Faruk Duman: 'Deneme Amerika'yı yeniden keşfetmeye açık değildir'

Faruk Duman: 'Deneme Amerika'yı yeniden keşfetmeye açık değildir'

Faruk Duman’ın ikinci deneme kitabı Tom Sawyer’ın Kitap Okuduğu Kulübe, insanın ve dilin bürünebileceği bir çok kimliği kavrayarak; okuru, metinleri kendi yaşam deneyimiyle tamamladığı uzun ve keyifli bir zihinsel yolculuğa çağırıyor.

Bugüne kadar okurla buluşan deneme, öykü, roman gibi farklı türlerde yazmış olduğu eserlerle birçok edebiyat ödülünün de sahibi olan Faruk Duman ile okur, yazar, editör kimliğiyle deneme ve edebiyat üzerine konuştuk.

Edebiyat türleri içinde kendine yer bulamayan her metnin deneme olduğu yolunda yaygın bir kabul olduğunu görüyoruz. Size göre, gerçek bir denemenin alamet-i farikası nedir? Adına ‘deneme’ denmesi bile okurla mesafeyi biraz açıyor olabilir mi?

“Adı üstünde deneme” meselesine girmeyeyim ama denemenin öncelikle bir edebiyat metni olması lazım bana göre; şiir, öykü gibi bir tür. Türkiye’de bunu eleştiri, makale gibi görme eğilimi var ki, bu bence yanlıştır. Benim kafamda da böyle bir şey olsa yazmazdım, yazamazdım. Bir, eğitimimi bunun için yeterli bulmazdım; iki, sıkıcı bulurdum. O nedenle de hiç başlamazdım ama hem bizimkilerde, hem çeviri denemelerde benim aradığım, her zaman edebî tat olmuştur. Bir öykü okunurken insana nasıl haz veriyorsa iyi bir Calvino denemesi de o hazzı verir. Iyi deneme iyi düzeyde okurlar için olmazsa olmaz bir edebî türdür diye düşünüyorum. Şimdilerde kısa roman mı, novella mı, öykü mü, ne olduğu tam net olmayan metinlere anlatı deniyor ya... Denemenin tanımında da, daha doğrusu terimleştirilmesinde de öyle birşey düşünülmüş olabilir, çok araştırmış olduğum bir konu değil. Aslında çok önemli de değil nasıl oluştuğu, bir süre sonra söyleye söyleye, o tanımın kökenini artık düşünmüyoruz bile. Ama ilk örneklerden, Montaigne’den bugüne; metnin içeriğine, rengine baktığınızda öznellik-kişisellik yansıtan, estetik bir kurgusu olan bir türdü deneme. Tanımlama, terimleştirme zorluğu çekildiğinden böyle bir isim konulmuş olabilir. Nihayetinde bugün aslında denemeye deneme demiyor olsaydık, belki de anlatı deyip geçtiğimiz metinlere diyor olabilirdik.

'YAZMAYI EN SEVDİĞİM TÜR ÖYKÜ'

Edebiyatın içinde insanın ve dilin bürünebileceği bir çok kimliği kavrayan bir kitapla karşı karşıyayız. Okur, yazar, editör. Deneme, Öykü, Roman, Anı. Faruk Duman, en çok nerede durmayı seviyor?

Kendi gözümle biraz maymun iştahlı bir yazar olduğumu düşünüyorum. Geçenlerde Flaubert’de şöyle bir dipnota rastladım, bir dönem gerçekten Fransa’da yayınlanmış absürd konular üstüne çok ciddi başlık atılmış kitaplar var. Bugün ne yazarını, ne de ismini kimse bilir. Örneğin, göktaşlarının mantığı üzerine… Mesela bu bana çok eğlenceli geldi. Şimdi bunları yazma isteği var bende. Herhangi bir türle sınırlanmaması bana edebî ve çok çekici geliyor. Uzun yıllar itibarı ile ben aslında öykü ile uğraştım, bu biraz da ilk okumalarımın öykü olmasından kaynaklanıyor olabilir. Sait Faik’ler, Yaşar Kemal’ler, Orhan Kemal’ler… Bugün de benim için yazması en keyifli hissettiren tür öykü. Öykünün hikâye etme görevi vardır. O anlatım da size, örneğin lafı uzatma, imla hatası gibi bir serbestlik tanımıyor. Öykü tam anlamıyla bıçak sırtı bir tür. Yazmayı en sevdiğim tür oldu hep, insana kendini gerçekten yazar gibi hissettiriyor. Akademik alanlara girmek istemiyorum. Ama edebî haz aldığım her türü seviyorum. Denemeden aldığım edebî metnin hazzı; romandan aldığım, bir kenarda beklesin de uzun sürede oluştururum dediğim bir karakterin bana verdiği haz da büyük. Şunu kastettiğinizi de anlıyorum, bu denemelerin içinde yer yer anılar, eleştiriler de var. Onlar da bir miktar denemeyi derinleştirebilmek ve okunabilir kılmak için… Türkiye’de şöyle bir durum var, yazar öykü yazıyorsa ve diyelim ki iki öykü kitabı varsa, öykücü kabul ediliyor. Aynı şekilde roman yazıyorsa, farklı bir türü denediğinde sen romancı değil miydin deniyor. Ya da çok yazıyorsundur, çok yazıyor diyebiliyorlar. Bu olacak şey değil, ben garipsiyorum. Tabii ki iyi yazmak koşuluyla, yoksa iki kitap da yirmi kitap da yazsa matah değildir. Ben okurun önüne bir kitap koyuyorum, bunun bir düzeyi olmalı. Yazar  bunu diyebilmeli.

Okurdan Ne Bekleriz, metninin hemen ardından gelen Yazardan Ne Bekleriz metni, “Bu kuşkusuz öncekine göre daha çok, daha uzun uzadıya yanıtlanabilecek bir sorudur," cümlesiyle karşılıyor bizi. Bu neden böyledir? Yazarın yükü daha mı ağırdır?

Yine dün okuduğum kitaptan Suut Kemal’den örnek vereyim. Edebiyat tartışmaları kırklı ellili yıllardan bu yana değişmemiş. Diyor ki, popüler olan çok satıyor değersiz, değerli olan da ilgi görmüyor. Bugün ne konuşuyorsak aslında aynısı. Bana kalırsa her çağ için geçerli olan yazarın sorumluluk duymasıdır. Bir kere çok öznel, kendim için söyleyeyim, yazdığım bir metine hatır için çok güzel denmesi beni üzer. Sürekli çok iyi satıyorsun denmesi de... Edebiyatçı olduğum sürece beni ilgilendirmez de zaten. Ama, metnin edebiyat yönü-içeriğiyle ilgili şu nedenlerle ne güzel kurgu yapmışsın, denilse; ya da tam tersi kurgudaki hatayı bana söylese memnun olurum. Edebiyatçı refleksi biraz böyle bir şey. Bizim edebiyatçıdan beklediğimiz budur. Bu neye yarar derseniz, bize suyu bol bir çorba yerine gerçekten yemek veriyor deriz. Bir yazar çok büyük kitleler bunu alsın diye düşünüyorsa, onların ne sevdiğine bakacaktır. Ama onlara kendisinin içinden çıktığı gerçek bir eser vermek istiyorsa dönüp kendisine bakacaktır. Bunun karşıtını düşünürsek, aslında okurun da beklediğinin bu olması gerekir.

'EDEBİ ESER İÇİN TEK BİR ANLAM TARİF EDİLEMEZ...'

“Yapıt yazarın yaşamının içinden doğar”, “…yazarın yeri sonunda denizsiz bir adadır” dediğiniz Kendinden Bir Parça’da; gerçek olanla kurmaca arasındaki çelişkiyi yaratanın da ağırlıkla okur olduğundan bahsediyorsunuz. Okurun, yazarı yazdığı metinle bir görmesi ve/veya bu gerçeklik üzerine kendi hayalini kurma gayreti Okumak’ta bahsedilen iyi edebiyatın sakladığı meyveyi de bulamaması olarak görülebilir mi? Yazma ve okuma niyetlerinin ayrılığı okurla yazar arasında bir mesele midir, yazarla yapıt arasındaki ilişkiyi etkiler mi ?

Çok karşılaştığım bir şey var; okur, öyküyü ya da romanı okuyup anlamadım diyebiliyor bazen. Bu yanlış ve aslında haksız bir ifade. Okuma yazma bilen birinin herhangi bir edebiyat metnini anlamaması bana göre mümkün değil. Nitekim nasıl tek tip okur tarif edemiyorsak, öykü ve roman için de tek bir anlam tarif edemeyiz. Aslında çok eskiden beri söylenegelen hep aynı sorunla karşılaşıyoruz. Bir kitabı okuduğum zaman ben onu somut bir şekilde bütünüyle tasvir edebiliyorum. Steinbeck’i okurken okuma süresinin belki yarısında kendi hayatımı düşünmüş olduğumu farkediyorum. Edebiyat okumak budur. Buradan aldığım edebiyatın hazzıdır. O bir düşünme metni değil ki, bize bir şey öğretsin. Edebiyatın özgürlüğü şurada aslında, diyelim ki uyumadan önce okumuşsam kitabın son iki sayfasını hatırlamayabilirim, buna rağmen o süreçte o metin bana okuma hazzını verdiyse edebiyatın işi budur. İnce Memed dağa gittiyse ne oldu? Bize ne? Zaten onu bize bırakmış, atına bindi ve gitti diyor, o gitti iki saat sonra orada bir ışık parladı… Bu kadar anlatıyor. Önemli olan o metni okurken benim ne anladığım. Okuyucu oradaki ben diyen anlatıcıyla yazarı bir tutabilir, ben de İnce Memed’i okurken Yaşar Kemal’i gözümün önüne getirmişimdir. Yaşar Kemal’in böyle bir kastı olmadığından da eminiz. Herkes için böyle midir bilmiyorum ama çoğumuzda sanırım vardır, o atmosfere girmek... Orada bir şey olmak zorunda da değil, mesela Jack London  okurken o ormanlara girip çıkmak… Küçüklükten hatırlıyorum, bu kitapları okurken fener alıp battaniye altında, sanki ormandaymışım gibi düşünürdüm. Yazılanları yorumlamak da önemli. Adam niye böcek oldu, yoksa ben de mi öyleyim. Bunu yaptığınız zaman esere girmiş oluyorsunuz. Biraz da bizim eğitim sistemimizden kaynaklanan bir sorun var. Yazar ne demek istiyor meselesi, o söyleyememiş biz söyleyelim demek gibi bir şey. İlla ne söylüyorsa hepsini anlayalım düşüncesine katılmıyorum, ben hiç istemem bunu. Ben yazarlığı da okurluğum gibi yaşamayı seviyorum. Baştan ne yazacağını bilerek yazanlar var. En başında planlamıştır, şu kadar sayfa olacak, şöyle ilerleyecek… Sonunda ne olacağı kafasında bellidir. Kurgu yaptığınız için bir noktadan sonra nereye gittiğini zaten bileceksiniz ama ben de bir atmosfer yaratayım ve aslında yazarken öğreneyim.

'TOPLUM 80'DEN SONRA KÖYLÜLEŞTİRİLDİ'

“Germinal” metninde emek mücadelesine dair gözlemlerden sonra kadın hakları, çevre ve laiklikle ilgili toplumsal kavgalara dair tespitler var ve metin, ülkenin ahvaline ilişkin ne düşünmemiz gerektiği sorusuyla sonlanıyor. Buradan hareketle, düşünmeyi ve sorgulamayı tetikleyen, emek isteyen bir tür olduğu için mi deneme, bizim topraklarda görece az ilgi görüp, daha az okunur?

Deneme dediğimiz zaman özel bir alana giriyoruz. Türkiye’de insanlara roman ve öykü okutmak zaten zor. 77 milyonluk ülkede, bir kitabı bin basıyorsunuz, çok acınası birşey. Gittiğimiz etkinliklerde özellikle gençlerle konuşurken, roman için “başkalarının kurduğu hayallerden bana ne, onu ben de yaparım” dediklerini duyuyoruz. Roman çok popüler bir şey… Deneme bundan da daha özel bir ilgi alanı… Örneğin ben Nurullah Ataç’ın ne yazdığını merak ederim ama şöyle düşünüyorum, o dönem çıkmış eserler hakkında düşüncelerini yazmış, çok ayrıntılı bir merak bu, benim hoşuma gidiyor. Toplum olarak düşünmeyi sevmediğimize inanmıyorum, elbette netice itibarı ile öyledir ama biraz eğitim sistemi, biraz da politik yollarla bu hâle getirilmiş. Ben 80’den sonra bile isteye politik anlamda planlı bir şekilde toplumun köylüleştirildiğini düşünüyorum. Bir profesör çıkıp, halkın cahil olması daha iyidir, diyebiliyor. Pek çok liseye söyleşiye gidiyoruz. Bu bir buluşmalık deneyimlerde müthiş sorular geliyor. Ben denemeyle tanıştırıldıklarında çok seveceklerini düşünüyorum. Biz nasıl ilgi duyuyorsak gençlerden de çok ilgi duyacaklar çıkacaktır. Gençler çağdaş edebiyatla, nitelikli edebiyatla tanıştırılmıyorlar. Deneme okumayıp roman mı okuyor sanki? Çocuklar arası bir öykü yarışması düzenledik, orada bir metin verip devamını siz yazın diyoruz. Yüzlerce öykü geldi, neredeyse hepsi fantastik, bilim kurgu. Gerçekten çok güzel şeyler yazmışlar. Dil, imlâ, kurgu yönünden güzel yazılar. Ama neden o türe ilgi duyuyorlar; çünkü onu görüyorlar, bombardıman altındalar.

Diğer türlere göre biraz daha fazla tecrübe istediği için, deneme yazmanın yaşı vardır diyebilir miyiz?

Elbette var, dediğiniz gibi deneyim-birikim, bunlar kolay elde edilen şeyler değil. Öykü, roman kurgusunu birtakım kurslara giderek belli bir düzeyde alabilirsiniz, en azından teknik anlamda ama bir Flaubert’in dipnotuna dikkat etmeyi 20 yaşında öğrenemezsiniz. Deneme, Amerika’yı yeniden keşfetmeye açık değildir. Bir deneme okuru ne bekler? Özel, özgün bir laf, değişik bir yorum duymak ister. Herkesin bildiği bir düşünceyi denemede yazamazsınız.

ARAPÇA SÖZLÜKTEN KELİME BEĞENİP ŞİİR YAZANLAR...

Satır aralarında bizden, “Anayurt Oteli”, “Aylak Adam” gibi, dünyadan “Kendine Ait bir Oda”, “Küçük Prens” gibi kült sayılabilecek ve "sözde" tartışılmaz eserler hakkında ezber bozan, aykırı okuma deneyimleri var. Yine alışıldığın dışında, nispeten gölgede kalmış, Yaşar Kemal'in “Kimsecikler”i ya da İnan Çetin kitaplarına gönderilen selamlar var. Bu bağlamda Türk Edebiyatında eleştirinin zaafiyetinden bahsedebilir miyiz? Eleştiri kurumu görevini sizce yeterince yerine getiriyor mu?

Türkiye’de belli bir döneme kadar, diyelim Ataç’lar Fethi Naci’ler zamanında eleştirmen, romanların veya öykülerin beğenmediği yanlarını da yazıyordu ama son yirmi-yirmi beş yıldır bu yapılmıyor. Eleştirinin tarzıyla ilgili bazı değişiklikler olduğu düşünülüyor olabilir... Zannediliyor ki bir roman hakkında olumsuz birşey söylemek kasıtlıdır, ki böyle şeyler de olabiliyor ama bunun zaten  olmaması gerekir, benim sana ne düşmanlığım olabilir. Türkiye’de herhangi bir eserle ilgili birisi küçücük olumsuz bir şey söylese ona karşı bir tepki oluşuyor. Bu sadece edebiyat alanıyla sınırlı da değil, onun dışında da genel anlamda ülkenin entelektüel ortamının son yirmi otuz yılda ciddi anlamda hastalanmış olmasıyla ilgili. Eleştirmen aslında bir düşünce insanıdır, o düşüncesini söyleyebilmek somutlaştırabilmek için bir esere ihtiyaç duyar. Fethi Naci’nin zaman zaman yaptığı gibi, alır Yaşar Kemal’in kitabını, bize 50’lerin Türkiye’sini anlatır. Bence ağırlığın da zaten orada olması gerekir. Bu, Yaşar Kemal’i övmek anlamına gelmeyeceği gibi olumsuzlaması durumunda edebî olarak o kitabın  kötü olduğu anlamına da gelmez. Salt çözümleme de yapabilir; o kitapla, o yazarla uğraşabilir. Benim gördüğüm, kimse o alana girmiyor. Dergilerde yayınlanan yazılar genelde kitap tanıtımı oluyor. Ya kitaba niyetli saldırı ya da hiçbir derinliği olmayan övgü yazıları arasında sıkışıp kalıyoruz. Diyelim ki Anayurt Oteli’ni okuyoruz. Öykünün iç mantığıyla yurtdışında yazılan ilişkili metinleri kimse ele almayacak mı? Ben de kitapta bir paragrafta buna değindim. Örneğin Küçük Prens…Ben bu kadar abartılmış bir eser görmedim. Ya da Oğuz Atay… Oğuz Atay’ı seversiniz sevmezsiniz, mesele bu değil ama edebiyatımızda bu ölçüde başka yazar yoktur diyemezsiniz, bu altı dolu olmayan bir yorum. Tanzimat döneminde Fecr-i Ati’ci Servet-i Fünun’cu yazar ve şairlerin tavrıyla ilgili de şöyle bir şey vardır… Açıyor Arapça sözlüğü, içinden güzel bir kelime seçiyor, o kelimeyle yazıyor şiiri, normalde önce düşünce oluşmalı. Ya da günümüzde, yazar bir kavram duyuyor ve onu kullanmak için kitap yazıyor. Örneğin ötekileştirme… Kimi seçeyim, Oğuz Atay’ı; kimi seçeyim, Hasan Ali Toptaş’ı. O kavramlar da çoğunlukla ithal.

Deneme diye ele aldığımız kitap, kimi noktalarda, usta bir kalemin yazı dersine dönüşüyor.  Kitabın ilk satırları, bir yönüyle de, Çocuk Edebiyatı ile uğraşmak isteyenlerin tekrar tekrar okuması gereken bir metne dönüşüyor. Yine mesela Çocukluğa Özlem metni, "Ne mutlu yazdığından emin yazara. Ama ben değilim," diye sonlanıyor. Olmamışlık hissi her daim besleyici midir edebiyatta?

O biraz da sürekli öğrencilik halinden kaynaklanıyor. Yazabileceğin en iyi şeyi yazdığını düşünüyorsan sonrası çok heyecan verici gelmiyor bana açıkçası. Yazmışım artık. Bir de bu genel bir psikolojik hâl alır, karaktere dönüşürse, ben usta bir yazarım, ustayı geç, ben artık bir yazarım, ben artık olduma dönüşürse, işte o zaman körleşme başlıyor.  Heyecan, o amatör ruh kalmıyor.  Artık yaptığın hatayı da görmeme hâli başlıyor. Tersine, her zaman bir yenilik, daha iyi bir metin yazma isteği açısından amatör ruhumuz varsa, kendimizi en azından bulunduğumuz yerde tutabiliriz. Bu yarış gibi de algılanmasın, zihinsel açıdan belli bir noktada kalabiliriz. Elbette yazmayı seviyorum hepimiz gibi, bu işe hayatımı adamışım, yazdığım şey heyecan versin. Ama yazarın motivasyonunu sağlayacak şey bence, her zaman daha iyisini yapabilme şansını kendinde bulma hissiyatı. Atölyelerde de tavsiyemdir yazıyla uğraşanlara. Şu anda yazıyla uğraşan hiç kimse Balzac ya da Flaubert olmayacak. Edebiyat bizim uğraşımız, gönül verdiğimiz. Benim kendimi gördüğüm yer orası. Bir yerde Althusser söylüyor -aslında felsefe için ama edebiyatta da geçerli bence- teknik meseleleri hallettikten sonra, gerisi konusunda beklemekten başka yapacağınız hiçbir şey yok.

Coğrafya kaderdir, derler ya... Faruk Duman'ın beslendiği coğrafyanın, özellikle de Kars'ın seslerini duyuyoruz hep kitapta. Sizce, kaz eti yemekle kebap yemek, ya da imbatta serinlemekle bozkır yeline bağrını açmak yazarı farklı metinlere mi savurur illa ki; yoksa edebiyat, bir yerde  dön dolaş bizi bir şekilde buluşturur mu?

Duyumsamayla ilgili birşey olduğunu zannediyorum. Yaşar Kemal’in Toroslar’ın dışına çıktığı, İstanbul’u anlattığı  romanları bana ilk romanların tadını vermemiştir. Coğrafya aslında tırnak içinde kullanılması gereken bir şeydir.  Orhan Kemal’in coğrafyası İstanbul değildir, ama İstanbul’u anlatır; aslında coğrafyası emekçi halktır. Yirmi senedir İstanbul’da yaşıyorsun bir kere de İstanbul’u yaz diyorlar bana da. Ama ben İstanbul’u duyumsamıyorum ki yazabileyim. Benim hissettiğim, elimden gelen, yazarken; Kars, doğa,  hayvanlar… Ben insanı bunlar yoluyla  anlatabiliyorum, onu böyle tanıyorum. Ne zaman başka bir alana, başka bir öyküye girişsem daha başlarken bana başarısız geliyor. Yazarın kendi duyumsama alanının dışında bir şey yazması gibi bir mecburiyet yoktur. Ben kendime hangi coğrafyada daha çok güveniyorum, kendimi daha iyi hissediyorum… Yazarın metinle arasındaki güven duygusu önemli.

GDO'LU EDEBİYAT

“Uçakla bir buçuk saat, trenle Foucault sarkacı” diye biten Tren’de, eski uzun ve yorucu yolculukların insan zihnini nasıl zenginleştirdiği vurgusu okuru metinden sonraya devam edecek bir zihinsel yolculuğa çağırıyor. Artık yeter dediğiniz, bugünün hız düşkünlüğü ve herşeyin süratle tüketilmesi yaşamın bütün alanlarına bir biçimde değiyor. Bundan edebiyatın payına ne düşüyor sizce?

Zayıflıyor edebiyat. Daha önceki deneme kitabımda Gdo’lu edebiyat diye bir yazı yazdım. Elbette her zaman, edebiyatla, metnin değeriyle ilgilenen bir edebiyat çevresi olacak ama çok hızlı, çok pazara ve okurun taleplerine yönelik, ki o piyasa dediğimiz şeyde çok bağımlı eserler yazılıyor. Bunu yayınlanan kitaplar kadar, dergicilikte de görüyoruz. Esas kötü olan yaşamdaki hızın ve yoğunlaşmanın, kalabalıklaşmanın, yavaş metinlerin azalmasına yol açması. İyi edebiyatçı illa hızlı yazmamalıdır demiyorum ama bence okuru yavaş okumaya zorlayan, yazarının da yavaş yazdığı metni biz hissederiz. Ayrıca hız sadece, metnin hızlı ya da yavaş olması diye de yorumlanamaz. Bir de fikirlerin kolay kabul edilmesi meselesi var. Güncel bir kavram üzerine yazar kendini yazmak zorunda hisediyor, sanki yeni bir fikir karşısında söz alması lazımmış gibi, bu da aslında hıza dahil. Buna katıldığınız zaman  üzerine pek düşünmediğiniz bir şey hakında söz almış oluyorsunuz, ki çok kısa sürede yanıldığınızı da görebilirsiniz. Dışarının hızıyla akan  hayatın edebiyata yansıması gibi.

Deneme metinlerinin başlıkları neden daha yaratıcı olmaz? Denemede başlık hep, konunun öznesi mi olmalıdır?

Aslında denemeyi daha akademik metinlerden ayıracaksak, o ayrım biraz başlıkta da gerekir bize. Zaten belirli bir okuru yok bunun, talep eden yok, bir de bunu edebiyatın dışında bir şeymiş gibi, ciddi başlıklarla sunarsak olumsuz bir algı yaratırız. Daha edebiyata dair, özgür ve özgün başlıklar olmalı.

Camus’nün benim vatanım fransızca, demesi gibi birçok denemenin satır arasında türkçeyi çokça dert edinen bir yazarla karşı karşıyayız. Faruk Duman özelinde bu yazar-dil ilişkisinin adını, tam olarak nasıl koymak gerekir ?

Doğru söylemiş Camus. Anadil insanın kimliğini oluşturur. İkincisi, dil edebiyatın malzemesidir; dolayısıyla iyi kullanacaksın, o malzemeyle neler yapabileceğini göstereceksin.  “Bir gecede gelip dilimizi değiştirdiler”, diyenler var bir tarafta, ki  böyle bir şey de yok. Daha Atatürk doğmadan aydınlar birbiri arasında bunu tartışmaya başlamışlar. İlk gazetelerin çıkmasına dayanıyor, çünkü sen o gazeteyi İstanbul’da okurken İzmit’teki  okuyamıyor. Sanki ortada bir tarih yokmuş, hiçbirimizin de olup bitenlerden haberi yokmuş gibi davranmalarına kızıyorum.  Yazarın dili iyi kullanması ve dile sahip çıkması önemli. Hiçbir dil öbüründen üstün değil elbette ama günlük konuşmayı duymanın kendini o toprağa ait hissetmekte önemli olduğunu düşünüyorum. Demir Özlü anlatmıştı bir gün. Yirmi yıl sürgünden sonra memlekete döndüğünde,  vapurdan inip dolmuşa biniyor. “İki kişi”,  “uzatır mısınız” , “müsait bir yerde”, gibi lafları duyunca, dolmuşun içinde hüngür hüngür ağladım demişti. Bunun gibi bir şey.  

Denizi, o tarihe kadar görmemiş Faruk Duman'ın yazdığı Piri, hayal gücünün özgürlüğünde gezdiyor bizi. Rüyada görülen asansörün sonsuzluğu gibi, hayal edilen deniz ve o deniz üzerine kurulan metin, okuru daha özgür bir yere mi iletir? Metine ne şekilde yansır, bir şekilde gerçeğe dönmek zorunda mıdır metin?

Evet, ikisi de geçerli. Benim ilk romanım Piri. Orada anlattığım şey tamamen doğru. Romanın ilk kelimesinin ‘eğlen’ olması da şuradan geliyor.  Öyle bir metin yazacağım ki türünün ne olduğunu bilmeyeceğiz diye düşünmüştüm. “Eğlen” komutu ordan geliyor, kendime yazmıştım. Piri’nin yazarının kendine söylediği, bütün romandaki hiçbir kelimeyle ilgisi olmayan bir şey. Benim için çok hoş bir deneyim olmuştu. Yazarın kendine sansür uygulamasının ne kadar kötü bir şey olduğunu da o zaman anladım. Meğer o, ‘ne derler’ meselesini, evvelce yazdığım  öykülerde dert etmişim... Öyle devam etseydim, edebiyattan haz duymayı yitirecektim belki de… Bu metni anlamadık, gibi yorumlar da geldi; bu aslında öykü, bu aslında şiir diyen okurlar oldu. Ben 23-24 yaşına kadar denizi görmedim, havuza girmişliğim dahi yoktu. Bunu bir söyleşide söylediğimde küsen okurlar oldu, halbuki denizi ne güzel anlatmışsınız, oysa görmemişsiniz bile dediler, gözlerinden düştüm.

'YAŞAR KEMAL'DEN DAHA VERİMLİ BİR KONU BULAMAZSINIZ'

İnsanın kendi korkularıyla ilişkisi kitap bütününde önemli temalardan. Masalları korku yoluyla üreten insanın aynı zamanda şiddeti de ölçüsüz korkusundan ürettiğini söylüyorsunuz. Örneğin Leopar’da, insanın kendi korkularıyla canavar imgesine hapsettiklerine uyguladığı şiddetin yanına ‘seviyordum öldürdüm’e kurban edilen kadınları da koyuyorsunuz. Bu manzarayı “kime umut verebilir ki” sorusundan kurtaracak cevaba edebiyat müdahil olmalı mı , özellikle yakın dönem edebiyatı bundan neden uzak duruyor? Taşra metninde de yarı aydın eleştirinize tanık oluyoruz. Bu bağlamda memleketin, sanatın, edebiyatın geleceğine dair umut var mı?

Edebiyat metinlerinde ümitsizlik diz boyu. Bir kere çok fazla benzer temalar, insanı aşağılayan hor gören, insan sevmez, insanla doğayla ilişki kuramayan metinler var… Doğayı bilmeyen insanın bunları anlamayacağını ve göremeyeceğini düşünüyorum. Doğayı bilmiyorsanız, kırsal kesimde işlenmiş bir kadın cinayetinin, o cinayeti işleyen sınıfla ilişkili değil de, bunun bir sistem meselesi olduğunu çözmeniz zordur. Orada bir cinayet işlendiğinde, ‘işte insan bu’ diyor, halbuki kendisi de insan. Ya da yazarın taşraya bakışına döndüğümüzde, ona acıdığını görüyoruz. Aydın kibiri bu, ‘Allah’tan buralarda yaşamıyorum’ demek aslında. Edebiyat metinlerinde bu anlamda ben pek ümit görmüyorum.

Yaşar Kemal üzerine kaleme alınan deneme, kitaptaki en uzun metin. Yazarın üslubunun denemeyi de tetiklediği gibi bir sav, çok mu zorlama olur?

Bir kitap ya da yazar, denemeci için aslında malzeme. Yaşar Kemal benim, hemen her yazdığını okuduğum, çok sevdiğim bir yazar. Bir fırsat bulup da söyleyemeye yetişemediğim şeyler var kitapta… Parça parça yazdıklarımı birleştirdim aslında. Buraya aldığım, tabii ki çok sınırlı; bir gün, başlı başına bir Yaşar Kemal kitabı yazmak isterim. Söylediğiniz şu yanıyla doğru, Yaşar Kemal’den daha verimli bir konu bulamazsınız.

Okuru oyalamayan metnin zaman hırsızı olduğu, ya da yazınsal açıdan öykü kahramanının davranışlarının nedenlerin açıklanmadan bırakılmasının aslında o öykünün zenginliği olduğu gibi ifadeler yazar olarak bakış açınızın farklılığını yansıtıyor. Bir kitabın basımına karar verme sürecinde editör kimliğinizle de böyle mi?

İlk kitabım 97’de yayınlandı.  Dolayısıyla yazarlığım editörlüğümden önce geliyor. Editörlüğe başladığımda ilk yıllarda bu anlamda çok zorlandım. Benim kişisel olarak sevmem mi lazım, yoksa metine üçüncü kişi gibi mi bakmalıyım? Erdal Abi ile çok konuşuyorduk bunları. İki üç sene sürdü arayışım. Sonuçta bunu iş olarak görmek gerekiyor. Yeni bir öykücünün kitabını basacaksak; daha önce yayınladıklarımızın tekrarı olmamasına, kendine has bir üslûbu olmasına dikkat ediyoruz. Bu bizim hoşlandığımız tarz olmak zorunda değil. Bizim yayıncı kimliğimizle, bütün edebiyat anlayışlarına açık olmamız lazım.

DAHA FAZLA