman denen türü de tetikleyen kaynak olduğunu söyler. O’na göre "Hristiyan dünyası kendi kendisini ister istemez her an yoklama, derinleştirme terbiyesine" de sahiptir. Bizdeki, her seferinde tövbe edip yeniden işi oluruna bırakan ve zaten hesap vermenin öte dünyaya bırakıldığı bir kültürün, mensuplarının da doğru düzgün roman yazamayacağını iddia eder. Benim hikâyemdeki askerin söylediklerini pişmanlıkla ilişkisi anlamında değerlendirirsek sorumuz şu olmalı: "Bir daha onu tekrarlamayacağınız bir çeşit tövbe midir, yoksa hakikaten bir ders mi çıkarttınız?" Benim o yazıda sözünü etmeye çalıştığım şey, o adamın cümlesi sahiciydi ve o günlerde böyle bir toplumsal iklim de vardı.
Gitgide tepkisizleşen bir ‘toplam’a dönüşmüşken biz; gazeteciler, yazarlar cezaevlerinde mücadele veriyor... Vaktiyle cezaevinde meslek sahibi olan-eden, üretmeye devam edenleri, küçücük bir hücrede kocaman bir dünya kuranları hatırlatıyorsunuz. İki roman on iki tefrikayla çıkan Kemal Tahir’in karısına mektubundaki gibi, "En tatlısı, hey canına biz neler çektik diye söze başlayabilmektir. Hikâyesi olmayan adamlara acıyor gibiyim..." diyebilmek midir yaşama iradesi?
Benim çok hoşuma gidiyor o laf. Hâlâ cezaevinde olan insanların bir kısmıyla mektuplaşıyorum, kitap gönderiyorum, bazılarını hiç görmeden üstelik... Başka sebeplerle ceaevinde olan, çıktıktan sonra beni bulan, içeride yazılarımı ya da kitabımı okumuş insanları görünce de enteresan bir şekilde ümitleniyorum biliyor musunuz... Burdan pozitif bir cümleyle durumu olumlamak da istemiyorum ama insanı içeride koruyan, dışarıdaki bu tuhaf dinamikten azade eden bir şey mi var acaba diye de düşünüyorum. Hani denir ya, ‘’içeride içeriye düşme korkusu yok.’’ Kendi kendiyle başbaşa kalma, tefekkür etme şansı daha yüksek içeride ama hakikaten romantik bir çağa dair bir özlem değil bu dediğim. Nazım’ın fransızcası Kemal Tahir’e göre çok daha iyi. ‘’Senin bunu mutlaka okuman lazım’’ deyip el yazısıyla matematik defterine kitap çevirip cezavine gönderiyor. Şimdilerde kim yapar bunu? Kitap çeviriyorsun ve diyorsun ki, ‘’Kemal bunu oku.’’ Ne acaba onları bu kadar coşkulu, bu kadar güçlü kılan. O kuşağın son temsilcileriyle çok iç içe oldum, şanslıydım. Ben bu kuşağın heyecanını, coşkusunu, inadını görürüm. Çok inatçı insanlardı. En kötü durumda da gülerlerdi bir de...
BU KADAR YAYGIN İLETİŞİM, TEKNİĞİN KÖTÜ KULLANIMI
Her gün Zaytung haberi gibi bir dolu şey okuyoruz ve üstüne karşı karşıya duranlar kadar yanyana duranlar arasında da sert tartışmalar yaşanıyor. Gündeme yetişme telaşı aslında bir yandan eylemsiz bırakıyor sanki. Topluca trolleniyor olabilir miyiz ?
Tabii eskiden bu sosyal medya meselesi hayatımızda yoktu. Tekniğin kötü kullanımıyla ilgili bir şey gibi geliyor bana iletişimin bu kadar yaygın olması. Herkesin kendi kimliğini de gizleyerek istediği şeyi söyleyebilme tuhaflığı... Bu özgürlük değil, haksızlık bir taraftan. Ama bunun yaşanabilmesi, böyle bir olanağın olmasının, toksik, zehirleyici bir etkisi de var. Kendi adıma çok mesafeliyim. Twitter’dan, facebook’tan kurduğum ilişkiyi de sadece okurlarımla, arkadaşlarımla daha hızlı buluşmanın bir yolu gibi düşünüyorum. Kimilerinin her aklına estiğini mesnetsiz bir özgüvenle, hakikaten neye dayanarak ve niye olduğunu anlayamadığım, yaralayıcı bir dili de hesapsızca kullanarak yapabildiğini görüyorum. Kendi adıma, dediğim gibi mesafeliyim ve oradaki nobran dili pek ciddiye de almıyorum.
"Yazdıklarımın kaynağı deneyimlerimden başkası değildir" ve metinler anılarımın "billursu" hâli diyorsunuz kitabın girişinde. Gerçek yaşam öykünüzden kesitler, yazan herkesi kıskandıracak kadar güçlü, kurguya ihtiyacınız yok gibi. Yazar için şans olmalı. Bütünüyle hayalinizden beslenen hikâyeler de var mı yolda?
Peri Gazozu ve Nasipse Adayız’dakiler de dâhil olmak üzere yazdıklarım baştan sona benim deneyimlerim değil elbette. Okuduklarım, duyduklarım, şahit olduklarım.... Ben, damıtılmış deneyimleri kurguyla işliyorum. ‘’Samimiyetle’’ söylüyorum sadece, bu benim vazgeçmediğim bir üslup. Roboski’yi yazarken katırlar meselesiyle ilgili yazımda geçen hikâye benim bir doktor arkadaşımın yaşadığı hikâyedir örneğin. Galiba sinemacı tarafım burada çok işe yarıyor. ‘’Şöyle olsa nasıl olurdu, o kadın kendini asmasa ne olurdu vs.’’ deyip, ama konuyu da merkezinden çıkartmadan, özüne sadık kalarak kurguluyorum. Fakat okurun benimle kurduğu ‘bunların hepsi de onun başından geçenler’ algısı pek değişmiyor anlaşılan.
Cin aynasındaki metinler anı/anlatı gibi de okunabilir. Buradan hem Ercan Kesal edebiyatı özelinde hem de genel olarak tartışılan bir konu olarak sorsak edebiyatta yazılanları bir tür olarak tanımlamak gerekir mi?
Keşke bütün türlerdeki ayrım erise kaybolsa da birbiriyle daha zengin alışverişte bulunsalar. İyi sinemayla ilgili birkaç yerde yazıldı sanki, benim de farkettiğim bir husus; belgeseller kurmacaya ne kadar yakınlaşırsa o kadar güçlü ve başarılı oluyor. Belgeselin de senaryosu, girişi, gelişmesi ve finali vardır. Aynı şey kurmaca için de geçerli. Kurmaca da ne kadar belgesele yaklaşırsa işini o kadar iyi yapmış olur. Oradan şuraya geliyorum, her ikisi de birbirine yaklaştıkça güçlenen türler. Edebiyatta da kurmaca ve anlatı birbirine ulaşmaya, iç içe geçmeye çalışşa daha sahici olur. Yazdıklarımın hayatta mutlaka karşılığı olsun isterim. Dizi ya da film seyrediyoruz eşimle. Filmde bir şey söylüyor kadın erkeğe. Eşime soruyorum, sen böyle bir cümleyi daha önce kendi hayatında hiç duydun mu diye? Kurmaca dediğinin hayatta bir karşılığı yoksa kandırmaca gibi bir şey bu. Kırmızı Pazartesi bir roman mı, anlatı mı, bir belgesel metin mi, bir gazete tefrikası mı? Marquez, seneler sonra gazeteci kimliğiyle kasabasına geri dönüp, çocukluğunda kasabada işlenen cinayeti yeniden yazıyor, ‘’gerçeği yeniden icat ediyor.’’ Benim bu çok sevdiğim adamların da gazeteci olmalarının tesadüf olmadığını farkettim. Galeano’nun, Steinbeck’in, Marquez’in ... Bizden de Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, gazete çıkarmış bunlar üstelik. Hepsi de sıkı birer gazeteci sonuçta.