Friedrich Engels’ten Toplumsal Cinayet’e Dair
"Hiç kimse. Kişi, bugün bir şeylere sahip olmasının ve yarın bir şeylere sahip olup olmayacağının kendisine bağlı olmadığının farkında. Esen her esintinin, işverenin her kaprisinin, ticaretin her kötü yönünün, kendisini geçici olarak kurtardığı ve başını suyun yukarısında tutmanın zor ve çoğunlukla imkânsız olduğu şiddetli girdaba geri savrulabileceğinin farkında. Bugün yaşama imkanına sahip olsa da yarının bir muamma olduğunun farkında…"
Yazar: Friedrich Engels
Çeviren: Selin Yegin
Londra gibi sonun başlangıcına varmadan, kırsalın yakınlarda olduğuna dair en ufak bir emare görmeden saatlerce yürüyüş yapabileceğiniz kentler olması garip. Bu muazzam merkezileşme ve iki buçuk milyon insanın bir noktada bir araya gelmesi, bu iki buçuk milyonun gücünü yüz kat artırdı; Londra’nın dünyanın ticari merkezi olmasına yol açtı, devasa rıhtımlar yarattı ve Thames Nehri’nden devamlı bir şekilde geçen binlerce gemiyi bir araya getirdi.
Thames Nehri’nin sunduğu, denizden Londra Köprüsü’ne uzanan manzaradan daha etkileyici bir şey bilmiyorum. Binaların gövdeleri, her iki tarafta da bulunan ama özellikle Woolwich’ten yukarı doğru uzanan rıhtımlar, her iki kıyı boyunca uzanıp ortada vapurların art arda geçtiği dar bir açıklık kalana kadar tüm nehri dolduran sayısız gemi, bütün bunlar o kadar muazzam ve o kadar etkileyici ki insan daha İngiliz toprağına ayak basmadan İngiltere’nin ihtişamı karşısında kendini kaybeder.
Ancak, bütün bunların mâl olduğu fedakarlıklar daha sonralarda ortaya çıkar. İnsan kargaşası ve sonu gelmeyen araç kuyruklarının arasından zorlukla ilerleyerek başkentin sokaklarında bir iki gün dolanıp gecekondularını ziyaret ettikten sonra insan, ilk defa, bu Londralıların şehirlerini dolduran tüm medeniyet harikalarını ortaya çıkarmak için insan doğasının en iyi özelliklerini feda etmeye mecbur bırakıldıklarını fark ediyor; kendi içlerinde uyuyan yüzlerce gücün etkisiz kaldığı, birkaçı daha eksiksiz bir şekilde gelişebilsin ve diğerleriyle birleşerek çoğalabilsin diye bastırıldıkları görülüyor. Sokaklardaki kargaşada itici, insan doğasına aykırı bir şeyler var. Yüzbinlerce sınıf ve rütbe birbirlerinin yanından geçip gidiyor; hepsi aynı niteliklere, güçlere sahip ve de mutlu olmayı isteyen insanlar değiller mi? Ve sonunda hepsi de mutluluğu aynı şekilde, aynı yollarla aramadılar mı?
Yine de hala yığınlar halinde birbirlerinin yanından sanki hiç alakaları yokmuş, hiç ortak noktaları yokmuş gibi geçip gidiyorlar. Aralarındaki tek uzlaşma da kalabalığın oluşturduğu zıt akıntıların gecikme yaşatmaması için her birinin kaldırımın kendi tarafında kaldığı, birbirinin yüzüne bakmanın hiçbirinin aklına gelmediği zımnî bir uzlaşmadır. Bu bireyler sınırlı bir alanda bir araya geldikçe acımasız umursamazlık, her birinin özel çıkarları doğrultusunda kendilerini duygularından soyutlamaları, onları daha itici ve saldırgan hale getirir.
Ve kişi bireyin bu soyutlamasının, bu dar görüşlü bencilliğin her yerde toplumumuzun temel ilkesi olduğunu fark etse de etmese de bu hiçbir yerde büyük şehrin kalabalığında olduğu gibi bu kadar bariz ve bilinçli olmaz. İnsanlığın, atomlar dünyasında her birinin ayrı bir ilkesi olan zerrelere ayrılması, burada son derece uç noktaya kadar gerçekleşir.
Dolayısıyla, herkesin herkese karşı savaşı, yani toplumsal savaş, burada açık bir şekilde ilan edilir. Stirner’in son kitabında [Biricik ve Mülkiyeti] olduğu gibi insanlar birbirlerini yalnızca işe yarar nesneler olarak görürler; her biri bir diğerini kendi çıkarı için kullanır ve tüm bunların sonunda, güçlü olanın daha zayıfı ayaklar altına alması vardır; güçlü bir azınlık olan kapitalistler de her şeye kendileri için el koyarlarken, güçsüz çoğunluk olan yoksullara neredeyse yalın bir varoluştan başka bir şey kalmaz.
Londra için geçerli olan her şey Manchester, Birmingham, Leeds ve diğer tüm büyük kentler için de geçerlidir. Her yerde insanlık dışı umursamazlık, bir yanda şiddetli bencillik, diğer yanda tarifsiz sefalet, her yerde toplumsal savaş, her bir insanın evi kuşatma altında, her yerde kanun koruması altında karşılıklı yağma var. Ve bütün bunlar o kadar utanmaz, o kadar açık bir şekilde kabul ediliyor ki kişi toplumsal durumun kendini burada açıkça gösteren sonuçları karşısında siner ve kendisine yalnızca tüm bu akıl dışı dokunun nasıl hala tek parça kalabildiğine şaşırmak kalır.
Geçim ve üretim araçlarının doğrudan veya dolaylı yoldan kontrolü olan sermaye, bu toplumsal savaşın sürdürüldüğü silah olduğu için böyle bir durumun tüm dezavantajlarının fakirleri vuracağı açıktır. Onun hiçbir insan için en ufak bir endişesi yoktur. Kişi, girdaba yakalandığında elinden geldiği kadar mücadele etmelidir. Eğer iş bulma mutluluğuna erişirse, yani, eğer burjuvazi onun aracılığıyla zenginleşme lütfunda bulunursa, kişiyi, bedenini ve ruhunu bir arada tutmaya pek de yetmeyen maaş bekler. Kişi, eğer hiçbir işi olmazsa ve de polisten korkmuyorsa çalmaya yönelebilir, ya da açlıktan ölebilir, ki o durumda polis onun bunu sessizce ve sorun çıkarmadan yapmasını sağlayacaktır.
İngiltere’de kaldığım süre boyunca, en az yirmi ya da otuz kişi en iğrenç koşullar altında basit bir açlık durumundan ölüyordu ve bu konudaki bariz gerçeği söyleme cesaretine sahip bir jüri nadiren bulunmaktaydı. Tanıkların ifadeleri asla bu kadar açık ve net olmasın. Jüriyi oluşturan burjuvazi daima korkunç kararın ilanından kaçacak bir arka kapı bulur; açlıktan ölüm. Bu durumlarda burjuvazi, gerçeği söylemeye cesaret edemez çünkü böyle bir şey yaparsa kendisini suçlu bulması gerekir. Ancak doğrudan olduğundan çok dolaylı yoldan çoğu kişi açlıktan ölmüştür; süregelen uygun beslenme eksikliği ölümcül hastalıklara yol açmış, başka türlü ortaya çıkmayacak semptomlar dermansızlık yüzünden ciddi hastalıklar ve ölümle sonuçlanmıştır. İngiliz işçiler bu duruma ‘toplumsal cinayet’ diyorlar ve tüm toplumumuzu bu suçu devamlı olarak işlemekle suçluyorlar. Haksızlar mı?
Doğru, açlıktan ölenler yalnızca bireylerdir ancak bir işçinin yarın da sıranın ona gelmeyeceğine dair ne gibi bir güvencesi vardır? Herhangi bir sebepten veya hiçbir sebep olmaksızın efendisi ve ustası onu yarın işten atarsa kim ona iş garantisi verir, kim ona ‘ekmek verecek’ başka birini bulana kadar kendisine muhtaç olanlarla beraber mücadele edebileceğine kefil olur? Çalışma isteğinin iş bulmada yeterli olacağının, dürüstlüğün, çalışkanlığın, tutumluluğun ve burjuvazinin önerdiği diğer erdemlerin kişiyi gerçekten mutluluğa götürdüğünü kim garanti edebilir?
Hiç kimse. Kişi, bugün bir şeylere sahip olmasının ve yarın bir şeylere sahip olup olmayacağının kendisine bağlı olmadığının farkında. Esen her esintinin, işverenin her kaprisinin, ticaretin her kötü yönünün, kendisini geçici olarak kurtardığı ve başını suyun yukarısında tutmanın zor ve çoğunlukla imkânsız olduğu şiddetli girdaba geri savrulabileceğinin farkında. Bugün yaşama imkanına sahip olsa da yarının bir muamma olduğunun farkında…
Kaynak: Tribune