Erdoğan Gezi’den neden bu kadar nefret ediyor ve sosyalistler bu konuda ne yapabilir?
Erdoğan’ın Gezi Direnişi’ne karşı olan nefretinin pek çok sebebi olabilir. Ancak bunun şahsi bir nefret ya da sınıfsal perspektiften yoksun bir şekilde tehdit altında hisseden bir siyasi iktidarın refleksiyle sınırlı olduğunu düşünmüyorum.
Tayfun Sarsılmaz
Kamuoyunda Gezi Davası olarak bilinen davada çıkan mahkumiyet ve tutuklama kararlarının kısa bir süre sonrasında Gezi Direnişi’ni andığımız günlerden geçiyoruz. Gerek dava sonucunun açıklanmasının sonrasında, gerekse de başta Türkiye İşçi Partili milletvekilleri Erkan Baş, Sera Kadıgil ve Ahmet Şık’ın gerçekleştirdikleri köprüye pankart asma eylemi olmak üzere, Türkiye çevresinde gerçekleştirilen diğer eylemlerin sonrasında AKP’lilerden ve AKP’li cumhurbaşkanı Erdoğan’dan öfke dolu açıklamalar geldi. Konu öfkeli konuşma ve hakaret etme olunca kendilerinin bu işte ne kadar mahir olduğunu biliyoruz aslında. Ama Gezi ile ilgili yapılan her eylemde bu çok daha açık ve net bir şekilde dozajı yükselmiş olarak karşımıza çıkıyor. Bu sene de yılların “Camiide içki içtiler” yalanı yine tekrarlanırken, bu sefer Gezi eylemlerine katılan vatandaşlar “çürük ve sürtük” ilan edildi. Akşamında polis, anma eylemine katılan 169 kişiyi gözaltına aldı, pek çok eylemci darp edildi. Peki o zaman aklımıza başlığın ilk kısmındaki soru ister istemez geliyor: Erdoğan Gezi’den neden bu kadar nefret ediyor?
Erdoğan’ın Gezi Direnişi’ne karşı olan nefretinin pek çok sebebi olabilir. Ancak bunun şahsi bir nefret ya da sınıfsal perspektiften yoksun bir şekilde tehdit altında hisseden bir siyasi iktidarın refleksiyle sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Sorunun cevabı olarak, Gezi’yle birlikte egemen sınıfın içindeki çatışmaların gün yüzüne çıkması ve bunun sınıflar arası çatışmaya etki etmesi gösterilebilir. 2013’ü tekrar gözümüzün önüne getirirsek, küresel kapitalizmin 2008 ekonomik kriziyle birlikte sorgulanmaya başlandığı, “kapitalizmin yaşaması için neoliberalizmin ölmesi gerektiği” düşüncesinin nüvelerinin atıldığı, bu sırada Occupy Wall Street gibi, sonradan bir bahar getirmediği ortaya çıksa da Arap Baharı gibi sokak hareketliliklerinin olduğu bir dönemin içerisinde olduğumuzu hatırlayabiliriz o dönemde. Türkiye’deki Gezi Direnişi’nin sermaye sınıfı ve Erdoğan için anlamını bu küresel konjonktürden bağımsız olarak düşünemeyiz.
Kapitalizmin, neoliberalizm ile birlikte sürekli küçülen bir devlet söylemine sahip olmakla birlikte sürekli büyüyen ve toplumun kılcallarına nüfuz eden bir devleti ortaya çıkarmasının, onun sermaye sınıfı içindeki çıkar çatışmalarını devletin zor araçlarını emekçiler üzerinde kullanarak çözmeye çalışmasıyla bağlantılı olduğu bir gerçek. Buna karşılık 2013 yılı haziranı, Türkiye’de 2002’de sermayenin adeta konsensüs şeklindeki desteğiyle iktidara gelen ve IMF programlarını devam ettiren Erdoğan’ın küresel iktisadi sistemdeki krizlerin ve iç politikadaki tercihlerinin sonucu olarak sermaye sınıfı içindeki çatışmaları artık yönetemediğinin ortaya çıkışını imliyor. Devamla, Gezi Direnişi sırasında ortaya çıkan siyasetlerin çeşitliliğin, kapitalizmin devam etmesi için neoliberalizmin ölmesi gerektiğini düşünen rehabilitasyoncu çizgiyi (TÜSİAD çizgisi de diyebiliriz) iştahlandırdığını iddia edebiliriz.
Gezi’de sahaya inen örgütlü işçilerin, solcuların, Kürtlerin, kadınların, LGBTİ+’ların ve örgütlü diğer grupların yanında, örgütsüz beyaz yakalıların, hatta çocuklarıyla birlikte eylemlere gelen ailelerin ve diğerlerinin, devlet baskısına karşı özgürlüğü ve kapitalizmin yarattığı gelir adaletsizliğine karşı eşitliği kitlesel bir şekilde savunması pek çok siyasetin etkisini çekti elbette. Bunlardan biri rehabilitasyoncu TÜSİAD çizgisiydi. Bunun siyasi izdüşümünü ise halk arasında “altılı masa” olarak nitelenen Millet İttifakı’nda görüyoruz. Ancak söz konusu özgürlük ve eşitlik olunca sosyalist taleplerin dillendirilmesi kaçınılmaz oluyor ve benimsenmesi kolaylaşıyor. Bu nedenle rehabilitasyoncu çizginin, Gezi’ye ve onunla sınırlı kalmayan şekilde diğer eylemliliklere karşı AKP’nin yürüttüğü anti-propagandayla da birleşerek o dönemden itibaren muhalefeti siyasetsizleştirmeye ve sokağı şeytanlaştırmaya yönelik yaklaşımının, sokaklardan yükselen taleplerin düzen dışını işaret etmesine karşı geliştirilen bir savunma olduğunu iddia edebiliriz.
Rehabilitasyoncu çizginin hakim paradigmadaki değişimi gerçekleştirmeye yönelik bu yaklaşımına karşılık, tarihsel gerçeklik göz önüne alındığında iktisadi sistemdeki hakim paradigma değişikliklerinin sessizlik ve huzur içerisinde gerçekleştirilemediğini görüyoruz. Klasik liberal devletin yerini sosyal refah devletine bırakması için iki dünya savaşı gerekmişti. Sosyal refah devletinin, neoliberalizm rotasında çözülüşü pek çok ülkede darbelerle, görece demokratik ülkelerde ise güçlenen otoriter eğilimler ile birlikte kolluk faaliyetlerinin genişlemesiyle yaşandı. Peki eğer ortada bir rehabilitasyon çizgisi var ise ve bu “neoliberalizmi öldürme” arayışındaysa, darbeler ve savaşlar arasında salınan sarkaç bu hakim paradigma değişikliğinde nereye vuracak? Rehabilitasyoncu çizgi, neoliberalizmin hakimiyetini, onun zor araçlarını kullanmaksızın kırabilir mi? Olası iktidar boşluğu halinde özgürlük ve eşitlik talepleri düzenin kıyısında dururken, sosyalist bir özne bu talepleri düzenin dışına iterek gerçek değişimi gerçekleştirebilir mi?
Gezi’de ortaya çıkan eşitlik ve özgürlük taleplerinin, düzen siyaseti tarafından siyasetsizleştirilmeye çalışılmasına rağmen sosyalistler tarafından sahiplenilmesi ve politikleştirilmesi zorunluluğu tam olarak bu sorulara bir cevap verebilmek için ortaya çıkıyor. Gezi’yi şeytanlaştırmaya çalışan Erdoğan çizgisiyle, Gezi’nin taleplerini siyasetsizleştirmeye çalışan düzen siyaseti çizgisinin algıladığı esas tehdit, Gezi’nin Türkiye solunu yeniden canlandırmasıdır. Erdoğan’ın her geçen gün artan otoriterliği, bir yandan kendi iktidarını zor aracılığıyla tahkim etmesi arayışına denk düşerken bir yandan da sermayeye verdiği, “Bakın, sizin koruyuculuğunuzu hala en iyi şekilde ben yapıyorum.” mesajıdır.
Gezi sol siyasetin yapılış tarzını dönüştüren bir dönüm noktasıdır. SSCB’nin çözülüşünün ardından üstüne ölü toprağı atılan örgütlü siyasetin, yıllar sonra yeniden Türkiye’deki emekçilerin seçeneği haline gelebilmesi işte Gezi’nin yarattığı bu dönüşümün sonucudur. Can Soyer, Gezi’nin 12 Eylül’ün bitişini imlediğini belirtirken, sosyalizme karşı yürütülen anti propagandanın bir ögesi olan özgürlük sorununun Gezi’nin ardından halkçı bir içerikle birleştirilmesinin mümkün olduğunu ve Gezi’nin, sosyalist harekete kitlesel siyasetin yöntemini ve kaynaklarını gösterdiğini iddia etmektedir.[i] Dolayısıyla, Gezi’ye solun yüklemesi gereken anlam, neoliberal otoriter çizginin otoriterliği ile rehabilitasyoncu çizginin siyasetsizleştirerek kamusallığı ortadan kaldırmaya yönelik çizgisinin karşısına çıkacak güçlü bir odak yaratarak gezide yükselen özgürlük ve eşitlik taleplerinin öncülüğünü yapmak ve bunları düzen siyasetinin dışına çıkarmaktır.
Bu noktada gelebilecek eleştiri, Gezi’nin Türkiye solu için anlamının kimlik siyasetiyle hemhal olarak düzen içileşmesi olabilir. Bu eleştiriyi küçümsemiyor ve buna kulak verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bununla birlikte çok hızlı bir fakirleşme ve proleterleşmenin yaşandığı; iklim krizi, su krizi, gıda krizi gibi küresel krizlerin de emekçi halkın sırtına yüklendiği ve yükleneceği Türkiye’de sosyalistlerin asıl meselesi kimlikçileşmekten endişe ederek kendi köşelerine çekilmek değil, iktisadi sistemin yarattığı krizlerden etkilenen bütün grupları kapsayarak ve onların öncülüğünü yaparak, yükselen talepleri sosyalistleştirmek ve düzenin dışına itmektir.
[i] Soyer, C. (2020), Marksizm ve Siyaset Yöntem, Kuram, Eylem, İstanbul: Yordam Kitap