Göçmen sorununda kördüğüm: İslamcılık mı, ırkçılık mı?

Göçmen sorununda kördüğüm: İslamcılık mı, ırkçılık mı?

Türkiye toplumu bugün, İslamcılık ya da ırkçılık arasında tercih yapmaya zorlanıyor. Toplum sağ siyasetin iki ana ideolojik hattı üzerinden toplumsal hesaplaşmaya itiliyor. Ancak her ikisi de hem Türkiye toplumunun özgür ve demokratik yaşama iradesini hem de “mültecilerin” yaşama hakkını tehdit ediyor.

Kerem Yıldırım

Orta Doğulu sığınmacıların yaptığı ileri sürülen tacizlerin sosyal medyada dolaşımının hız kazanması ve bunun üzerine AKP’li yönetmenin dizisinden bir sahnenin yayınlanması, “mülteci” sorununu yeni bir aşamaya getirdi…

Uzun bir süredir “mülteciler defolup gitsin” diyen tutumla, dizi sahnesinde vücut bulan “Mültecilerin gitmesini isteyenler teröristlerdir” tutumu karşı karşıya geldi. Hem dünya tarihinde hem de ülke tarihinde iç içe geçmiş olan dincilik ve ırkçılık ideolojileri, “mülteci” sorununa yaklaşım üzerinden, hiç de suni olmayan, ziyadesiyle sahici bir politik gerilim yaşıyor gibi görünüyor. Aşırı sağın Türkiye siyasetinde “merkez siyasete” dönüştüğü bir tarihsel aralıkta, Nakşibendi(Erdoğan)-Nurcu(Gülen) kavgasından sonra şimdi de İslamcı-Türkçü geriliminin günbegün arttığı zamanlar yaşıyoruz.

***

Daha önce de yazmıştık (Sınıflar mücadelesi düzleminde mülteci sorunu), özetleyelim: Her şeyden önce “mülteci” sorununun sorumlusu AKP’dir. AKP, ABD emperyalizminin bütün Orta Doğu operasyonlarında aktif görev almıştır. Suriye’deki savaşı ise bizzat örgütlemiştir.

Bunlarla doğrudan ilişkili olarak AKP rejimi açısından “mülteci” sorununun birkaç başlığı var. Öncelikle, güncel olarak ölü bir projeye dönüşse de, AKP’nin İslam dünyası liderliği stratejisi üzerinden çizdiği dünya Müslümanlarına önderlik etme iddiasıdır. AKP bu iddiayla, bütün Müslümanlara doğal/fiili “vatandaşlık” kazandırmıştır. Yanlış anlaşılmasın, göçmen Müslüman zenginler parayı bastırıp, resmen Türkiye vatandaşı olabilirken; yoksul Müslüman göçmenler, kimliksiz “vatandaşlar” olarak Türkiye’deki emek rejiminin en kuralsız ve güvencesiz çalışan kesimlerini oluşturuyorlar. Bu iddianın AKP açısından ekonomi politiği ise bölgesel olarak, emperyalist sömürüden, bağımlı kapitalist bir ülke olarak pay almaktır. Bunun en güncel örneği ise AKP’nin Suriye’nin kuzeyine çöreklenmesidir, Barzani’yi kendine bağlamasıdır, Barzani’nin yönettiği bölgenin pazarına egemenlik kurmasıdır. Bütün bunların dışında göçmen Müslüman yoksullar aynı zamanda Batı’ya karşı hem bir şantaj malzemesi hem de gelir kapısı hâline getirilmiştir. Türkiye sermaye sınıfının anlamlı bir bölümü “mülteci” sorununun AKP’li “çözümünden” memnundur. Özellikle sigortasız ve düşük ücretlerle “mülteci” işçi çalıştıran işletmelere gün doğmuştur. Göçmen Müslüman işçilerin varlığı özellikle Türkiye sanayicisi açısından büyük bir artı değer ve kâr kaynağıdır.

Zaten buraya kadar anlaşılmayan bir şey yok. AKP ve İslamcı ideolojik perspektif açısından her şey açıklanabilir, şeffaf…

Peki ırkçılığın dayandığı sınıflar ve ideolojik motivasyon nedir? Asıl bunu konuşmamız gerekiyor. Çünkü gelişen ve krize “radikal önerilerde” bulunan ırkçı perspektiftir. Kesinlikle yeni değildir ama düzen içi bir seçenek olarak yeniden köpürtülmektedir.

***

 “Ülkemizde azınlık kaldık”, “Kızlarımız taciz ediliyor”, “Türkiye Türklerindir” ve “Türkiye’de Suriyeli, Pakistanlı ve Afgan istemiyoruz”…

Daha da çoğaltılabilir ama özetle bu sloganlar üzerinden biçimlenen ve maalesef toplumsal karşılığı da olan bir orta sınıf tepkisiyle karşı karşıyayız. Özellikle Türk ticaret burjuvazisi ve göçmenlerle bir alış-verişi olmayan küçük burjuva sınıflar bu anlayışın sınıfsal temsilcisi konumunda. MHP ve BBP pratik politik olarak AKP’den bağımsız çizgileri temsil edemediği için bu alandaki boşluğu CHP ve İyi Parti dolduruyor. Bir de Zafer Partisi kuruldu, yabancı düşmanı anlayışın en tutarlı savunucusu şu sıralar, Kılıçdaroğlu’ndan ve Akşener’den daha keskin tutumlar alıyor.

Partinin kuruluş gerekçesi sığınmacıları evlerine gönderme vaadinden oluşuyor. Zafer Partisi’nin bir propaganda videosunda, partili bir kadın “modern ve çağdaş Türkiye’nin sokakları benim için güvenli olsun istiyorum” diyor. Yapılan sunum baştan sona kurnazlıkla dolu.

Soralım: Türkiye normal şartlarda modern bir ülke mi? Eğer bütün “mülteciler” giderse taciz ve tecavüz sona mı erecek? Türkiye’de kadınları taciz edenlerin etnik bir istatistiği mi var, tacizci “Türk kanından” olunca taciz önemsizleşiyor mu?

Peki bunları da geçelim, kırk yıldır islamizasyona uğramış ve tarikat ağlarıyla örülmüş bir ülkede yaşamıyor musunuz? Ankara’da IŞİD’in kadınları ve kız çocuklarını köle olarak pazarladığını bilmiyor musunuz?

İşte ırkçı kurnazlığın İslamcılıkla olan ideolojik gerilimi burada sona eriyor. “Modern Türkiye için bütün gerici yapılar, tarikat ve cemaatlar kapatılsın” diyemiyor ama “Modern Türkiye için sığınmacılar gitsin” diyebiliyor. “Kadına yapılan tacizin etnik kökeni, rengi, dini olamaz; kadını erkeğin bir parçası olarak gören her türlü anlayış yok olmalı.” diyemiyor.

Türkiye toplumunun mafyalaşmış tarikatlar tarafından kuşatıldığı bir toplumsal zeminde, modernizmi yabancı düşmanı histerilere indirgemek tam da ırkçılığa yakışır bir politik motivasyondur.

Yine başka bir propaganda videosunda ise “Türk” bir esnaf “Suriyeliler buraya altıncı dükkanlarını açtı” diyerek, ırkçılığın ekonomi politiğini haykırıyor. “Bizim ülkemizde onlar zenginleşiyor, biz yoksullaşıyoruz ” haykırışıyla, yoksullaşmanın faturasını “mültecilere” çıkarıyor.

Peki de “mülteciler” gidince zenginleşecek miyiz? Gayrimenkul fiyatlarını yükselten ve denetlemeyen, fahiş kira zamlarını yapan, ücretleri düşüren “mülteciler” mi, yoksa Türkiye’deki mülk sahibi “Türkler” mi? Tabii ikincisine yüklenmek mümkün değil, çünkü orada hem Türklük hem devlet hem sermaye var. Türklük de, sermaye de, devlet de kutsal kavramlar bu sömürü düzeninde. O nedenle “mülteciye” yüklenmek en kolayı…

Bu arada söylemeden geçmeyelim. Bu yaklaşımın yabancı düşmanlığı; Türkiye pazarını talan eden Amerikan, Alman, Kanadalı, Japon ve Fransız tekelleri karşısında geçersizdir. ABD’nin Türkiye’deki askeri varlığı, üsleri ve Türkiye’nin NATO üyeliği onları rahatsız etmiyor. Türkiye’nin emperyalist tekellere ve örgütlere bağımlılığından rahatsız değiller.

***

Bugün Zafer Partisi’nde en radikal ifadesini bulan yabancı düşmanlığı, Ankara Altındağ’da 11-12 Ağustos 2021’de meydana gelen pogromun kurumsallaşmış ifadesidir. Altındağ’da Suriyeli ve Afganların evlerini, iş yerlerini taşlayanlar, ateşe verenler, yağmalayanlar partileşmiştir. Yeni ve daha sistemli Altındağlar yaratmak için ortaya çıkmıştır.

Ancak yabancı düşmanlığı üzerinden kendini var eden milliyetçi hareketin bu coğrafyadaki varlığı eskidir. İyi Parti ve Zafer Partisi’nin kökleri maalesef derindedir. Altındağ’da olanlar daha önce defalarca tekrarlanmıştır.

Yani, yabancı düşmanlığı üzerinden gelişen Türkleştirme politikası gelenekseldir. Türk sermayesinin ilkel birikiminde; 1934 Trakya Pogromu’nun, 1942 Varlık Vergisi yağmasının ve 6-7 Eylül 1955’teki pogromunun “katkısı” büyüktür. Bu pogromlarda Ermeni, Rum ve Musevi yurttaşların mülklerine el konulmuştur.

Irkçılık en nihayetinde iktisattır. Irkçılığın ekonomi politiği, devleti yöneten “ırkın”, hakim “ırktan” olmayan “ırkların” mülklerine el koymasıdır. Zafer Partisi’nin propaganda videosundaki esnafın isyanı tam da bu tanımın pratik ifadesidir. Özellikle seçilmiş ve videoya yerleştirilmiştir, açık bir mesajdır.

“Ülkemizde azınlık kaldık” düşüncesinin en güçlü tarihsel referansı ise Nazizm’dir. Ayrıca İyi Parti ve Zafer Partisi gibi ırkçı partilerinin politik atalarıyla Nazizm’in organik bir ilişkisi vardır. Burayı daha sonra açalım. Şimdi “Ülkemizde azınlık kaldık” düşüncesiyle Nazizm arasındaki ilişkiyi özetleyelim.

Nazizm Versay’a karşı “aşağılanmış ve azınlık hâle gelmiş” Alman ulusunun, bütün Germenleri Almanlaştırma, dünyayı Alman tekellerinin pazarı, diğer ulusları ise Alman ulusunun kölesi yapma ideolojisidir. Nazilerin Polonya ve “Yahudi sorunu” da bu anlamda iktisadidir. Pratik sonucu hem büyük bir soykırım hem de bütün mülklere el koyma eylemidir.

Almanlar Polonya ekonomisini başından beri, sistematik biçimde yağmalamışlardı. Reich’in yüksek iktisat şefi Göring taşınabilir bütün varlıkları ele geçirmek için ajanlar şebekesi kurdu. Adamları Wehrmact (Nazi Ordusu) ve daha sonra SS’le birlikte Polonya şirketlerine el koydular. (1) Naziler, Yahudilere ise daha da özel bir muamele uygulamışlardı. Judenrein diyorlardı, Yahudi’den arınmış bölge anlamına geliyordu. Henüz ikinci paylaşım savaşının başında, 1939 Eylül’ünde 400.000 Yahudi Almanya’yı terk etmişti. Naziler Yahudilerin bütün mülklerine el koymakla yetinmediler, özellikle savaş başladıktan sonra karşılaştıkları bütün Yahudileri öldürdüler. 1941’in sonunda yarım milyon Yahudi katledilmişti. Naziler Sovyet sosyalizmini bile “Yahudi-Bolşevik sistemi” olarak tanımlıyorlardı.

Hitler, Himmler, Göring ve Eicman gibi Nazi şeflerinin hepsi, bu katliamları aynı ajitasyon üzerinden yaptılar:

“Kendi ülkemizde azınlığız. Almanya Almanlarındır.”

Tanıdık değil mi?

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, İyi Parti ve Zafer Partisi’nin ideolojik ataları Hitler’in takipçisiydi. O dönemde Hitler’in bilgisi dahilinde Turancılar Komitesi dahi kurulmuştu.(2) Hitler Bolşevikleri yendiği takdirde Türkçülere “Turan” vadediyordu. Türkçü klik bütün bu süreç içerisinde, Türkleştirme ve Nazizm işbirlikçiliği siyasetlerinin en aşırı savunucusuydu. Bütün pogromlarda da belirleyici roller oynadılar. Ancak Hitlerleri yenildi ve kenara itildiler.

***

Türkiye toplumu bugün, İslamcılık ya da ırkçılık arasında tercih yapmaya zorlanıyor. Toplum sağ siyasetin iki ana ideolojik hattı üzerinden toplumsal hesaplaşmaya itiliyor. Ancak her ikisi de hem Türkiye toplumunun özgür ve demokratik yaşama iradesini hem de “mültecilerin” yaşama hakkını tehdit ediyor. İslamcılığın Müslümanlaştırma siyaseti üzerinden kurduğu sömürü ilişkilerine karşı Türkleştirme ve etnik nefretle yanıt veriliyor.

Türkiye işçilerinin örgütsüzlüğü, yoksulların mafya-tarikat hegemonyası altında yaşaması gerçeği ve reel siyasette solun etkisizliği toplumu gerici iki odak arasında taraf olmaya zorluyor.


- Hitler İmparatorluğu-İşgal Avrupa’sında Nazi Yönetimi, Mark Mazower, Çeviren: Yavuz Alogan, 4. Baskı, 2020, İstanbul, sayfa 159.

- Türkiye’de Faşist Alman Propagandası, Johannes Glasneck, Çeviren: Arif Gelen, 1. Baskı, Ankara, sayfa 210.