Haluk Yurtsever ve Deniz Yıldırım'la söyleşi: AKP'nin devleti kuramın neresinde?

Haluk Yurtsever ve Deniz Yıldırım'la söyleşi: AKP'nin devleti kuramın neresinde?

Neo-liberalizmin “küçülen devlet” “silikleşen sınırlar”, “global dünya” vaatlerini çok dinledik. Geldiğimiz nokta ise sermaye devletinin güçlenmesi, halkın yönetime katılım mekanizmalarının adım adım devreden çıkarılması, yürütmenin öne çıkması, otoriterleşme, bölgesel ve küresel pakt veya birliklerin anlamının sorgulanması ve ulus-devlet ölçeğinin kendini yeniden üretmesi oldu.

AKP Türkiyesi ise, yeni bir rejim inşasına sahne oluyor. Gerici sermaye diktatörlüğü kendi rejimini yaratıyor. Bu inşa sürecine, otoriterleşme, dinselleşme ve devletin dönüştürülmesi damga vurdu.

Bu hafta İleri Görüş’te AKP’nin devletini Marksist kuram bakımından tartıştık.

Haluk Yurtsever ve Deniz Yıldırım’a üç soru ilettik ve yanıtlarını aldık. Metin Çulhaoğlu, Ergun Çağlayan ve Çağdaş Oklap ise dosyamıza ayrı yazılarla katkıda bulundular.

ULUS-DEVLET YENİDEN ÜRETİLİYOR AMA…

DOĞAN ERGÜN: Neo-liberal dönem devlet tartışmasında kendisini "küçük-devlet" sloganıyla pazarladı. Bugün geldiğimiz noktada, devletin önemsizleşmesi veya küçülmesi söz konusu olmadığı gibi, bölgesel paktlar-birlikler de ulus-devlet ölçeği karşısında güç kaybediyor. Dahası, devlet içerisinde özellikle yürütme aygıtının ön plana çıktığını görüyoruz. Tüm bunlardan hareketle, devletin neo-liberalizmin küçülen devlet paradigmasının, gereksiz araçların törpülenerek yürütme çekirdeğini güçlendirilmesi şeklinde hayat bulduğu ve uluslararası kaotik ortamda ulus-devlet kategorisinin kendini yeniden ürettiği söylenebilir mi? 

HALUK YURTSEVER: Söylenebilir bence. Ama bu yeniden üretim, aynı zamanda 1648’den bu yana devletlerarası  ilişkilerin, hukukun, sınıf mücadelesinin temel birimi olan ulus-devletin bunalımda olduğunu da gösteriyor. Dünya pazarının tüm ekonomileri içine aldığı, sermayenin hareketinin ulus-devletleri aştığı bir tarih kesitinde ulus-devlet modeli küresel kapitalizmin gereksinmelere yanıt verecek ideal bir biçim olmaktan çıkmıştır. Ancak, onun yerine yeni, küresel, bölgesel  devletleşmelere de geçilemiyor. Geçilmesi bir yana, AB örneğinde olduğu gibi, en umut veren projeler bile geri tepiyor. Bu ölçüde eşitsiz ve hiyerarşik bir dünyada başka türlü olması da mümkün değil. Lenin 101 yıl önce, 1915’de müthiş bir öngörüyle bir Avrupa Birleşik Devletleri’nin ya imkânsız ya da gerici olduğunu söylemişti. 23 Haziran Brexit oylamasının, kapitalist ve birleşik Avrupa projesine dağıtıcı bir darbe vurduğu kesindir. Yalnız İskoçya’da değil, Londra’da bile Avrupa’da kalmak için Birleşik Krallık’tan ayrılma sesleri yükseliyor. Topraklarında güneş batmayan Britanya ulus-devleti bölünmenin eşiğinde.

Ulus-devletçiliğin, ulusçuluğun yeniden tırmanmasının nedenlerinden biri  “küreselleşme”, “imparatorluk”, “yeni dünya düzeni” kavram ve projelerinin büyük bir düş kırıklığı yaratarak buharlaşmasıdır. Yeni türden bir ulusçuluğun, savaş ve otoriterleşme eğilimlerinin yükselmesini, şimdiki gidişin üç tehlikeli boyutu olarak düşünebiliriz. “Devletin küçülmesi” sloganı ise tam bir aldatmacadır. Devlet, şiddet ve baskı aygıtlarıyla hep büyüyor.

DENİZ YILDIRIM: Elbette söylenebilir. Önce bir noktayı açalım. Neoliberalizm tarihsel seyri içinde en fazla evrim geçiren birikim stratejilerinden birisi. Dolayısıyla sürekli yeni kamusal haklara, hizmetlere ve varlıklara doğru saldırıyla kendisini genişleterek ilerleyen ve bunu yine devlet zoruyla, ekonomi dışı zorla tamamlayan karakterde. Bu değişmeyen özü. Birinci nokta bu. İkinci nokta bu strateji yine en başından beri kendisini “devletin verimsizliği, piyasanın rasyonelliği” masalı üzerinden kurup halk içinde yerlileştiriyor, yerleşik kılıyor. Bu da sermayenin halka karşı giriştiği birikim savaşını ideolojik kılıflarla örtmesine, maddi araçların yanında, manevi araçlarla da yumuşatmasına yarıyor. Sözünü ettiğiniz “küçülen devlet” masalı da böyle bir amaca hizmet etti. Gerçeğin üstünü örtmeye, kamu varlıklarının talan edilmesine, özelleştirme adı altında sermayeye transferine, hizmetlerin piyasaya açılmasına, emekçilerin kazanılmış haklarına saldırılmasına ve “devlet ekonomiden elini çeksin, krizler bu yüzden” bahanesi altında saldırıların meşrulaştırılmasına dönük bir hegemonya stratejisiydi.

Gelelim ikinci kısma. Aslında devletin güç kaybetmek bir yana, neoliberal dönemde daha da otoriter temelde öne çıktığına dair en erken işaretlerden birini 70’lerin sonunda Poulantzas vermişti. Yeni devlet içinde yürütmenin, yürütme içinde de sermayenin doğrudan temsil olanaklarını genişleten üst kurulların tekelleşerek daha da öne çıktığını saptamış; siyasal partilerin giderek aynılaşmaya başladığı, halktan devlete değil de, sermayenin yeni devletinden halka doğru bir meşrulaştırma aracına dönüştüğü tezini işlemişti. Haklı da çıktı; merkez sağ ve sol partilerin özellikle Avrupa’da, merkez kapitalist ülkelerde içine düştükleri temsil krizine bakınız. En son Britanya referandumunu bile bu çerçevede ele almak mümkün.

Bize gelirsek. Unutulmasın; bizde neoliberalizme geçiş en başından itibaren devlet zorundan yararlanılmasıyla, otoriter temelde mümkün oldu. 24 Ocak Kararları ve ardından gelen 12 Eylül darbesi. 12 Eylül’ün, askeri zorun emek hareketini, sendikal ve sınıfsal direnç noktalarını, ilerici sosyal ve siyasal örgütlenmeleri zor yoluyla tasfiyesi olmasaydı bugün neoliberal model Türkiye’de böylesine pervasız ve saldırgan temelde kurulabilir miydi? Kurulamazdı. Dolayısıyla başından itibaren neoliberal model bizde hiç de öyle “görünmez el”e yaslanmadı, asıl olarak “görünür bir yumruk”a dayandı. Bu yumruğa yeşil, kadife bir eldiven geçirdiler sadece.

Neoliberalizmin 97’de Asya Krizi sonrası geçirdiği evrimle birlikte bu kez “yoksullukla mücadele, şeffaflık, hesap verebilirlik, yönetişim” gibi stratejiler ve kavramlar devreye sokuldu. “Krizler oluyor, çünkü devletler yolsuz ve yoksulluğa da bu yol açıyor” diye özetleyebileceğimiz bu tez de 2001 Krizi sonrasında uluslararası tekelci sermayenin Türkiye’deki müttefikleriyle uyumlulaşan programını uygulamak için Türkiye’ye gönderilen Kemal Derviş tarafından uygulamaya sokuldu. 15 günde 15 yasa dayatmasını hatırlayalım; sendikalara “direnirseniz darbe olur” tehdidinde bulunduğunu da.

AKP bu programın üstüne geldi, bunu uyguladı. Yoksullukla mücadele stratejisini kendisinin İslamcı belediyecilikte geliştirdiği “hayırseverlik” pratikleriyle besledi ve hem neoliberalizmin hem de İslamcı siyasetin sosyal ve siyasal alanda daha da kökleşmesine çalıştı. Dolayısıyla neoliberalizmin hem birinci evresi hem de ikinci evresi otoriterliğe, otoriter devlete yaslanarak kuruldu hep. Devletin gerilemesi, küçülmesi gibi olgularda kastedilen devletin sol elidir; halka dönük kamusal faaliyetlerdir; devletin sağ eli, yani açık sermaye yanlısı karakteri, halka karşı tutumları ise tasfiye olmak bir yana daha da büyüdü.

SERMAYE SINIFININ OTORİTERLEŞME DIŞINDA ALTERNATİFİ VAR MI?

D.E: Günümüzde kapitalist iktidarın otoriter karakterinin güçlenmesinden söz ediyoruz. Bunun bir anomali olmadığını düşünüyorum. Yani, kapitalist devletin zaten doğasında kâr oranlarının arttırılması ve bunun için bütün araçların seferber edilmesi güdüsü bulunuyor. Ancak toplumsal ve sınıfsal mücadelelerin yükseldiği momentler iktidar aygıtının yeniden dizaynı zorunluluğunu beraberinde getiriyor. Otoriterleşme-faşizan eğilimler karşısında kapitalizm destekçilerinin herhangi bir gerçekçi alternatifi var mı, olması mümkün mü?

H.Y.: Otoriterizm tabii ki anomali değil. Kapitalist sınıfın toplumsal temeli daraldıkça, erkin merkezileşmesi, tekelleşmesi, otoriter yöntemlerin ağırlık kazanması, egemenlerin daha çok şiddete başvurması bu düzenin tarihsel eğilimi. İçinde yaşadığımız kaotik sürecin özgünlüğü ise, işçi sınıfının büyük bir hareketlilik içinde olmadığı, aynı anlama gelmek üzere sınıf mücadelesinin yüksek ve keskin bir düzeyde sürmediği bir kesitte, yönetenlerin bu yöntemlere başvurmak ihtiyacını duyuyor olmaları. Geleneksel rıza ve onay düzenekleri zayıflamış, etkisizleşmiştir. Sistem, karşısında güçlü-reel bir meydan okuma olmadığı halde eski yöntemlerle yönetemez, üst sınıflar arasında bile istikrar ve huzuru sağlayamaz durumdadır. 1920’lerin, 1930’ların faşizmiyle bugünkü otoriterleşme arasındaki esas fark burada. Almanya ve İtalyan faşizmlerinin ikisinin de güçlü, düzeni tehdit eden işçi hareketini ezmek üzere geldiklerini, yöneten sınıfların rıza ve onayını bu temelde sağladıklarını unutmayalım. Bugünkü durum ise, sorunuzun yanıtını, işçi sınıfı ve sosyalist hareket açısından tehlikeli gidişin içindeki devrimci olanağı haber veriyor: Bu kez, herhangi bir gerçekçi alternatifleri bulunmuyor.

D.Y.: Şu aşamada gerçekçi alternatifleri yok; bunu dünya ölçeğini ve kriz dinamiklerini baz alarak sorduğunuzu varsayıyorum. Kaldı ki Türkiye’yi de bu bağlama oturtarak bu soruyu yanıtlamak yine mümkün. Önce şunu belirtelim evrensel düzlemde: Özellikle 2008 krizi sonrasında krizin derinden sarstığı merkezlerde devletin otoriterleşmesi olgusunun daha da pekiştiğini söyleyebiliriz. Bu pekişme, az önce söylediğim neoliberalizmin hegemonik bir ideoloji olarak kendisini var ettiği ilk dönemlerden farklı bir karakter taşıyor; çünkü bu otoriterleşmenin “liberal” tezlerle açıklanması ya da aklanması da mümkün değil artık. Açık, gizlenemeyen bir sınıfsal karakteri var. Örneğin kriz sonrası Yunanistan’a, İtalya’ya, İspanya’ya dayatılan kemer sıkma politikalarına bakalım. Troyka bu süreçte Yunanistan’a doğrudan bir hükümet komiseri atadı; İtalya’da geçici olarak bir teknokratlar hükümeti kurdurdu. Bir bakıma kriz sonrasında tekelci sermaye, krizdeki ülkelerde yarı-sömürge bir otoriterleşme pratiği dayattı; asgari seçim, sandık üzerine kurduğu demokrasi anlatısını rafa koydu. Fiilen darbeydi, krizle mücadele adı altında meşrulaştırıldı. Bir de bunun üstüne özellikle ABD’de banka kurtarma operasyonlarına devletin aktardığı kaynakları koyalım; krizin maliyetini zor yoluyla halka yıkma, devleti sermayeyi kurtaracak mali ve siyasal önlemler için otoriter temelde yeniden yapılandırma olgusunu. Sermaye açısından kalan tek seçenek bu. Buradan bakarsak, otoriterleşme-faşizan eğilimler dediğimiz olgular, kriz ve sermaye birikiminde yaşanan dalgalanma olgusundan bağımsız değil ve sermayenin bizzat yaratıcısı olduğu bu kaostan gerçekçi alternatif çıkarma şansı yüksek de değil. Ancak buna karşı sermaye karşıtı bir toplumcu alternatifin güçlenmediği koşullarda da faşizm tehlikesi daha da büyüyor; bugün Avrupa’da ırkçı sağın yükselişe geçmesi; ABD’de Trump diye bir faktörün ortaya çıkışı. Tüm bunlar krizle birlikte biriken öfke, huzursuzluk sermayesini kendi lehine sömüren bir yeni faşizan siyaset dalgasının dünya çapında yükseleceğine dair emareler. Sadece Trump örneği bile bu açıdan anlamlı. Aynı zamanda bir büyük sermayedardan söz ediyoruz sonuçta.

Fakat “şu anda tekelci sermaye açısından faşistleşme gibi bir tercih var mı?” diye sorarsanız “şimdilik hayır” derim. Doğrudan bir sosyalist alternatif, güçlü bir işçi sınıfı hareketi yok karşısında; daha hegemonik araçlarla, kısmi tavizler vererek yönetmeyi şimdilik tercih ederler. Peki, bu gidiş karşısında “faşist hareketlerin yükselişini önleyecek araçlara, stratejilere sahipler mi?” diye sorarsanız; yani “isterler de, yapabilirler mi?” derseniz, buna da “hayır” derim; bu açıdan faşist hareketlerin yükselişiyle sermayenin bu hareketleri sistem içinde tutmak için kısmi tavizler verme, ortaklaşma arayışları içine girme stratejisi kaçınılmaz. Tıpkı Türkiye’de AKP’ye, Siyasal İslamcı yükselişe karşı tekelci sermayenin izlediği strateji gibi. Sabancı’nın “bu çocuğa bir şans verelim” söylemini anımsamakta, “oyuna çekme, ortaklaşma” stratejisi geliştirdiklerini yeniden belirtmekte yarar görüyorum.

AKP/SARAYA REJİMİ: SERMAYE DİKTATÖRLÜĞÜ VE GERİCİLİĞİN BİRBİRİNE MUHTAÇ OLUŞU

D.E.: Devlette özerklik tartışması iki türlü yapılabilir. Birincisi, sermayedarların kendi dar ve gündelik çıkarlarının basıncından kurtularak daha uzun vadeli ve toplumun bütününü razı etmeye odaklanmış bir yapılanmanın varlığıdır. İkinci olarak, devlet aygıtı ister istemez bürokratik kurumlarla birlikte anılır. Her kurum kendine ait bir araç-amaç bütünlüğü ve dolayısıyla bir ideoloji ürettiği için kapitalizmden bağımsız olmayan ancak göreli özerk alanlar oluşmuş olur. Bugün Türkiye tipi bir otoriter rejimin kullandığı devlet aygıtına baktığımızda bu bağlamda ne görüyoruz? Yani toplumun bütününü kapsama çabası ve sermayenin uzun vadeli çıkarlarının gözetilmesi bakımından Saray Rejimi'nin devleti ne gibi özgünlükler barındırıyor? AKP'nin devletinde kurumların önemsizleşmesi değil ama araçsallaşması had safhada. Yani, örneğin YÖK, örneğin Yargı araç olarak çok önemli ancak bir ideolojik çerçevede bütünleşmiş görünüyorlar. Yani kendilerine özgü, göreli özerk alanları sınırlı olsa da bir bütünlük içerisinde büyük değer taşıyorlar. Burada benim öne çıkardığım nokta, sermayenin gerici diktatörlüğü... Yani tüm bu kurumlar, sermaye çıkarlarına koşulsuz bir bağlanma içerisindeler ve bu koşulsuz bağlanmanın toplumsal, kültürel ve ideolojik harcını gericilik oluşturuyor. Otoriter-faşizan bir iktidarın bir ideolojik harca ihtiyacı mutlak mıdır? Türkiye bu bakımdan özgün bir örnek midir? Gerici ideolojinin sermaye diktatörlüğünü beslemesinin bu coğrafyadaki önemi ve gereği nedir? 

H.Y.: Sermaye, sürükleyici ve belirleyici kesimiyle hem kısa, hem de uzun vadeli çıkarlarının bilincindedir. Erdoğan iktidarı bu çıkarlar yönünde davrandığı için bugün bu ölçüde  güçlüdür. Sermayenin istediği her şeyi veriyor. Daha önemlisi, “ihracata yönelik” birikim modelinin gereğini yerine getirerek, yeni dış pazarlar kazanmaya yönelik emperyal bir siyaset izliyor. Devleti bir “ekonomik ajan” olarak kullanarak da sermaye içinde, kendisine damardan bağlı ve bağımlı kesimler yaratıyor.

Devletin “bürokratik kurumları”nın her birinin kendine ait özerk bir “araç-amaç bütünlüğü ve ideoloji ürettiği”, böylece “göreli özerk alanlar” oluşturduğu formülüne günümüzde ve hele de Türkiye’de sakınımlı yaklaşmak gerektiğini düşünüyorum. Osmanlı-Türk geleneğinde devlet, “devletin bekası” esastır. Erdoğan’ın tek adam rejimi, en azından şimdilik devletin tüm aygıtlarına hâkim ve yerleşmiş görünüyor. Emir ve komuta, sevk ve idare tek adamda merkezileşmiş durumdadır. Asker ve sivil bürokrasi bu iradeye tabi olmuştur. Askerlerden, başta dış işleri bürokrasisi olmak üzere sivil bürokrasiden, yargıdan, üniversitelerden bir tek aykırı ses çıkmıyor. Çıkaran anında tasfiye ediliyor. Korku, itaat eğilimini güçlendiriyor. Yine de Erdoğan rejimi göründüğü kadar güçlü değil. Çünkü arkasındaki siyasal blok ve devlet aygıtının ideolojik harcı sağlam değil. İkincisi, rejimin en sadık bürokrat ve yandaşları bile gelecekten emin değil. Bir adım geriletilip gidici olduğu gösterildiğinde, rejimin içinden, en yakın çevresinden başlayarak hızlı bir çözülme içine girmesi güçlü bir olasılıktır. Erdoğan bunu çok iyi biliyor.

Sözünü ettiğiniz kurumlar, tam da belirttiğiniz gibi sermayenin çıkarlarına koşulsuz bir bağlanma içindeler ve ideolojik harç bu bağlanma ile dinci gericilikten karılıyor. Otoriter-faşizan bir iktidarın ideolojik bir harca tabii ki ihtiyacı var ve bu aşamada bu harç, Kürt düşmanlığı ve Sünni –İslam kimliği öne çıkarılmış, yayılmacı aşı yapılmış Türk-İslam sentezidir.

Sorunun son bölümünü yanıtlamak için Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’in kuruluşuna tarihimizin önemli iki özgünlüğüne işaret etmek gerekiyor. Birincisi şudur:  Siyasal İslam, en başından beri, emperyalist kapitalizmle barışık, hatta onun işbirlikçisi bir akımdır. İkinci özgünlük, Türkiye ulus devletinin kurucu ideolojik harcının Sünni İslam olması gerçeğidir. Tencere-kapak durumu var. Bu yüzden sosyalistlerin sermaye gericiliği ile dinci gericiliği birbirinden ayırmayan, ama kendi dünyasındaki dindar yurttaşla din bezirganlarını ayıran bir mücadele yöntemi izlemesi gerektiğini düşünüyorum.

D.Y.: Kuşkusuz ki otoriter-faşizan bir iktidarın da denetlediği tabanı birarada tutmak ve diğer yandan da devlet aygıtlarının birliğini kendi etrafında sağlamak için böyle bir harca ihtiyacı var. Klasik diktatörlükten farklı olarak faşizan rejimlerin kitle desteğini seferber etmeyi önemsediğini, hegemonik araçlardan yararlandığını söyleyebiliriz. Bugün her türlü faşizan tedbir ya da kararın “milli irade”, “çoğunluğun kararı” gibi gerekçelerle meşrulaştırılmasında da bunu görüyoruz. Kitleyi etrafında tutacak, genişletecek araçları kullanıyor Saray; bunu yaparken de sürekli ana stratejisi içinde taktik değişikliklere, ittifak dizilişinde yeniden düzenleme yollarına başvuruyor. Özellikle İslamcılık üzerinden kurulan ve milliyetçilikle tahkim edilen bu harç; sadece toplumsal olarak emekçi sınıfların denetim altında tutulmasına da hizmet etmiyor; aynı zamanda rejime karşı duran, özellikle de ilerici muhalefet güçlerine karşı bir tehdide de dönüştürülüyor. Bu açıdan hegemonik bir despotizmle karşı karşıyayız. Kendi kitlesini gericilik, maddi tavizler ittifakıyla ikna ile denetlerken; karşı kitleyi ikna, rıza ile denetlemesi mümkün olmadığı için zor, baskı ile sindirmeye çalışıyor.

Fakat bu noktada; “sermayenin gerici diktatörlüğü” ifadesine yine de temkinli yaklaşmakta yarar var. Sermaye blok değil; bir iktidar bloğu var ve giderek bu blok kendi içinde iki hakim sınıf kesiminin birikim beklentileri ekseninde çatlama eğilimi taşıyor. Sermayenin hakim fraksiyonu bu dönemde büyük imkanlar yakalamış, büyük karlar elde etmiş, birikim olanaklarını genişletmiş olsa da; AKP’ye, Saray’a “haydi, çaresiz haldeyiz, bizim için gerici bir diktatörlük kur” demiyor; şartları yok. Evet, bu otoriterleşmenin farkındalar, evet dünya genelindeki kriz ve otoriterleşme eğilimleriyle bütünleşiyorlar. Ancak aradıkları şeyin bugünkü Saray Rejimi’nin diktatörlüğünün törpülendiği, daha hegemonik bir AKP modeli olduğunu düşünüyorum hala; Gül tipi AKP. Yolsuzluklara ve kamu ihalelerine yaklaşımları, “şeffaflık”, cılız da olsa yapılan “hukuk devleti” eleştirileri bu eksende. Uluslararası sermaye girişine bu kadar bağımlı bir ekonominin bu kuralların aşındığı ve “öngörülemez”liğin belirleyici şemsiyesi altına girdiği koşullarda sürdürülemez olacağının bilincindeler. Bu nedenle tekelci sermaye AKP’yle ortaklaşmış; ortak sınıf hedefleriyle, gericiliğe göz yumarak, bundan yararlanarak buralara gelmiş/getirmiş olsa da, “diktatörlük” konusunda aynı strateji içinde olduklarını, Saray’la birebir aynı düzlemde bir siyaset okumasına açık destek verdiklerini söylemek siyasi riskler de barındırıyor. İndirgemecilik riski de. Gezi’de özellikle Koç’un aldığı tutuma dikkat edelim; doğrudan karşısında konumlanmak yerine, geniş muhalif kitlelerin gözünde hegemonik bir pozisyon elde etme stratejisi izlediler. Bu nedenle iktidar bloğunun da Türkiye’nin nasıl yönetileceği meselesiyle ilgili taktikler konusunda çatallandığını görelim. Bunu çoğu zaman ihaleler, yolsuzluk ve özellikle de Merkez Bankası/faiz oranları tartışmasında görüyoruz.

 “Sermayenin gerici diktatörlüğü” dediğimiz modelde rejimin organik sermayesi, artık doğrudan sermaye birikimi açısından Saray’a, devlet imkanlarına, kamu ihalelerine bağlı olan kesimleri temsil eden bir tarif olabilir. Aktif rıza bu kesimlerdendir. Lidere aşk ilan edenlere, millete küfredenlere bakın; hepsi bu gerici diktatörlüğe doğrudan, göbekten bağlıdır. Ekonomi dışı zor dışında büyüme, ayakta kalma şansları yoktur.

Devlet aygıtlarının otoriterleşmesinden, hukuksuzluklardan büyük sermaye yararlanmıyor demek değil bu; fakat verili şartlarda “tamam, ideali budur” diyecekleri rejim de şu haliyle diktacı Saray Rejimi değil. Fakat Saray Rejimi, tekelci sermayenin yemini kesmeden, birikim olanaklarını daraltmadan, faiz meselesinde doğrudan bu kesimi dışarıda bırakmadan geldi bugüne kadar; bir bakıma ekonomik taleplerini gidererek siyasetsizleştirdi bu kesimi; dar kesimsel çıkarlara hapsederken siyasal hegemonyayı ve rejimi tekelci biçimde kendisi örgütlemeyi bu sayede başardı. Gerici diktatörlüğe karşı eylemsizleştirdi, “pasif rıza”sını kazandı. Hem maddi tavizlerle hem de yeri geldiğinde açıktan sopayı göstererek.

Bu nedenle tekelci sermaye kesimi daha hegemonik bir model arayışındadır elbette, bu bir; işin ucunun öngörülemez bir noktaya gittiğinin ve kendilerine de dokunabileceğinin farkındadırlar, bu da iki. Çok basit bir örnekle anlatalım; hakim fraksiyon bu rejime artık sopayla terbiye edilerek de rıza gösteriyor; Ahmet Hakan’a yapılanlar, Doğan Holding binasının basılması gibi olguları hatırlamakta yarar var. Türkiye’de krizin derinleşmesi ve birikim olanaklarının daha da daralması sonrasında Saray’ın bu diktatörlüğü Saray sermayesine ya da havuza kaynak aktaracak şekilde “el koymalar”la kullanmayacağını garanti edebilir mi bu kesim?

Kaldı ki TÜSİAD’da temsil edilen sermaye kesiminin öngördüğü otoriterlik; Kemal Derviş’in ve uluslararası finans kapitalin sınırlarını çizdiği, halkı karar ve yönetim mekanizmalarından tamamen dışlayan, şirketlere, üst kurullara ekonomiyi teslim eden teknokratik bir otoriterlik; bu otoriterliğin gericiliğin emekçi sınıfları daha fazla denetlemesi yoluyla hegemonikleştirilmesine onay verdiler. Zaten Türk büyük burjuvazisinin tarihi, adım adım laiklikten geri adım atılması ve 12 Eylül’le birlikte İslamileştirme stratejisine el verilmesi tarihi. Bu anlamda AKP bir ileri aşamaydı. Ancak bugün Erdoğan tipi değil; Gül tipi, Derviş-Babacan ekonomik modeliyle harmanlanmış bir Gül siyasetidir, böyle bir hegemonik gericiliktir tercihleri. Hakim sermaye fraksiyonunun siyasal-ideolojik hegemonya kapasitesi açısından Saray sermayesinden bir önemli farkı daha var çünkü. Saray sermayesi sadece AKP’nin denetlediği toplum kesimlerini gözeten tek yanlı bir strateji izliyor. Hakim sermaye fraksiyonu ise aynı anda AKP’nin emekçi sınıfları dinsellikle denetlemesi projesine olur verirken; diğer taraftan da AKP karşıtı kitleleri hesaba katan, ikili bir strateji izliyor. Gezi’deki tutumu bu bağlamda yeniden anımsatmak isterim.

AKP iktidara geldiği zaman nasıl sermayenin farklı fraksiyonlarını birleştiren bir hegemonya projesine güç verdiyse, bugün de bu birleşmenin olanaklarını giderek aşındıran bir rejim inşa ediyor. Tek fark şu; hakim sermaye fraksiyonunun ne bunu tersine çevirebilecek gücü var, ne de böyle bir süreci örgütleme cesareti. Girişirlerse altında kalacaklarını da biliyorlar; şirketlere el konmasını kolaylaştıran son kayyım düzenlemesi de bu yönde bir gösterge; sopa diyelim.  TÜSİAD’ın paniğinden de, görüşme çağrılarından da bu anlaşılıyor. Girişseler bile, diktatörlüğü ikame edecekleri sistem halkı tüm ekonomik-siyasi süreçlerden dışlayan neoliberal otoriter/teknokratik model; yani bir demokratik ufka sahip olmaları da imkansız.

Toparlarsak, hem objektif hem de sübjektif nedenlerle, “laik sermaye” vb. ile bu aralar güzellemesi yapılan kesimlerin öncülüğüne yaslanan bir dikta karşıtı laik, demokratik çıkış olanaksız. Türkiye’yi Saray’sız bir AKP Rejimi’ne muhtaç bırakacak, karları garanti altına alacak, içeride “istikrar”ı yeniden kuracak bir model dışında ufukları da olamaz. “Çıkış halkçı olacak; olmak zorunda” vurgusunu, Halkçı-Demokratik Atılım çağrısını yapmam bu şartlara, bu sosyal dizilişlerin analizine de dayalı; hakim sınıfların öncülüğünü yapamayacağı bir devrimci, halkçı cumhuriyet programında kuvvet toplamak ve stratejiyi bugünün aşamasına göre, eldeki koşullar ekseninde kurmak şart.

 

DAHA FAZLA