Doğru yere çağırınca gelen çok oluyormuş!
Nereden çıktı bunca direnişçi? Neyse döndüler evlerine. Gezi, bizim safta hazırlıksız yakalayan, foya meydana çıkaran, bu nedenle içgüdüsel olarak hor görülen bir olgu. Siz bakmayın selam duranlara, ilk fırsatta arkasından nasıl teneke çaldıklarını bilen biliyor.
Genç yoldaşlarımız açısından ise “abilerinin, ablalarının” neyi yanlış yaptığını ortaya çıkarıp tekrarında devralmaya çalıştıkları sosyalist mücadele mirasıyla buluşturulması gereken bir gerçek. Bu seferki kuşak çatışması çok daha verimli olacağa benzer!
Düzen cephesine dönersek, Haziran 2013 başladığı gün korku dağları sarmıştı. Hâlâ aynı dozda titreme gözlüyoruz. Paralel provokasyonu, gezici patronların desteği, AKP’ye karşı türlü komplo senaryoları… Tüm bunların mezarlıkta ıslık olduğunu, bunları yazanlar bizden daha iyi bilmektedir.
Gezi öyle büyük bir korkudur ki, her yere AVM yapan iktidar, eski rejimin göbeğine aradan geçen bunca yılda hâlâ AVM dikememiştir. Bunun hıncıyla Taksim ve çevresi hâlâ savaştan çıkmış gibidir. Uzun yıllardır inşaat alanıdır.
Gezi hıncıyla her heykel, her konser, her duvar resmi, her dans, her özgürlük şarkısı bunların korkusu haline gelmiştir. Gezi korkusu AKP’yi IŞİD safına daha fazla yanaştırmış, bu uğurda ağa babaları ABD ile bile papaz (pardon imam) olmasına yol açmıştır.
Öyle korktular ki Gezi’yi bitirmek için Kürt sorununu harlamayı tercih ettiler. Rojova direnişini, Esad’ın ayakta kalışını, Hizbullah ve Rusya’nın barbarlığa ve yıkıma karşı desteğini kendi zihniyetlerine meydan okuma saydılar. Bir burjuva devletin kendi kasabalarını, kentlerini bombalaması tablosunu Franco rejiminden 79 yıl sonra bir kez daha tekrarlamaktan çekinmediler. Kürt halkının ortak bir cumhuriyet altında yaşama isteğini baltalayacak her şeyi yapmayı kendi kurtuluşları saydılar. Memleketi yakarız, mezhepçilikten, cumhuriyet düşmanlığından, yağmadan, komisyondan vazgeçmeyiz dediler.
SORUN KİTLELERİN SAFLIĞI MIYMIŞ?
Gezi’ye verilen bu uzun arada Kürt sorununun yeniden iç savaş tablosuna bürünmesi dışında başka şeyler de var. Bunlardan en önemlisi Gezi’de eksik olan işyeri bacağının ve mavi yakalı işçilerin hâlâ eksik olması. Bu eksiği tamamlamakla işçi sınıfını, beyaz yakalılarla birlikte örgütlenmeye ikna etmek bir ve aynı şey. Bugüne kadar örgütlenenlerin bir şey kazandıklarını görmediklerinden veya belki farkına varmadıklarından, örgütlenince ne kazanacaklarının gösterilmesini bekliyorlar.
İkincisi sıcak günlerde sürekliliği sağlayan sokak dinamiğinin yerine, onun gibi bir işlev görecek bir şeyin koyulamamış olması. Unutmayalım, sokağın sağladığı süreklilikte bir saflık vardı. Bu kadar büyük kalabalık, rejimi değiştirir, en azından onu daha fazla özgürlük vermeye ikna ederdi, etmeliydi. Faşistleşen düzenin ne zaman geri çekilmek zorunda kalacağını biz sosyalistler iyi biliriz. Ama bunu anlatabileceğimiz, daha doğrusu gösterebileceğimiz gücümüz olmadan geldik 2013’e.
RTE kendi yüzde 50’sini kalabalığın karşısına dikmekle tehdit ettiği günler, Türkiye tarihinin en büyük kitlelerinin rejimi değiştirmek için yeterli olmayacağına kanaat getirdiği günlerdi, ilk günler değil.
Fransa’da görüyoruz. Bunun adı sınıf savaşı, ancak gazete dağıttırmazsanız, uçak uçurtmazsanız, piyasalar açılamazsa etkili olunuyor. Sokağa çıkmak, sadece sayılarla değil, üretimi, hayatı durdurduktan sonra anlamlı ve etkili hale geliyor. Gezi kitlesinin bundan haberinin olmaması normaldi ve kendi kalabalığında büyülenmişti.
Evet, halkın gücünü göstermesi, esas olarak psikolojik bir zaferdi. Polis terörü, yeterli sayıyı tutturma konusunda başarısızlık, gözaltı, işyerine gitme zorunluluğu, bunlar, birkaç gün sonra başka bir noktadan direnişe devam edilebileceği güvencesiyle vız geliyordu. Sokağın sürekliliği psikolojiyi koruyordu. Ama birkaç hafta içinde RTE güçleri, sokağın görüntüsünü polis-direnişçi genç barikat savaşı haline çevirebilmeyi, ve sokağın sürekliliğini sağlayan esas gövdeyi eve göndermeyi başarmıştı.
KORKUYA BAK, GÜCÜNÜ ANLA
RTE, en güçlü olduğu, en keyifli “saydırdığı” zamanlarda bile, yani ayda birkaç kez Gezi’yi referans vermekte. ‘Yedi düvel bir oldunuz, engelleyemediniz’ derken bile sesi titriyor. Gezinin ne olduğunu tartışırken hep düzenin Gezi ruhundan hâlâ ilk günkü gibi korktuğundan başlamanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. Bir de “kitleler saftı, olmayacak bir şeye inandılar” demek yerine, kitleleri gerçekten ulaşılabilir görecekleri bir hedefe kilitlemenin mümkün olduğundan.
NATO’cu Menderes döneminden beri, kasaba gericiliğine yaslanıp, elitlerin altında ezilen çoğunluğun “seçkinci cumhuriyet”i yıkacağı modelini onlarca yıl kurdular, geliştirdiler, güçlendirdiler ve son viraja girdiler. Şimdi tam son virajda bir baktılar cumhuriyetin doğal tabanı olan kentli emekçiler artık çoğunluk! Bu yüzden çok korkuyorlar. O kadar çok korkuyorlar ki gerici hareketlerinin 65 yıllık süsü olan “demokrasi” ideallerini 2013 Haziranı’nda apar topar diktatörlükle, faşizmle değiştirdiler.
Bir işe yarayacağı fikri, günümüz kentli emekçilerinin çok radikal şeyler yapmasına yetiyor. Çünkü onlar artık halkın aktif çoğunluğu. Çok korkuyorlar.
Bir işe yaramayacağı fikri, “anlamlı duruş” çağrılarını bile yanıtsız bırakıyor. Biz de bundan korkalım.