Gölgesi herkese yeten bayraklar

Gölgesi herkese yeten bayraklar

İmkanları eskisinden de dar, ne istediğini nasıl elde edeceğini son derece iyi bilen hasımlara sahip ve ne üzücü ki şimdilik sayısı güç vermekten çok kırılgan bir umut vermeye yeten bunca insan için bu ülkede emeğiyle hayatta kalan kimsenin ardından yürümeye peşinen hayır diyemeyeceği, belki tek birimizin her beklentisini karşılamayan ama her birimizin altında bir gölge bulabileceği bayrakları pusula edinmekten, bu özverili ve kararlılığa mecbur topluluğu dağıtacak her işareti, ne kadar kıymetli ve anlamlı olurlarsa olsunlar terk etmekten başka bir çare yok.

Erkan Yıldız

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin üzerinden iki aya yakın vakit geçti. O günden bu yana ne yazdıysak, söze, ülkemizi Saray Rejimi’nden kurtaramadığımızı fakat 1 milyon emekçinin oylarının bu kurtuluş umudunu diri tuttuğunu anlatarak başlıyoruz. En berrak ve detaylı biçimde önümüze defaatle koyulan bu tabloyu bir de benden dinleme zahmetine sizleri sokmadan yalnızca bu yazıda özellikle üzerinde duracağım bir şeye değinerek başlayayım ben de. Bu seçimler benim aklıma, sarayın sonsuz gündem seçme yeti ve özgürlüğü ve bizim kendi gündemimizi ortaya koyup dayatmaktaki yetersizliğimiz ile kazındı. Hemen herkesin aklından bir defa geçen, ülkeye bunca kötülük ediliyorken, geçim sıkıntısı böyle alıp başını gitmişken, onca masum insan gözümüzün önünde yok yere canından oluyorken bunca insan nasıl hala iktidara oy verebiliyor sorusunun cevabı da burada saklı. Bu yazıda bu soruya yanıtlar vermeye çalışacağım ama evet/hayır sorusunu en baştan yanıtlayayım, böyle bir şey olmuyor. Soru yanlış çünkü neredeyse kimse sandığın başına gidip bu söylediklerinizle başka bazı şeyleri terazinin iki kefesine yerleştirip bir karara varmıyor. İnsanın, politik kararlarını, edindiği tüm politik izlenimlerin toplamıyla verdiği yanılgısına dayanan bu soru, cevabı yanlış yerde, daha doğrusu yanlış zaman diliminde aramamıza neden oluyor.

Başka bir yazının ve hatta detaylı incelemeler içeren bir dosyanın konusu olabilecek 2019 seçimlerinin sonuçlarının yanlış yorumlanmasının ülke siyasetini nasıl zehirlediğini bu başlık altında anlatmak mümkün olsaydı bu yazı meramını çok daha kolay anlatabilirdi. Ancak bizim de elimizde, hafızamızda henüz taze bir ikilem var ki, öyle sanıyorum bu yazıyı okuyan pek çok insan “Biz nasıl iki ay bunu tartıştık?” diyecek bugünden bakınca. Gerçekten de muhalefet haftalarca iletişim stratejisini pozitif veya negatif bir kampanya etrafında kurmak üzerine tartıştı. Tam olarak ne anlattığı muallak bu ikilem, aslında konu ettiğimiz başlıkta bir itirafı barındırıyor: Muhalefet yalnızca sarayın belirlediği başlıkları nasıl ve ne tonda tartışacağına karar veriyor. Bunun ötesinde bir tercihten bu seçim takvimi başlamadan çok önce feragat edildi. Pek tabii buna muhalefetin kitle iletişim araçlarının, sarayın kamu kaynakları ile inşa ettiği propaganda aygıtıyla yarışacak halde olmamasının neden olduğu iddia edilebilir. Fakat düzen muhalefetinin buna alternatif teşkil edebilecek seçenekleri, başta kitleleri siyasete doğrudan katmak olmak üzere bilerek ve memleket çıkarı dışında menfaatler gözeterek elediğini de pek iyi biliyoruz. Peki böyleyken biz, halkın gündemlerini ne kadar dayatabildik? İktidar ve düzen muhalefeti arasındaki bu sessiz uzlaşıya ne kadar çomak sokabildik? Derdi bu ülkeyi saray karanlığından kurtarmak olan herkesin kendine yöneltmesi gereken bu sorulara “gücümüz yetmedi” demekten öte cevaplar üretmeye mecburuz.

Toplumsal muhalefetin imkanlarının, pek çok meşru hak arama ve siyasete katılma yolunun bu kadar kapatıldığı yıllarda, kurumsal siyaset başlıklarını dert edinmeye mecbur kılmak için son derece yetersiz kaldığı bir gerçek. Böyleyken hak arayan yurttaşların cesurca ses yükselterek, insanüstü özveriyle emek vererek ve açık olan her yolu zorlayarak yürüttükleri mücadelelerinin umdukları nihayete varamamış olmasından yine onları sorumlu tutmak akıl karı değil. Gerçekten de evini, doğasını savunan, kaybettiği yakınlarının adaletini, emeğinin karşılığını arayan mücadeleci insanların çabaları bazen bir sonuç getirmek şöyle dursun bu çabayı gösterenin de sarayın hışmına uğramasından fazlasını getirmedi. Karşımızda bedeli hesaplanabilir mali kayıplar veya bu açgözlülüğün teminatı iktidarlarının sallanması değilse halkın yükselen her sesine kulak tıkamayı iş edinmiş bir iktidar var. Bu sonuca ancak seçimle ulaşılabileceği telkinleri de aksini düşünenlerin zorbaca ithamlara muhatap edildiği şu son dört yılda işlerini hayli kolaylaştırdı. Bunca kayıptan bir teselli bulacaksak bunun, bu zorbalıktan kendini sıyırma fırsatı bulan toplumsal muhalefetin şimdi halkın gündemini nasıl dayatacağını tartışma şansı olduğunda bulabiliriz. Nasıl yapacağımıza geçmeden önce nasıl yapamayacağımızı açıkça söyleyelim: Safında her yer tutanın bir ucundan çekiştirebildiği, bütünü gören, ortak irade arayan bir yaklaşıma mecbur olmadan kendi dilini, gündemini, kaygılarını dayatabildiği; sonuca, önce küçük de olsa gerçek kazanımlara, sonra iktidara odaklanmakla arasına, katkı veren herkese karşı ilkesel borçların girdiği bir muhalefet çizgisi, gündemini, çeperinin bir adım dışına asla taşıyamaz. Amacı, çemberi ülkenin dört bir yanını kapsayacak kadar genişlemektense bizim olanın içinde kalanları memnun etmek olan bir hat bu çemberi daraltmaktan başka hiçbir sonuç üretemez. Daha fazlasına kendini anlatmaktansa daha fazlasını, daha doğrusunu anlatmaya sıkışan yaklaşımlar bu yılgınlıktan mücadele azmi çıkaramaz, kaderi bizim kaderimizle bağlı insanlara bu gerçeği onca yalan arasından anlatmayı başaramaz. Bu sebeple bu yazı en azından bu iktidarı devirene kadar üç başlığı, yalnızca ama yalnızca bu üç başlığı konuşmayı, başka her ne tartışılmak isteniyorsa bunu bu ülkedeki her yurttaşa ait olmak zorunda olmayan, bu amaca mahsus alanlarda yapmakta sözleşmeyi önerecek. İmkanları eskisinden de dar, ne istediğini nasıl elde edeceğini son derece iyi bilen hasımlara sahip ve ne üzücü ki şimdilik sayısı güç vermekten çok kırılgan bir umut vermeye yeten bunca insan için bu ülkede emeğiyle hayatta kalan kimsenin ardından yürümeye peşinen hayır diyemeyeceği, belki tek birimizin her beklentisini karşılamayan ama her birimizin altında bir gölge bulabileceği bayrakları pusula edinmekten, bu özverili ve kararlılığa mecbur topluluğu dağıtacak her işareti, ne kadar kıymetli ve anlamlı olurlarsa olsunlar terk etmekten başka bir çare yok. Bu ülkede yüzünü bize dönebilecek her insanı ikna edebileceklerimiz hariç sözler etme lüksümüz yok. Çünkü kurtarılacak bir ülkemiz var, vaktimiz yok.

I - GEÇİM TASASI

En başta söyleyelim, elbette geçim tasasını dert edinmiyor değildik, fakat dertlerden bir dert edinmeye, en iyi ihtimalle eşitler arasında birinciliğe sıkıştığımız bir gerçek. Bugün bu iddianın içini doldurabiliyorken, hayat pahalılığını, ücret düşüklüğünü, zamları öyle bıktırıcı bir tekrarla dilimize dolamak zorundayız ki en büyük derdi geçim tasası olmayan bir akıldan, bunların bundan başka derdi yok mu düşüncesi geçsin. Emekçilerin partisinin, bir araba markasının güvenliği çağrıştırması gibi, diğer her özelliğinin ancak bu çağrışımı desteklemesi gibi, emekçilerin hayatta kalma mücadelesini hatırlatması, “Bunların derdi ne?” sorusuyla arasına komplolar sokulmadan her bir emekçiye bu tekrarlarla ulaşması bir mecburiyet. Emekçinin, emeğinin karşılığını alamaması, bir avuç patronun ülkenin tüm kaynaklarını son damlasına kadar sömürüyorken insan haysiyetine yaraşır bir hayat sürdürememesi bizim için dertlerden bir dert olamaz. Bu her şeyin merkezindeki tasa, her şeyi etrafına toplamak zorunda.

Saray ve etrafında toplanan patronlar bu ülkenin sahibi olmayı ve son zerresine kadar talan etmeyi aynı iştahla istiyorlar, buna hiç şüphe yok. Fakat yönetmeyi, rızasına, hiç değilse hışmını sakınmasına muhtaç oldukları yurttaşların dertlerini duymak zorunda kalmayı da bir o kadar istemedikleri her hallerinden belli. Keza bulacakları bir çare, hatta söyleyecekleri bir yalan kalmadı. Seçimi muhalefet adayı kazansa yargılamalarla ortaya çıkacak bu gerçek, daha iki ay geçmiş olmasına rağmen iktidarın açık itiraflarıyla gözler önüne serildi. Durum böyleyken, bu ülkenin başında kaldıklarına kalacaklarına pişman etmenin yolu, bu geçim tasasının oluşturacağı baskıdan geçiyor. Sınırlı gücümüzün tümünü iki yakasını bir araya getiremeyenlerin sözcüsü, gücü yettiğince çaresi olmak için harcadığımıza ikna milyonlarla aramıza girecek kadar büyük iletişim başkanlığı kulesini bunların betoncu çeteleri bile inşa edemez. Bu söylerken bile ürküten hedefi gerçekleştirmek için odağımızın, enerjimizin bir zerresinin dahi bu hedef dışında kullanılmasına mani olmak zorundayız. Sözgelimi, bu tasayı duyanların adresi olmuş bir partinin engelli hakları çalışması, tek tek yurttaşların cümlelerini didikleyip sağlamcı dilin tasfiyesini hedefleyen tartışmalar yürütemez, iyi niyetle yardımcı olmaya çalışan yurttaşların özensizliklerinin kamusal alanda konu edilmesine vakit ayıramaz. Zaten böyle bir partide böyle bir çalışma hakaret sayılacak düşüklükte bakım aylıklarından, el yakan hasta bezlerinden, en temel eğitim, sağlık gereçlerine ulaşamayan yurttaşların şikayetlerinden, yollarında yürüyemediği, toplu taşımasını kullanamadığı şehirler yüzünden evine kapanan yurttaşlara el uzatma telaşından, bu tartışmalara takat de bulamaz.

Nasılına gelirsek, başlıkları azalttığımız kadar metotları sadeleştirmeye de mecburuz. Sesimizin kulağına her gün ulaştığı dostlara bıkkınlık verme pahasına tekrara düşmekten, herkesin biliyor olduğunu sandığımız gerçekleri, çelişkileri o en basit haliyle anlatmaktan, asgari ücretle bir günde yapılabilenlerle sarayın bir günlük harcamasını karşılaştıran posterleri uzun metinlere yeğlemekten geri durmamalıyız. Ancak böyle yazının başında söz ettiğimiz sorunun bir gerçekliği olabilir. Yurttaş sandığın başına gittiğinde kararını terazinin bir kefesindeki doymaz zenginlerle durmakta olduğu kefedeki yoksulluk arasında verebilir.

II- CAN GÜVENLİĞİ

Saray karanlığından bu sefer kurtulacağımıza umut bağlamış milyonların ne büyük bir mağlubiyet yılgınlığı yaşadığını, siyaset mefhumuna yönelttiği şiddetli hayal kırıklığını ve bu ruh halini takip eden takatsizliği, umutsuzluğu her birimiz en yakınımızda hissediyoruz. Bu pek insani ve anlaşılır tepki, elbette bir süre toplumsal hareketlilikler türetmeyi her zamankinden zor hale getirecek. Ancak daha şimdiden zamlarla, ormanlarımıza ve ormanları korumaya çalışanlara saldırılarla saray hatırlatıyor ki, siyasetle ilgilenmek bir tercih değil. Bu ülkede saray karanlığına direnmeye mecbur on milyonlar var, aradıkları enerjiyi yine söylenen sözlerin bazılarında mutlaka bulacaklar. O sözlerin sahibi olmak isteyenlerin üzerinden atlayamayacağı en büyük gerçek, bu ülkede her geçen gün insan yaşamının daha da kıymetsizleşiyor olduğu. En çıplak haliyle iktidar sahipleri cinayetler işliyor, bunların tüm kanıtları ortaya çıktığında da gerçeğin peşine düşenleri cezalandırıyor. İktidar hapishanelerin yurttaşlara karşı suç işleyenler için değil saraya karşı direnenler için olduğunu her geçen gün daha açık ortaya koyuyor. Örtülü af niteliğinde infaz düzenlemeleri ile IŞİD liderleri, kadın katilleri, organize suç örgütü kurucuları özgürlüğüne kavuşuyor, soluğu iktidar ortağı Bahçeli’nin yanında alıyor. Devlet, yoksul mahallelerinde uyuşturucunun yaygınlaşmasına artık yalnızca göz yummuyor, bunun önündeki engellerin sistematik bir biçimde kaldırıldığından emin oluyor. Ülkemiz her geçen gün en ufak bir kar artışı için emekçilerin hayattan koparıldığı, koparanların ayan beyan bilinseler de bedel ödemedikleri bir yer artık. Sözün özü, iş cinayetleri de, kadın cinayetleri de, uyuşturucuyla hayattan koparılan gencecik insanların kaybı da adli olaylar olarak ele alınamaz. Türkiye, emeğiyle hayatını sürdürmeye çalışan yurttaşlar için her geçen gün sokakları daha güvensiz bir ülke oluyor ve bu yalnızca bu ülkenin tepesine çöreklenen patronlar için daha karlı bir seçenek olduğu için oluyor. Sermaye her zamanki gibi, yalnızca yapabildiği için yapıyor. Bu noktada kırmızı çizgiyi ölüm kalımın ortasına, insanca yaşamak, gelecek hayalleri kurabilmek şöyle dursun basitçe hayatta kalabilmek için dayanak arayanların arkasına çekebilmek boynumuzun borcu. Tekil örneklerle şahit olduk, bu ülkenin insanı güç sahiplerinin masum insanları hayattan koparmasını içine sindirebilecek yapıda değil. İktidar trolleri ne kadar uğraşırsa uğraşsın, sevdiklerinin adaletini arayanlara kendi seçmenini dahi düşman edemedi. Fakat geçim derdinde değindiğimiz gibi bu başlık da, sahip çıkanı olmadığı için, sandığa gidildiğinde terazinin iki kefesinden birinde yer tutamadı. Şimdi önümüzde, “bunların derdi ne” sorusuna herkesin “bu dert benim de derdim” diyebileceği bir yanıt verme imkanımız var. Bunu yapmanın tek yolu, endişe edilebileceğinin aksine güç yettirmek de değil ayrıca. Umudunu burada arayanların, yok yere hayattan koparılan her insan için sonuna kadar mücadele ettiğimizi, elimizden gelirse bir bedeli olduğuna delalet örnekler türettiğimizi, hiçbir şey yapamazsak bu ülkenin kadınlar, emekçiler, gençler için daha tehlikeli bir yer haline geliyor olmasına her yurttaş gibi tasalandığımızı hissettirmemiz yeterli. AKP ile geçirdiğimiz yıllar bundan önce nasıl hayatta kalma savaşına dönüştüyse bundan sonra çok daha fazlasıyla yüzleşeceğiz. Emekçileri saflarına çağıran bir partinin bu yüzleşmeyi sırtlanmanın bir yolunu bulması, yurttaşlara mümkünse, olanca güçlü hissettirip değilse, yalnız hissettirmemesi her birimizin katkı vereceği ve herkesin dert edinebileceği bir iş.

III – MEMLEKET SEVGİSİ

Üzülerek söylüyorum, gidilecek en uzun yol burada başlıyor. Her seçim yenilgisinden sonra, “bu ülke bizim değil bizden nefret edenlerin ülkesi” anlayışının saflarımıza nasıl sızdığını, omuz başında aynı ağırlığın altında ezildiği kardeşlerini celladına aşık olmakla suçlayanları, hatta maalesef depremzedelerin oyunu, aldıkları yardımın karşısına koyanları izliyoruz. Elbette bu büyük oranda bir illüzyon. Saray karanlığına karşı duranların, ülkesini, ağzından vatanseverliği düşürmeyen kahramanlık meraklılarından çok daha sevdiği bir gerçek. Peki ülkesinin deresi, ağacı, okulu, fabrikası bu yağmacıların eline geçmesin diye neyi var neyi yoksa ortaya koyan bunca insanın arasından bu sesler nasıl bu kadar yüksek çıkıyor? Bence bunun ilk sebebi memleket sevgisini tereddütsüz ifade etmenin, milliyetçi gürültü kalabalığıyla vatanperverliği tekeline aldığını sananların gerçek yüzünü yüzlerine çarpmanın, buraya ait olmanın ırkçılıkla kolayca karıştırılması. Yenilgi yılları bize aitliği, su götürmez pek çok psikolojik üstünlük başlığını elimizden kaydırdı. Gelecek umudunu, güne tuttuğu ışığını bilimden alan sosyalistleri rahatlıkla duygusallıkla, idealizmle suçlayan liberaller, çok değil 50 yıl önce ajandalarını tatbik etmek için planlı ekonomiye saldırıyorken, bugün bizi gündelik düşünmekle itham edenler, akılcılığı, kendine ilkeler dışında söz söylememeyi bizim payımıza düşürenler… Güç kaybettik, kazanana kadar bunlara diş sıkacağız ancak sosyalistlerin memleketini bu ülkede kimseden daha az sevmediği gerçeği gerisine düşülecek bir mevzi değil. Her geçen gün hayatın dışına itilen insanların bu ülkeden kaçmayı bir seçenek olarak önüne koyması anlaşılabilir olsa da bizim için köklerimizi derinleştirmekten, bir gün bu ülkeden gitmek zorunda kalanların döndüğü bir yer yapmak için mücadele etmekten başka çare yok. Bu sebeple, acaba ırkçı, milliyetçi sanılır mıyız endişesi ile geri durulan radikal vatanperverlik bugün en muhtaç olduğumuz duygu durumu. Dahası, burada endişe edildiğinin aksine, gerçek memleket sevgisi ırkçılığı dışlar, ülkeye duyulan sevgi kendini nefretle var eden ideolojilere alan açmaz, aksine daraltır. Böyleyken, mevcut iktidarın açıkça ülkeyi işgal etmiş bulunduğunu, işbirlikçisi şirketler ve mafyalarla vakti yettiğince yağmaya devam ettiğini yüksek perdeden anlatmakta bir beis yok. Aynı geçim tasasında olduğu gibi, en basit çelişkileri tekrarla anlatmaya mecbur olduğumuz bu başlıkta da sesimizi ulaştırabilirsek ülkeye asıl ihanetin daha fazla kar için ormanlarını kesip, korumaya çalışan köylülere işkence etmek olduğunu gayet tabii anlatabiliriz. Bu tek ve yüksek sesi çıkarmanın tek yolu da iktidara yönelen nefretin halka taşırılmasına mani olabilmek. Gerçekten memleketini kurtarmaya inanmış insanların yüreğinde bu ülke insanına ne sebeple olursa olsun nefretin, antipatinin ve hatta alerji duymanın zerresinin yer tutamaması gerek. Bu ülke insanının ülkesine duyduğu sevgi ve ülkeye dair gururlanma iştahı mutlaka oy tercihine etki edecek. Bunun kuru hamasete mi yedirileceği yoksa gerçek memleket sevgisi ile mi ikame edileceği, bizim halka küsülmez düsturunu ne kadar belletebileceğimizle belirlenecek.

Özelleştirmeler, Körfez sermayesine karşı yükselen tepkiler, Irak işgali esnasında yükselen Amerikan karşıtlığı ve elde edebildiği sonuçlar… Biz, toprağının kendisine ait olmasını samimiyetle önemseyen insanlarla aynı coğrafyada yaşıyoruz. Bunu bugün insansız hava araçları, başka ülkelerin toprağındaki askerler veya memleketine en ufak faydası olmamış zenginlerin şaşalı hayatları simgeler olduysa, kusur herkesten çok bizim. Aynı konuları neresinden ele aldığımız, bu boşluğu doldurmak yönündeki kaygımızı sınar, samimiyetimizi ortaya koyar olacak. Sözgelimi, katledilen ormanlarımızın küresel iklim krizi ve ekolojik tahribatla alakasının kıymetini asla yadsıyamayacak olsak da, paylaşacağımız sözün bir şirketin bizim olan ormanı elimizden almasını içimize sindiremeyecek olduğumuz ortak paydasına dönmemiz gerek. Her başlıkta vurguladığımız üzere aradığımız, bir toplumda bulunanların ayrı ayrı motivasyonlarını listelemek değil, o toplumun tamamına, ¨evet bu doğrudur¨ dedirtecek sözü söyleyen olmaktır. Günün sonunda bu ülke, bu halk satılık değil diyenler inat ederlerse bu ülkeyi tapulu malı sananların ucuz edebiyatına mutlaka galip gelirler. Bu sebeple, sözünü esirgemeyen, yeri geldiğinde ihanetle, yeri geldiğinde halk düşmanlığıyla itham etmekten geri durmayan, şirketlerin el attığı tek toprak tanesini cebinden çalınıyor sayan radikal vatanperverlere ihtiyacımız var. Bu aidiyet, bu hayal kırıklığının içinden elbette kolay çıkarılmayacak. Ancak gidecek başka ülkesi olmayanların derinliklerinde bu çağrının karşılığı var.

Tüm bu anlatılanların doğru ifade edildiğinden emin olmak için tekrar ediyorum, bu yazımın meramı yukarıda yazılanların da gözden kaçmaması, bunların da göz önünde tutulması değildir. Bu üç başlığın dışında ne kalıyorsa bir siyasi partinin gündemi olmadığının tespiti ile teşkil edilecek bir yoğunlaşmadır. Hiç şüphe yok bu daralma sitemler, kalp kırıklıkları hatta belki kopuşlar üretecektir. Ancak memleketi kurtarma amacında olanlar bu samimi kırgınlıkları iknayla telafi etmenin yollarını da bulacaktır. Eminim ki bu yazıyı okuyan herkesle, hiçbir şeyde değilse de bir yol bulma mecburiyetinde ortaklaşıyoruz. Bu yol her neyse, bu yolu bulanların hayatını kolaylaştıracak, örgütlü hayatlarını kıvançla dolduracak veya mevcut önceliklerini tatmin edecek bir yol olmayacağına inanıyorum. Mücadelemizi milyonlarca emekçi ile buluşturmak istiyorsak sözleşmeyi kısaltmak zorundayız. İnanıyorum ki doğru anlatırsak beklediğimizden de fazla insanla sözleşecek, yol yürüyeceğiz. Bu yolun sonundaki amaca, bedeli yola çıkanlar için ne olursa olsun, rota keyfimizi ne kadar kaçırırsa kaçırsın varacağız. Yolun amaç haline gelmesi riskini de attığımız her adımda aklımızda tutacağız. Bu yazı bu hafızayı diri tutmaya en ufak bir katkı verdiyse, ne mutlu yazarına.

DAHA FAZLA