Güney Kore’de ‘Covid-19 denetimi’ adı altında göçmen işçilere yapılan ayrımcı uygulamalar insan hakları ihlalidir
‘’Yabancı uyruklu işçi çalıştırılmasına Covid-19 denetimi’’ konusu karantinayı önleme çabası değil, nefret ve ayrımcılık söylemi nedeniyle bir sorumluluk ihlalidir. Bu denetimin icra emri geri alınmalı ve insan hakları ilkelerine dayalı bir koruma politikası oluşturulmalıdır.
Çeviren: Doğa Baytaş
Güney Kore’nin Gyeonggi-do eyaletinden başlayarak, Seoul, Incheon, Gangwon-do, Jeollanam-do ve Gyeongsangbuk-do da dâhil olmak üzere ülke çapındaki yerel yönetimler, “yabancı işçilerin Covid-19 denetimi” için arka arkaya idari emirler yayınladı. İşten çıkarma süresi ve diğer ayrıntılarda bir farklılık olsa da tüm yerel yönetim kurulları, “birden fazla yabancı işçi çalıştıran işletme sahiplerinin” kayıt dışı işçiler ve patronlar dâhil olmak üzere tüm yabancı işçilerin Covid-19 teftişine belirli bir süre içerisinde tabi tutulması gerek” dedi. ‘’Bunun dikkate alınmaması halinde işverenler 2 milyon won’a kadar para cezasına çarptırılır ve olası bir enfekte olma durumunda devlet karantina masrafları da dâhil olmak üzere tüm masraflara karşı işçiden tazminat hakkına sahip olacaktır” maddesi genel olarak kararnameye eklendi. Yakın zamanda, Gyeonggi eyaleti göçmen işçileri işe almak için işe alım öncesi virüs tanı testleri uygulamasına dair kararname yayınlamıştı, ancak sivil toplum kuruluşlarının artan baskıları nedeniyle bu kararını geri çekti.
Tüm belediyeler, göçmen işçilerin kötü çalışma koşullarında ve yerleşik tesislerde çalışmaya zorlanmasından dolayı virüsün yayılmasına karşı savunmasız olduklarını ve kaydı olmayan göçmen işçilerin virüs tanı testlerinden kaçınması sorununun olduğunu söyleyerek, işçilerin denetlenmesini istiyor ve bu genel denetlemenin bir ayrımcılık politikası olmadığını belirtiyor. Dahası, yabancı işçileri denetleme politikası yalnızca “salgın hastalığı önlemek için en etkili yöntem” değil, aynı zamanda “göçmen işçilere yönelik nefret ve ırkçılık nedeniyle ortaya çıkan bir tedbir ve sorumluluk ihlali” olarak değerlendiriliyor.
Özellikle, bazı yerel yönetimler zorunlu Covid-19 tanı testlerinin etkinliğini vurgulamaya devam ediyor. Göçmen işçilerin çalışma ve barınma ortamları sebebiyle işçilerin şehirlerin merkezi ilçelerine yerleşip çalıştıkları düşünüldüğünde, virüsün yayılması beklenen bir sonuçtur. Fakat virüs tanı testlerine gönüllü katılımla birlikte sınır dışı edilme tehdidinin ortadan kaldırılması, dahası barınma ve çalışma haklarının daha fazla güvence altına alınması gibi girişimler, virüse karşı olan savunmasızlığı iyileştirmenin yanı sıra olası bir bulaşmanın da hızlı yayılmasını önlemeyi amaçlıyor. Fakat insan onurunu korumanın başka yolları olmasına rağmen, zorunlu Covid-19 tanı testi tek çözüm yolu olarak gösteriliyor. Hükümet, kesin olarak göçmen işçilerin virüs kapmalarını önlemek istiyorsa, göçmen işçileri zorladığı kötü çalışma koşullarını ve yaşam olanaklarını derhal düzeltmeli. Her şeyden önce, göçmen işçilere dayatılan Covid-19 testi veya kötü koşullar altında çalışmak zorunda kalmaktan başka çare sunmayan bir çalışma izni sistemi olan; “kayıtsız=yasadışı”, yani kaydı olmayan işçinin hiçbir sebep belirtilmeksizin yasadışı gösterildiği formül kaldırılmalıdır. Bütün bunlara rağmen, idari emirlerin tercihen "yasadışı yabancıları" utanmadan (?) teste tabi tutmaları da gündem konusudur. Virüs, ten rengine veya ırklara bağlı olarak farklı riskler oluşturmamasına rağmen, “tüm yabancı uyruklu işçilerin belirli bir zaman içerisinde gruplar halinde test edilmesi” yönündeki icra emri, virüsün yayılma nedeni için göçmen işçilerin suçlanması ve teyit edilen kişi sayısındaki artış olarak yorumlanabilir.
Şu anda, Bulaşıcı Hastalıkların Önlenmesi ve Yönetimi Yasası (Bulaşıcı Hastalıkları Önleme Yöntemi) yerel yönetimlerin keyfi çıkardığı tüm kararnameleri desteklemektedir. Bulaşıcı Hastalıkların Önlenmesi Yasası’nın 42. (bulaşıcı hastalıklara karşı zorunlu tedbirler); 46. (tıbbi tanı ve aşılama önlemleri) ve 49. (bulaşıcı hastalıkların önlenmesi) maddelerine göre, Hastalık Kontrol ve Önleme Ajansı (KDCA) veya yerel yöneticiler ‘'Bulaşıcı bir hastalığa yakalandığından şüphelenilen bir kişiye'’ yönelik kapsamlı bir tıbbi testi içeren çeşitli önlemler alabilir. ‘’Bulaşıcı hastalıktan enfekte olunması şüphesi’’ olarak adlandırılan durum çok geniş kapsamlı ve belirsizdir. Bununla birlikte, mevcut bulaşıcı hastalıkları önleme yasası netleştirilmiş sınırlamalar belirlemediği için, her yerel yönetimin keyfi yorumlamalarına alan bırakmaktadır. Tüm göçmen işçilere yönelik ‘bulaşıcı hastalıktan enfekte olunması şüphesinin bilimsel bir dayanağı bulunmayıp bunun ihmal edilmesi ve ayrımcı kararnamenin yanlış bir biçimde uygulanması ise şu anki durumu kötüleştirmektedir.
İlaveten, enfeksiyon olasılığı göz önüne alınmadan, belirsiz sayıda bulaşıcı hastalık şüphesi olanlar için zorunlu virüs tanı testi yaptırımı bilimsel olarak yeterli değildir. Bulaşıcı hastalıklar; (temas yoluyla) virüse maruz kalma, yayılma süresi ve semptom gelişimi gibi sıralamalardan geçer. Bu nedenle, bulaşıcı hastalıkların yayılması belirli bir zamanda yapılan kapsamlı testler ile önlenemez. Ayrıca, kesinleşmiş vakaların doğrudan teması gibi enfeksiyon olasılığının derecesini dikkate almayan ve rastgele gerçekleştirilen testler, test yönteminin kısıtlılığından dolayı yanlış sonuç gösterir ve test sonuçlarına olduğu gibi güvenmeyi de zorlaştırır. 2015'teki Mers salgınından bu yana tüm testlerin bilim dışı olduğu eleştirisi sürekli olarak gündeme getirilmektedir. Yine de hükümetin aynı politikayı tekrarlaması, bir şeyler yaptıklarını göstermeye çalıştıkları sorumsuz ve bilim dışı bir göz boyama politikasıdır.
Resmi kararnamenin hukuki dayanağı olsa bile, Uluslararası İnsan Hakları İlkeleri ve Anayasası’na göre ölçülülük ve eşitlik ilkesine muhakkak uymak zorundadır. Fakat görüldüğü üzere bu kararname, aciliyeti ve gerekliliğine dair kesin kanıtlar olmaksızın toplumdaki azınlık gruplarını hedef alan ayrımcı bir eylem olarak, eşitlik ilkesine açıkça aykırıdır. Ek olarak, enfekte olup olmama olasılığı gözetilmeksizin, kapsamlı yapılmış esas hakları kısıtlayan, nefret ve damgalama gibi sonuçlara neden olan ve bunları teşvik eden bir önlem olarak ölçülülük ilkesine de aykırıdır. Böylece, Uluslararası İnsan Hakları İlkeleri ve Anayasası açısından bakıldığında, bu kararname bir insan hakları ihlalidir ve hiçbir zaman haklı çıkartılamaz.
Merkezi Afet Güvenliği Karargâhı (CDSCH); Güney Kore'nin virüsle mücadele politikalarını denetleyen bir hükümet dairesidir. Karargâh, nefret ve ayrımcılıktan kaynaklanan politikalara aktif olarak karşı çıkmak ve insan hakları ilkelerine dayalı politikalar oluşturmakla yükümlüdür. Bununla birlikte göçmen işçi denetimine dair idari emire yönelik endişe ve muhalifliği açıklığa kavuşturmak yerine; emirin yalnızca "yabancı uyruklu işçilerin ortamlarını daha güvenli hale getirmenin bir yolu olduğu" ve "ayrımcı bir önlem olmadığı" tutumunu sergilemişlerdir. Güvenlik bahanesiyle nefret ve ayrımcılık yayan politikalara rıza gösterilmesinin ötesinde, aktif destekleyici bir ifade olması açısından bu durum daha da sorun yaratmaktadır.
Bu nedenle, sivil, sosyal ve insan hakları kuruluşlarının talepleri aşağıdaki gibidir:
1- Merkezi Afet ve Güvenlik Karargâhı (CDSCH); salgının önlenmesi bahanesiyle ayrımcılık ve nefret söylemini yayan tüm yerel idarelerin yürütme düzenine açıkça karşı bulunduğunu duyurmalı ve insan hakları ilkelerine dayalı bir karantina politikası oluşturmalıdır!
2- Tüm yerel yönetimler göçmen işçilere yönelik nefret ve ırkçılığa neden olan "Yabancı uyruklu işçilere Covid-19 Denetimi" idari emrini derhal geri çekmelidir!
3- Ulusal Meclis, mevcut bulaşıcı hastalıkları önleme yönteminde keyfi ve ayrımcı olarak yorumlanabilecek hükümleri gözden geçirmeli ve yerel yönetimler ve diğerleri tarafından yetkinin kötüye kullanılmasını kontrol etmek için önlemler hazırlamalıdır!
Kaynak: People Power