Göç, Suriyeliler ve vatandaşlık

Göç, Suriyeliler ve vatandaşlık

Suriye’deki iç savaşla beraber ülkemize sığınan Suriyelilere vatandaşlık verilip verilmeyeceği, verilmesi veya verilmemesi gerektiği Tayyip Erdoğan’ın son açıklamalarıyla beraber ülke gündemine oturmuş durumda. En uçları bir yanda AKP politikalarına destek, diğer yanda ırkçılık olan bu tepkilere bakıldığında meseleyi daha enine boyuna tartışma ihtiyacı kendini ortaya koyuyor. Bu yazıda da bunun için en azından genel bir giriş yapmaya çalışacağım. Yazının niyeti, köşe yazısı sınırlarını çok aşmamaya çalışarak göç olgusu, Türkiye’de iskân politikası, Suriyeli sığınmacılar ve vatandaşlık süreci, göç ve entegrasyon hakkında tartışmak.

Bugünü anlayabilmek için (çok kısa şekilde) yaşadığımız coğrafyanın yakın tarihi ile başlamak gerekiyor. 1991 yılında SSCB’nin yıkılışı ile birlikte kapitalist – emperyalist blok Kafkasya, Ortadoğu, Balkanlar üçgeninde ekonomik, siyasal bir takım değişiklikler yapma isteğindeydi. Kimi zaman dışarıdan (açık ya da gizli) müdahaleyle, kimi zaman var olan tepkileri manipüle yeteneğiyle isteğini gerçekleştirmeye çalıştı. Ortadoğu’da ise bu değişimler (daha önceki müdahalelerle beraber) “Arap Baharı” vesilesi ile gerçekleştirilmek istendi. Süreç Suriye’ye geldiğinde ise cihatçı teröristlere karşı Suriye halkı Esad’ın yanında durdu. Emperyalizmin Türkiye, Katar, Suudi Arabistan eliyle beslediği IŞİD’le, Suriye arasında geçen savaşta göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin çok büyük bir toplamı Avrupa’ya geçiş olarak gördükleri Türkiye’ye sığındı. O zaman bir kenara not etmek gerekiyor:

“1. Türkiye’ye göç eden Suriyelileri buna mecbur bırakan en önemli etken AKP iktidarı ve dış politikasıdır.”

GÖÇ KAVRAMI ÜZERİNE

Peki, göç, mülteci, sığınmacı kavramları ne ifade ediyor ve bugünkü anlamlarını kazanırken ne gibi aşamalardan geçti? Göç kavramı modernizm ve ulus devletlerle beraber ortaya çıktı. Sınırlar belirdikçe, uluslar, ulusal ekonomi ortaya çıktıkça “ev sahibi” ve “misafir” statüleri ortaya çıktı. 19. yüzyılın sonlarında konuşulmaya başlanan bu kavramlar iki dünya savaşı sonrasında daha ciddi tartışılır hale geldi. Hitler Almanyası dönemi Almanya’dan kaçan insanların diğer ülkelere sığınma talepleri gibi örneklerin artmasıyla beraber 1949 yılında Cenevre Sözleşmeleri imzalandı. Bu sözleşmelerle beraber savaş esnasında sivillerin, esirlere ya da yaralı askerlere karşı devletlerin yapacağı davranışlara belirli kurallar getirildi. Geçen yıllarla beraber ek protokollerle sözleşme geliştirildi. Bu sözleşmelerde mülteci; “Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen her şahıs” olarak tanımlandı. Uluslararası sözleşmelerde “mülteci” ve “sığınmacı” tanımları arasında herhangi bir fark yoktur. Bu fark sadece Türkiye’ye özgüdür. Nedenine ise birazdan geleceğiz. Sözleşmelerdeki tanımdan da anlaşılacağı üzere göçün nedenleri vardır ve bu nedenler çeşitli olabilir. Bu nedenlerin arasında örneğin cinsel yönelim olabilir. Eşcinsel olduğunuzdan dolayı hayatınız tehlikede olabilir ve göç etmek zorunda kalabilirsiniz. Siyasi ya da ideolojik sebepler olabilir ve göç etmek zorunda kalabilirsiniz. Ülkenizde savaş olabilir ve o ortamda canınızın tehlikede olduğunu düşünebilir göç etmek zorunda kalabilirsiniz. Göç edebilmek de hayat garantisi anlamını taşımamaktadır. Göç ettiğiniz yerin dilini bilmeyebilirsiniz, göç ettiğiniz yerin sağlık hizmetinden faydalanamayabilirsiniz, barınma hakkından faydalanamayabilirsiniz, doğup büyüdüğünüz topraklardan ayrılmanın getirdiği psikolojik etkilerle ruh sağlığınız bozulabilir, istihdam şansı bulamayıp ekonomik açıdan zor duruma düşebilirsiniz. O zaman kenara bir not daha eklemek gerekiyor.

“2. Hiç bir göç nedensiz değildir ve hiç kimse ülkesini seve seve terk etmez”

Sığınmacıların karşı karşıya kaldıkları problemlerin de çeşitleri var. Alman coğrafyacı Ravenstein’in 1884’de dediği gibi “Kadınlar, erkeklerden daha göçmendir.” Kadınların birçoğu eşleri ya da çocuklarının göçmesinin (ve hayatta kalmasının) ardından Türkiye’ye göçmüş durumda. Kadınların toplumsal cinsiyetlerinden dolayı göçmeden önceki hayatlarında yaşadıkları eşitsizlik, sığınmacı oldukları ülkede katlanarak devam etmekte… Savaş geçiren Suriye’de kadınların yaşadıkları en büyük sıkıntı taciz ve tecavüz olayları. Ülkelerindeki savaşta tacize uğrama tehlikesinden kaçan kadınları Türkiye’de de farklı bir manzara beklemiyor. Yaşam alanlarında görünmezlik ve ikincillikle karşı karşıya kalan Suriyeli kadınlar zaten kısıtlı olan istihdam alanlarında patronları tarafından sürekli tacize maruz kalmakta. Bundan kurtulmak için çocuk bakıcılığı gibi daha “güvencesiz emek” kategorisine sokulabilecek işlerde çalışan kadınlar ise aylık 200 TL ile 500 TL ücretlere çalışmak zorunda. Bütün bu problemler ise Suriyeli kadınları fuhuşa, dilenciliğe, para karşılığı nikâha zorlamakta. Çocuk mülteciler de cinsel taciz, çocuk işçilik, eğitim eksikliği gibi tehlikelerle karşı karşıya. Çoğunlukla Suriye’deki anne babasının göçen bir tanıdığı vasıtasıyla Türkiye’ye gönderdiği çocuklar yaşadıkları güvencesizlik ve muhtaçlık ile birlikte dilenciliğe ve suça yönelmekte.

Peki, acil olarak yapılması gerekenler neler? Mülteci kadınların ve çocukların temel hizmet ve imkânları, saldırıya maruz kalmayacakları biçimde almalarını sağlamak ve koruyucu önlemler almak, kadın mültecilerin ve çocukların temel sağlık bilgilerini edinmelerine yönelik programlar geliştirmek, işkence, tecavüz, fiziksel ve cinsel istismarın diğer türlerinin mağdurları başta olmak üzere, mülteci kadınlar ve çocuklar için danışmanlık ve akıl sağlığı hizmetleri gözetmek gerekiyor. 

TÜRKİYE’NİN İLTİCA POLİTİKASI

Türkiye’nin ise göç ve mültecilik konusunda sicili çok temiz değil. Türkiye’ye ilk sığınma talepleri cumhuriyetin kuruşundan sonra balkanlarda gerçekleşen mübadele (yer değişimi) ile birlikte oluyor. İlk yapılan hukuki düzenleme ise 1934 yılındaki İskân Kanunu. Kanunun 5. maddesinde geçen “Türk kültürüne ve soyuna bağlı olmayıp zorunlu olarak Türkiye’ye gelen kişilerin durumlarının hükümetçe verilecek kararlara göre belirleneceği” ibaresi göç konusunda hükümetlerin farklı tutumlar benimsemesine dayanaklık yapıyor. Sonraki yıllarda Cenevre Sözleşmelerine ilk imza atan ülkelerden olan Türkiye, sözleşmelere coğrafi çekince koymuştur. Bu yüz kızartıcı çekince ile Türkiye, Avrupa’dan gelen sığınmacıları mülteci olarak kabul ederken doğu sınırlarından gelen hiç kimseyi mülteci olarak kabul etmemektedir. Avrupa Birliği süreci ile birlikte tartışmaya açılan konu sürecin bitmesi ile beraber aynı şekilde kalmıştır. Bugün Suriye’den gelenlerin mülteci olarak değil “Geçici Koruma Yönetmeliği” ile ülkemizde bulunmasının nedeni Cenevre Sözleşmesindeki coğrafi çekincedir. Türkiye ilerleyen yıllarda Avrupa’dan mülteci alımını da iktidarda olan hükümetin keyfiyetine göre yapmaya devam etmiştir. 1950 – 1970 yılları arasında Yugoslavya’dan gelen sığınmacıları yine İskân Kanunu’na göre alan Türkiye, 1933 yılında Hitler Almanyası’ndan kaçan Yahudi bilim insanlarını ülkeye mülteci olarak kabul ederken, 1942 yılında yine Nazi Almanyası’ndan kaçan 778 kişinin bindiği Struma gemisinin sığınma talebini geri çevirmekle kalmayıp boğazlardan geçmesine izin vermeyerek yüzlerce insanın ölümüne neden olmuştur.

2011 yılında Türkiye “Geçici Koruma Yönetmeliği”ni çıkardı. Suriyeli sığınmacıları kapsayan bu yönetmeliğin 25. maddesi, yönetmelikle Türkiye’de geçirilen sürenin vatandaşlık için gerekli olan “5 Yıl Türkiye’de ikame etme” şartını karşılamayacağını belirtmekte. Yönetmeliğin 29. maddesinde ise bakanlığın belirlediği çalışma alanlarında Suriyeli sığınmacıların istihdam edilebileceğini söylemekte.

Türkiye’de hali hazırda 2 milyon 746 bin Suriyeli göçmen bulunuyor. Suriyeli göçmenlere vatandaşlık yolu yasal olarak “Türk Vatandaşlık Kanunu”nda “İstisnai vatandaşlığa alınma” olarak geçen bölüm kullanılarak açılabilir. İçişleri Bakanlığı’nın “sosyal uyum”, “kamu düzenine uyum” gibi tanımlarla keyfi hareket edebilmesini sağlayan bölümün önündeki engel ise daha önce kitlesel göçlerde başvurulmamış olması. O zaman bir not daha ekleyebiliriz:

“3. Suriyeli göçmenlerin vatandaşlık yolu şu an kapalı gözüküyor. AKP ve Tayyip Erdoğan yeni anayasa tartışmaları ile beraber gündeme getirilebilecek bir kanun değişikliğiyle bu yolu açabilir. Vatandaşlık meselesinde istihdam kılıfı işe inandırıcılıktan oldukça uzak zira Suriyeliler bakanlığın belirlediği alanlarda çalışma imkânına sahip.”

GÖÇ VE ENTEGRASYON

AKP Suriyeli mültecileri dünya siyasetinde pazarlık aracı olarak kullanmayı da ihmal etmiyor. Avrupa Birliği’nden ekonomik yardım alabilmek için Suriyeli göçmenleri koz olarak kullanan Erdoğan elde ettiği parayı ise Türkiye’de başta Aleviler olmak üzere diğer yurttaşları rahatsız etmek için kullanıyor. IŞİD’lilerin elini kolunu sallaya sallaya dolaştığı koruma kamplarını Alevi köylerinin yakınına kuran AKP, Alevilerin bulunduğu yerlerden göç etmelerini sağlayarak kamp kurduğu bölgelerdeki demografik yapıyı değiştirme derdinde. Şimdiye kadar Maraş Terolar’da (Sivricehüyük); Sivas Divriği İmranlı Zaza ilçelerinde, Kırklareli Bektaşi köylerinde, Dersim Mazgirt’te kurulan / kurulması planlanan kamplarla beraber AKP iktidarı beslendiği dinsel çatışma ortamını yaratma hedefinde.  

Tüm bu gelişmeler ve bundan sonra olacaklar siyasi gelişmelerin ve siyasi mücadelelerin konusu. Gerçek olan bir şey var ki ülkemizde bulunan üç milyon Suriyeli göçmenin önemli bir kısmı Türkiye’de yaşamaya devam edecek. Oldukça heterojen bir topluma sahip Türkiye toplumu ile Suriyeli göçmenlerin entegrasyonu önemli bir konu olarak önümüzde duruyor. Öncelikle Suriyelilerin şuan ki durumuna bakmak, bunun içinde birkaç istatistiğe başvurmak gerekiyor. Göçen Suriyelilerin %50’si IŞİD’in elinde olan kentlerden gelmiş durumda. Gelenlerin %90’ı can güvenliğinden korktuğu ve en yakın ülke olduğu için Türkiye’ye göçmüş durumda. Gelen göçmenlerin yarısı kadın ve yarısı çocuk (18 yaş altı). Yüzde %18’i okuma yazma bilmiyor ve sadece %8’i üniversite mezunu. Gelenlerin %30’unun Suriye’deki evi tamamen yıkık ve sadece %15’inin evi kullanılabilir durumda. %90’ı Türkçe öğrenmek isterken %70’i ülkesindeki karışıklıklar bittiğinde geri dönmek istiyor. Bu sene 230 bin kişi deniz yoluyla Avrupa’ya geçerken, 2016’da üç bin kişi deniz yoluyla Avrupa’ya geçmeye çalışırken kayboldu ya da öldü (2015’de bu rakam ilk 6 ay 1800).

Doğru entegrasyonun sağlanabilmesi içinse oluşabilecek kültürel uyumsuzluk göz önüne alınarak farklı disiplinlerden uzmanlarla çalışılması gerekiyor. Sağlık, eğitim, istihdam alanlarında gerekli çalışmaların yapılması entegrasyonun sağlıklı yapılabilmesi için çok önemli bir yerde duruyor. Göçenlere miras, evlilik – boşanma gibi medeni kanunlar kapsamına giren olguları öğretmek toplumsal bir aradalığı sağlamak için önemli konulardan biri. Çocuk göçmenlerin eğitimlerinin devamı en başta çözülmesi gereken sorunlardan; Almanya’da yapılan araştırmaya göre gittiklerinde spor, hemşerilik dernekleri kuran Türkler entegrasyonda büyük sıkıntılar yaşarken, veli dernekleri kuran İspanyollar Alman toplumu ile entegrasyonunu çok daha kolay sağlayabilmişlerdir.

Entegrasyon önümüzde başlı başına bir sorun olarak dururken Yılmaz Özdil, Bekir Çoşkun gibi yazarların ırkçı yazıları toplumsal gerilimi arttırmaya devam ediyor. “Cinsel gücü arttırıyor diye bebek mamalarını yiyorlar”, “Üç milyon işsiz güçsüz cahil sürüsü” gibi yazılar sosyal medyanın da etkisiyle ırkçılığı körüklüyor. Facebook veya Twitter’da basit bir photoshop bilgisiyle 2 dakika düzenlenebilecek “Suriyeli öğretmenler atanıyor.” “Suriyeliler Plajı İşgal Etti.” görselleri toplumsal entegrasyonun önüne ket vuruyor. Gelin yazıyı birkaç “Suriyeli Efsanesi” ile bitirelim.

“Suriyeliler istediği üniversiteye sınavsız giriyor.”
Bu bilgi yanlış, Suriyeli öğrenciler ülkedeki diğer yabancı uyruklu öğrenciler gibi yabancı öğrenci sınavına girmek zorunda.

“Suriyelilere 1200 TL öğrenci bursu veriliyor.”
Bu bilgi de yanlış, burs Yurt Dışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından veriliyor fakat bu bursun finansmanı “vergilerimizden” değil Avrupa Birliği tarafından sağlanmakta.

“Suriyeliler motorlu taşıt vergisi ödemiyor.”
Bu bilgide yanlış, motorlu taşıt satın alan ya da Suriye’den getiren Suriyeliler geçici plaka satın almak zorunda. Ve yabancı uyruklular için geçerli olan MTV şartları, sığınmacılar içinde geçerli gözüküyor.

SONUÇ

En başa kuşkusuz Suriye’nin IŞİD ve benzeri çetelerden temizlenmesi, Suriye’de iç savaşın bitmesi ve ülkemizdeki Suriyelilerin kendi ülkelerine, topraklarına geri dönmesi için mücadele etmeyi yazmamız gerekiyor. Bunun içinse Yeni Osmanlı adıyla, “Ortadoğu’nun Liderliği” rüyasıyla dış politika yürüten Saray/AKP iktidarıyla mücadele etmek gerekiyor. Fakat yukarıda belirtildiği üzere ülkemizde bulunan Suriyeli göçmenlerin önemli bir kısmının ülkemizde kalacağını da bilmemiz gerekiyor. Acil yapılması gerekenleri sıralarsak;
-    Türkçe seferberliği başlatılmalıdır, bütün sığınmacıların topluma karşı kendisini ifade edebilmesi sağlanmalıdır.
-    Disiplinler arası (sağlık, eğitim, ekonomi, hukuk, kent) çalıştaylar düzenlenmeli, göçmen entegrasyonu üzerine çalışılmalı, panel vb. organizasyonlarla topluma aktarılmalıdır.
-    Eğitim çağındaki çocukların öğrenim devamlılığı sağlanmalı, Yabancı Öğrenci Sınavı sınava girecek binlerce kişiye göre yeniden düzenlenmelidir.
-    Eğitim seferberliğinin yanında veli örgütlenmesi sağlanmalıdır.
-    Kamp içi  - kamp dışı cihatçı örgütlenmelerin Suriyeli göçmenlerle teması kesilmelidir.
-    Suriyeli göçmenlere yapılan yardım organizasyonlarında dikkatli davranılmalı, yozlaşmayı önlemek için aile ölçekli ihtiyaçlar tespit edilmelidir.
-    Kadın ve çocuk istismarının önüne geçebilmek için hali hazırda var olan kadın dayanışma / mücadele örgütleri bu alana yoğunlaşmalı, gerekli görülürse yeni örgütlenmeler hayata geçirilmelidir.
 

DAHA FAZLA