Eylemciler

Eylemciler

Hür yaşamın keyfini çıkaran bu on binlerce insan, yaşamlarını eylem insanlarına, bu savaşın temelini atan özverili çalışmalara borçluydu. Tanımadığımız, adlarını dahi bilmediğimiz sayısız eylemciye. 

Orhan Kiper

Sanatın ve tarihin bütün dallarında, çoğunlukla ikincil kaynaklardan öğrenmiştik Nazi barbarlığını. Özgürlüğün bir düş olarak dahi söz edilemeyeceği kampları, sınırı olmayan yayılmacı politikaları ve bir sinek gibi ölen, sayılardan ibaret insanları… Jean Laffitte, anı-roman tarzındaki ‘Eylemciler’ kitabı ile bize bu karanlık dönemi bütün gerçekliğiyle, en umutsuz anını bile örgütleyen bir komünistin gözünden aktarıyor.

Bir insan ne zaman komünisttir? O meşhur kitapları okuduktan sonra mı? Ya da en güzel sloganı atıp en doğruyu (gerçekten doğru olsa dahi) söyleyince mi? Yazar bu sorunun cevabını, soruya bir kez olsun yönelmeden yaşamıyla bize uzunca anlatıyor. Bir insan, insan olmanın onurunu koruyarak inadını ve mücadelesini son nefesine kadar sürdürdükçe, her karanlığın içinde bir ışık huzmesi olarak belirip, aydınlığa inandıkça ve bunu bütün insanlığa anlattıkça komünisttir.

Bu iradeye kitabın ilk sayfalarından itibaren rastlıyoruz. 1940 Haziran’ında hapse düşen Laffitte, aynı yılın kasım ayında Nazi işgali altındaki Fransa’da direnen unsurlardan olan, 23 yaşında üyesi olduğu FKP’nin (Fransız Komünist Partisi) yeraltı örgütlenmesine büyük bir özveri ile dahil olur. Hedefleri bir komüniste yakışan şekildeydi: Bedeli ne olursa olsun direnmek. Korkmuyor değillerdi. Hayatın anlam ve hedeflerinden vazgeçmektense özgür bir insan gibi ölmeyi tercih etmişlerdi yalnızca. Kazanacakları bir dünya içinse dövüşmek ve daha iyi dövüşmekten başka çıkar yol yoktu.

 Hedef ne kadar büyük olursa, edinilmesi gereken öz disiplin ve parti disiplini o kadar büyük olmalıdır… Laffitte bize bu disiplini kitapta bir örgüt hiyerarşisi çerçevesinde anlatıyor. Yönetim üçgeni adını verdikleri bu yapıyı Jacques Duclos bir savaş gemisine benzetiyor. Ona göre örgüt, birkaç noktadan yara alsa dahi büsbütün yok edilemeyecek şekilde tasarlanmalıdır. Bu yapı sayesinde örgüt, militanlarını kaybetse dahi bütünlüğünü sağlayabilir.

Böyle bir vaziyette çalışmalara koyuldu Laffitte ve yoldaşları. Fransa işgal altındaydı ve buzu kıracak öncülere ihtiyaç vardı. Kentlerde bugünün Türkiye’si gibi grevler, eylemler ve işçi hareketleri vardı ve tıpkı yine bugünün Türkiye’si gibi kadınlar hep en öndeydi. Ve bütün bu tekil eylemler örgütlenmeli, desteklenmeli, hepsi Alman faşizmine karşı bir mevzi haline dönüştürülmeliydi. Bu yurtsever eylemler dalga dalga büyüyerek, Paris’in sokaklarında komünistler ile aynı yola çıkmalıydı.

Gün geçtikçe, Parti’nin bu kararlarını uygulamak için çabalayanlar birer birer önce Fransız polisinin, oradan da Gestapo’nun eline düşüyordu. Laffitte bunlardan biriydi. Motorlar ile nereye götürüldüğü belli olmayan yolculuk Villette kavşağında, idam mangalarına giden Valerian Tepesi ile toplama kamplarına giden Kuzey Garı arasındaki yol ayrımında belirginlik kazanıyor. Henüz ölüm için erken. İlk durak, ölümden daha beter yaşamların mümkün olabileceğinin görüldüğü Mauthausen kampı…

Ve insanlığın, atom çağından bahseden insanlığın korkunç gerçekliği artık perdesizce önlerinde. Bir parça ekmek ve lahana çorbası için saatlerce çalışılan, yok etme kampı. İnsanların çabuk ölmedikleri, zaman içinde öldürüldükleri bir kamp.

Kaç saat çalıştıklarını bilmiyorlar. Tek bildikleri karınlarının zil çaldığı, ardından paydos düdüğü. Yumruk kadar kuru tayın ve lahana çorbası (şanslıysan içinde bir parça patates). Bir gün daha bir ihtimal yaşamanı sağlayacak kadar yedikten sonra yeniden düdük.

‘‘Schnell, schnell!’’

Dinlenmek yok, sırtlarında taş bloklar ve arkalarında gırla küfür. Yanlarında uyuyakalan bir ihtiyar ve başında SS subayları. Zavallı yaşlı adamı son görüşleriydi.

Basıp çiğnedikleri ve çıkardıkları her taş, onlarca milletten binlerce insanın kanı. Burada mücadele etmeyenlerin sonu felakettir. Fakat kampın imkansız koşullarında yaşayabilmek için verilen mücadele yetmiyor. Öncelikle bütün uluslardan getirilmiş güvenilir komünistler ve ardından yurtseverler, kısacası dayanışma ve direniş odağı oluşturmak adına herkesin ortak aklı ve mücadelesi şarttı.

‘’ Gelecek zaferin koşullarını yalnızca günlük mücadele yaratır. Çok değerli insanlar, çok sevdiğimiz dostlar, yoldaşlar yitirdik. Bununla, ortak düşmana karşı yeni bir hareket yaratmalıyız. Her şey buradadır! ‘’

Duclos’un bahsettiği savaş gemisi sadece örgüt hiyerarşisi için değil, kullandığı alegorinin sertliği ve gerçekliğiyle de bugün bizim yolumuzu aydınlatıyor. Bir sal yapıp dereler geçebiliriz. Boğulmayacağımız sığ suların sığ zaferleri ile avunabiliriz (bir kaşık lahana çorbası daha!). Fakat bizim geçmemiz gereken okyanuslar var ve okyanuslar ne kadar büyük olursa olsun, geçilmelidir. Çünkü hedefimiz bugün de çok büyük. Düşman bugün Gamalı Haç takmasa da romanın her sayfasında geçen vahşetleri farklı biçimlerde bizlere yaşatmaktadır. O zaman bizim, düşmana karşı birer Laffitte olmamız lazım. Bunun için de savaş gemimize, partimize ihtiyaç var. Ve her devrimcinin, bu geminin tayfası, savaşın bir neferi olma zorunluluğu vardır. Yoksa peynir gemisi yürütemeyen büyük laflar, bir savaş gemisini asla yürütemez.

Fransız komünistlerin önderliğinde kurulmuştu kamp örgütü. İlk işleri dostlarının güvenlerini kazanmaktı. Fakat umutsuzluk ve yoksulluk, her ulustan insanı birbirine daha da düşman etmişti. Oysa verilen savaş aynıydı ve aralarında bölünme olamazdı. FKP’ye mensup tutsakların bir görevi de, kendi ulusundan insanlarla bağlantıyı kurabilmekti. Bütün Fransızlar bu çağrıya kulak vermeli ve bu yolda yerini almalıydı. Uzun süren güven kavgalar sonucu, işte halklar! Artık ülkelerinin sıradan yurttaşı değillerdi. Onlar artık Fransız devrimcileri, İspanyol Cumhuriyet savaşçısı, Çek bağımsızlık kahramanları, Yugoslav partizanları ve Sovyet askerleriydi. Bütün insanlığın kurtuluşu, gözleri önünde 30 kiloya düşmüş, hiç tanımadıkları insanların kurtuluşundan geçiyordu. Sayıları henüz azdı, aynı dili konuşmuyorlardı ama özgürlüğün ne demek olduğunu her dilde anlıyorlardı.

   Özgürlük yönetiyor adımlarımızı

   Ve Kuzeyden Güneye

   Çalıyor kavganın saatini

   Savaş boruları…

Ölümler her gün onar onar, yüzer yüzer geliyordu. Geçen her dakika, direncin biraz daha kırılması demekti. Ve bir haber, Harkov düştü! Sovyetler ilerliyordu. Direncini arttırmıştı bu haber bütün tutsakların. Kampın içinde daha da fazla dayanışmak, örgütü büyütmek ve kurtuluşu düşlemek; insanların nihayet gökyüzüne rahatça bakabilecekleri büyük güne götüren yol buydu.

Bu inatçı tutsaklardan öğreneceklerimiz yalnızca inat etmek değil, bunun akılla, belli bir düzenle ve ancak birlikteliğin verdiği kudretle yapıldığının farkına varmaktır. Bugün ülkemizin her yerinde direnen veya direnecek gücü olsa da umudu olmayan yığınla emekçi ve kent yaşamının tutsakları vardır. Parti’nin ve örgütlü mücadelenin önemini bize en korkunç örneği ile yeniden hatırlatıyor bu roman. Tarihimizden çıkaracağımız en büyük ders budur. Brecht’in ünlü şiirinde dediği gibi: İki tane gözün varsa senin/ Binlerce gözü var partinin/ Her yoldaşını yok edebilirler her an/ Parti ise yedi değil, binlerce can…

Laffitte ve yoldaşları, yeni transfer edildiği Ebensee kampında da mücadeleyi ve dayanışmayı aynı dirençle kurmuştu. Görevler ve kararlar gizli toplantılar ile alınıyordu. Özel ve zor şartlar altında olunmasına rağmen dayanışma ve yoldaşlık bilinci inanılmazdı. Parti, sadece savaşı kazanmak için değil, yenisine neyi inşa edeceğini açıkça gösterdiği için bu denli mühimdir.

Nazi güçleri savaşları birer birer kaybettikçe kamplarda uygulanan şiddetin dozu da artıyordu. Artık sağlıklı gelen bir insanın bile bu şartlar altında hayta kalma süresi gittikçe kısalmıştı. Gizlice gelen zafer haberleri, kulaktan kulağa yayılarak kurtuluşa olan ümidi arttırıyordu. Şiddet daha da kontrolsüzce arttıkça kamp düzeni de SS’lerin elinden kayboluyordu. Son zamanlara kadar kendilerine zaferin yakın olduğu söyleniyordu ama artık kendileri de gerçeğin öyle olmadığını fark etmişti.

Ve kampın sorumlusu, SS’lerin bile çekindiği Komutan Gans, kampın tepesine beyaz bayrak çekip kaçıyordu. Uluslararası Komite, ardı ardına blok başkanları ve Kapoların (kamp görevlileri) öldürüldüğü haberini getiriyordu. Yaşamda, mücadelede inat edenler kavgasının meyvesini alıyordu. Fransızlar Marseillaise, İspanyollar Riego marşı ile selamlıyor özgürlüğü gözyaşları içinde. Özgürlük, bütün dillerde tek şiardı.

Kamp artık Müttefik devletler gözetimindeydi ama kampın işleyişinden sorumlu olan direniş komitesiydi. Hayatlarını adadıkları örgütlü yaşamın kazandırdıkları sayesinde SS’ler olmadan kampın bütün işleyişinin sürdürebiliyorlardı.

Hür yaşamın keyfini çıkaran bu on binlerce insan, yaşamlarını eylem insanlarına, bu savaşın temelini atan özverili çalışmalara borçluydu. Tanımadığımız, adlarını dahi bilmediğimiz sayısız eylemciye.  1941 Ekim ayında Nazi yollarını havaya uçuran maden işçilerine, 1 Mayıs 1942’de yoldaşları için kendini feda eden yirmi yaşındaki işçiye. Bizim özgür günlerimize kavuşma yolunda, 15-16 Haziran’da yolu gösterenlere, 1 Mayıs 1977’de yitirdiğimiz emekçilere, Gezi’de bütün kazandıklarımıza ve kaybettiklerimize borçlu olduğumuz gibi…

DAHA FAZLA