''Hiçbirimizin vazgeçme lüksü yok''

Söyleşi: Dilek Yılmaz - İleri Görüş

Özgür Çakır ilk öykü kitabı Yükşehir’de; fabrikaların kapısına kilit vurulurken şampiyonluğa da günlerin uzamasına da sevinemeyen insanlardan, enkaza dönüşmüş mekânlara, terkedilmiş parklardan isimsiz kasabalara okuru taşırken, şehirleri ağırlığıyla yüklenenlerin her türlü zorluğa rağmen varolma çabasını, gündeliğin ayrıntılarıyla anlatıyor.

Kitabın adı çok güzel ve bütün öyküleri tek bir kelimeyle sarmalıyor, sanki diğer on bir hikâyenin de adı Yükşehir olabilirmiş. Tüm hikâyeler değilse de ağırlıkla büyükşehir insanını anlatan öykülerin hepsinde, daraltılmış hayatlara sıkışanlar şehirleri yükleniyor. Birbirine yabancı kimse yok gibi, tanıdığımız birileriyle biz bize hikâyelerin içindelik hissiyle okuyoruz hepsini. Karakterlerin adları bile bugün çevremizde duyduğumuz yaygın isimler. Karakterlerinle bizim aramızdaki mesafeyi bu yakınlıkta nasıl oluşturdun, yazarlığına bu anlamda hangi deneyimler destek olmuştur?

Yazarlara on öğüt gibi kurallara uymamak belki en doğrusu. Yazmanın temeli bana göre okumak ve çalışmak. Benim en büyük okulum da nitelikli okumadır. Nitelikli okuma, eşittir iyi yazacağın anlamına gelmez, belirli bir disiplinde yazma alışkanlığı edinip okur-yazarlık hâlini bir arada yürütmek; yazıp-silmek, metni kısaltmak, uzatmak, yeniden yazmak, bir süre o öyküye dokunmayıp demlenmeye bırakmak, sonunda oldu dediğinde de artık kesmek -bu da önemli, öbür türlü de sarkabilir- kurguya da karakterlerin gerçekliğine de en büyük katkıyı bunun sağladığına inanıyorum. Türk edebiyatında bunu en iyi beceren, hiç kuşkusuz Sait Faik Abasıyanık’tır. Oktay Akbal anılarında anlatır, Sait Faik bir gezinti sırasında iskelenin yanında bir kahveyi gösterip hikâyeci gözüyle ilk gözüne çarpanın ne olduğu sorar. Oktay Akbal kahveye bakar, üç dört kişi oturmuş kâğıt oynayıp kahve içiyor. Duvarlarda İran Şahı’nın ve Atatürk’ün birlikte renkli basma resimleri vardır. ‘’Bu resimleri belirtirim,’’ deyince Sait Faik, ‘’Ulan o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be!” der. Kerteriz böyle bir şey benim açımdan.

Kitabın ilk öyküsü ‘’Çirkin Havuz’’da, işsizlikten çıkmaya umudu sonbahara bırakanların hikâyesini, ustalıkla tasvir edildiği biçimde gerçekten çirkin olduğuna ikna edildiğimiz bir havuzun etrafında duyumsuyoruz. Nemli bir yaz akşamının sonunda gökten düşen bir damlaya gülümseyerek biten öyküdeki gibi, dertlerini dünyanın sonu gibi yaşamıyor kahramanlar. Kaybetse de vazgeçmeyenlerin hikâyeleri diyebilir miyiz Yükşehir öykülerine ?

Diyebiliriz, hiçbirimizin vazgeçmek gibi bir lüksü yok çünkü.

Okuduklarımız bugünün öyküleri. ‘’Baskıyı Durdurun’’da maaşları ödenmeyen, çaresiz kupon yapan, görev diye zorla kanalizasyona indirildiğinde çökecek durumda olan bir bina gerçeğiyle yüzleşen, isyan eden gazeteci ve basın emekçilerinin hâli de tam bir bugün gerçekliği. Meslekten biri olarak gazeteciliğin ülkede bugün geldiği yeri nasıl görüyorsun?

Kimse, altında çalışanları yalan söylemeye mecbur bırakan patronunu ‘’öldürmeye’’ cüret etmedikçe, gazetecilik komada kalmaya devam edecek. İnsanın anne babasını öldürmesi gibi, Freudyen bir öldürmeden bahsediyorum. Bir çok alanda bunu yapan, buna cesaret edenler var. Gazeteci gerektiğinde patronunu öldürmelidir. Bu bağlamda Türkiye’de gazetecilik umutsuz vaka ve hayata dönmeyi bekliyor.

İşsizlik ve geçim derdi kitabın önemli temalarından. Hatta kitaba adını veren hikâyenin özü, bir beyaz yakalının iş görüşmesi sancısı ekseninde okura sunuluyor. ‘’Yalandan kim ölmüş. Yok öyle değil, yalandan koca bir ülke ölüyordu,’’ derken kahramanı hikâyeden çıkarıp yanımıza gönderiyorsun, ülke topyekûn Yükşehir’e dönmüşken, üstümüze yağan öldürücü yalanlarla Yükşehir’ler arasında nasıl bir bağ var?

İkisi karşılıklı birbirini besliyor. Basitçe aileden başlarsak, mahalleye, işyerine, şehire, ülkeye varırken söylenen yalanlar söyleyenlerle birlikte çığ gibi büyüyor. Yalanın ne olduğundan çok bunun varolması mesele. Patlayacağı yeri bilmiyoruz. Kendiliğinden bir patlama da olabilir, örgütlü bir biçimde de olabilir. Bunun da bir matematiği yok, iki yıl önce Gezi’de olduğu gibi. Ben bir süre sonra bu kabuk değişiminin yaşanacağını düşünüyorum, içinde bulunduğumuz biçimde sürdürülebilir bir şey değil çünkü.

‘‘En iyisi gitmek ama nereye’’ dediğin yerden devam etsem… Nereye gitmeli?

Doğrusu; bu, hikâyenin içinde olan bir şey. Oradaki ‘gitmek’ zaman zaman birbirimize ve kendimize sorduğumuz soru. Ama gerçekte gidilecek yer, burası.

"İlişkiler de tarhana çorbası yapmaya benziyor işte. Azıcık başından ayrıl topak topak oluyor" veya ‘’Çeviri hatası gibi’’ diye tanımlanan, hikâyedeki anneye ‘’senin gerçek sandıklarından da kalmadı’’ denilen ilişkilerde, bugünün ilişkilerine bir serzeniş var. Var mıydı, kalmadı mı, yeni dönem edebiyatında büyük aşk hikâyeleri okumamamızla bunun bir ilişkisi var mı ?

Bununla ilgili olarak Murat Uyurkulak’ın geçen gün okuduğum bir söyleşisinden alıntı yapabilirim. Tıklım tıkış metrobüslerde gidip gelirken gerçek bir aşkı yaşayamayız. Devamında da şunu ekliyor, bizi buna ancak değiştirmeye yönelik çabamız ve sonunda elde edeceğimiz durum yaklaştırabilir. Bunun iyi bir özet olduğunu düşünüyorum.

Yeni dönem erkek yazarlarda eril dil baskın. Senin hikâyelerinde de anlatıcı çoğunlukla erkek karakter. Zaman zaman dil buna çekilse de kadının gözünden de bakan, ilişkilerde belirgin biçimde taraf tutmayan bir dili var öykülerinin. Sıkça karşılaşmıyoruz, bu eşitlik senin için önemli mi, nasıl sağladın?

Yazarken benim için bir kriter değil ama herhalde benimle ilgili ve yazdıklarıma yansıyor. Bir erkek dünyası var ve daha baskın, evet. Bu bahsettiğimiz erkek karakterler sınıf bilincinin eşiğinde, henüz hiç bir şeyin kendinde olarak farkında değiller ama hayatla ilgili küskünlükleri, hayata küfretmek ya da sorumluluğu başkalarına atmak gibi değil, sadece henüz debelenme aşamasındalar. Bu karakterler başka öykülerde yaşayarak başka şeyler de yapabilirler, ama dillerini koruyacaklar. Bunların hayatla derdi var, birbiriyle değil, kimi işten kovulur, kimi işe girdiğine sevinemez, kimi depremde herşeyini kaybeder… Kitapta kadın karakter az ve kadını yazmanın zor olduğunu düşünüyorum. Bildiğimiz en iyi erkek yazarlar bile kadın karakter üretmek, onları konuşturmak ve hayatına değmek konusunda çoğu zaman sırıtan şeyler yazıyorlar. Elbette bu, iyi örnekleri yok demek değil. Kadın karakter yazayım diye bir derdim olmamakla birlikte şu anda üzerinde çalıştığım dosyada daha fazla kadın karakter var. Dünyada ve bu ülkede, erkeklerden daha fazla hikâye olmaya değer şeyler yaşayan kadınlar var ve bir yazar için bu malzemeyi kullanmamak aptallık bir yanıyla da.

Türkiye’de özellikle yakın dönem öykücülerinin eleştirildiği konuların başında, hikâyelerin varoluş sorununa sıkışması, kendini anlatmaktan çıkamama ve karamsarlık geliyor. Yükşehir’de de bildiğimiz dertlere yeni bir yazarın kendi bakışından yorumu var. İlk kitap hikâyelerinin, yazarından otobiyografik izleri çoğunlukla taşıdığı söylenir. Yazar olarak senin hikâyen kitabın hikâyelerine ne kadar karışmış olabilir, kurmaca olması yönünde bir çaban oluyor mu?

Bütünüyle kurmaca olması için özel bir çabam var diyemem ancak bu kitaptaki hikâyeler birebir gerçeği yansıtmıyor. Zaten iyi okurun bunu ayırdettiğini de düşünüyorum. Bildiğiniz bir şeyi aynen de yazabilirsiniz, bunu yapan çok başarılı arkadaşlar da var ama bana ağırlık gibi geliyor. Örneğin tarihsel olayların yazımı da tartışma konusudur. Birileri çıkıp yüz elli yıl öncesine ait döneme karakterler sokuşturup ortalama bir dille roman yazmayı tercih edebiliyor ve okunuyor da. Gezi döneminde de bu konu çok tartışıldı. Bence bunun için de belirli bir demlenme süresine ihtiyaç var. Ama baktığımızda bugün hâla 12 Eylül’ün yazılamamış olduğunu da görüyoruz. Bunların dışında da yazacak çok şey var aslında, yazar düşünse yeter. Gazetecilik kökenim sebebiyle bu anlamda avantajlı olabilirim. Her üçüncü sayfa haberi öykü yapılmaz ama eğer doğru düzgün kısacık bir haber dahi doğru kaynakla sunulmuşsa, bir üçüncü sayfa haberi de kurgu için fırsattır. Bu kitaptaki hikâyeler ağırlıkla kurgu olmakla beraber fantastik değiller. Öyle günlerden geçiyoruz ki, haberlere baktığımızda duyduklarımız fantastik öykünün önüne geçiyor zaten. Karamsarlık meselesine gelirsek, geçenlerde eskileri karıştırırken David Harvey’in Postmodernliğin Durumu kitabındaki modernizm postmodernizm karşılaştırmasında yeniden hatırladığım, paranoyanın postmodernizmdeki karşılığının şizofreni olduğu. Biz şimdi toplum olarak ona yaklaşmış durumdayız. Burada şizofren öyküler yok ama kahramanlar belki de onun eşiğine biraz yaklaşmış, bundan da kurtulmaya çalışan, hepimizin yanında, etrafında olabilecek kadın ve erkek tiplemeler.

Mizahi dil ve tasvir yoğunluğu bir arada kısa öykü için risk kabul edilebilir. Cesurca kullanılmış ve dilinin ayırdedici unsurları gibi, sunulduğu biçimde yalın anlatımı da bozmuyor. Konuşan kişilerle devinen öyküler okuyor okur. Tırnak içinde, edebiyat yapmayan bir dili var öykülerin. Sahici ve ritmik bir anlatımla, özellikle diyalogları gerçek yaşamın aslına uygun olarak okura sunuluyor. Bununla beraber ve dışında, sen kendi yazarlık tavrını ve tarzını nasıl tanımlıyorsun?

Tarzım budur diyemem, buna okur karar versin. Mizahi dil de özellikle tercih edilmiş birşey değil aslında, mizah tutunma çabasıyla ilgilidir. İfrada kaçmadan, yapıştırılmış gibi durmadığı sürece yazarın tercihidir. İyi bir diyalog yazmanın da kolay bir iş olmadığını düşünürüm. Kendim de gerçekçi metinleri okumayı seviyorum. Genç ya da çağdaş diye anılan yazarlar beni katmayabilirler belki, ama ben kendimi onlarla kardeş gibi görüyorum. Bu damar bence daha da güçlenmeli. Son yıllarda bundan kopuş eğilimi var. Farklı tarzları okumak da zevkli bir deneyim ama ben içinde yaşadığımız dünyanın gerçekliğiyle bağı olan hikâyeler yazmayı ve okumayı daha fazla seviyorum.

‘’Havada Eylül Kokusu Var’’da geçtiği gibi, iyimser olmaya neden arayanlarla kötümserlerin çekişmesinde senin öykülerin sence nerede duruyor?

İkisi de değil bence. Gramsci’nin sözündeki gibi; aklın kötümserliği, iradenin iyimserliği…

Kitabı yayınlatırken bu dünyaya dahil olmak kaygılandırdı mı?

Kaygılandırmaz mı? İnsanın yazdıklarını basılı bir kitaba dönüştürmesi iyi-kötü her türlü eleştiriyi de göze alması demek. Somutlaşmış bir kitap aynı zamanda sorumluluk. Herkes böyle hissetmeyebilir tabii, bilemiyorum. İster kabul et ister etme, günlük tutmuyorsun ve beğenilmeme riskini alıp bu yola giriyorsun. Sonunda kitap oluyor, beğeniliyor ya da beğenilmiyor. Ben yayın öncesi, yakın çevremden, farklı okuma alışkanlıkları olan bazı arkadaşlarıma okuttum. Söylendiği gibi, aşırı alçakgönüllükle kibir bir yerde buluşuyor ve amatör yazarın bunu aştığı bir nokta oluyor. Aldığım yorumlar kendi kibirimi yenmeme yardımcı oldu. Eleştiriden çekinmiyorum. Keşke daha da nitelikli bir biçimde yapılsa. Edebiyatta da her yerde olduğu gibi bir oligarşi var. Keşke bazı yazarlar daha fazla dayanışma içinde olsa ve yeni yazarları teşvik etmeye çaba harcasalar. Keşke akımlar çıksa yeniden. İnsan bu tür biraraya gelişleri özlüyor. Bence bu düşmanlık yaratmaz, tersine edebiyat adına geliştirici olur.

Sende iz bırakan yazarlar…

Sait Faik Abasıyanık, Füruzan, Vüsat O’Bener ilk aklıma gelenler. Günümüzde, daha doğrusu Sait Faik’ten beridir onun kadar iyi yazmaya çalışan bir çok değerli yazar var. Bunlar içinde Füruzan’ın, kadınlık durumlarını gerçekçi tarzıyla psişik hâllere sokmadan vermesi çok hoşuma gider. Bence Türk edebiyatında Füruzan gibi kadın öykücülere ihtiyaç var. Çağdaş öykücülerden özellikle ilk dönem yazdıklarıyla Cemil Kavukçu’yu söylebilirim. Barış Bıçakçı, Behçet Çelik, Necati Tosuner, Türker Ayyıldız, Ahmet Büke, Berna Durmaz, Fuat Sevimay, Mehmet Fırat Pürselim yazdıklarını takip ettiğim başarılı kalemler. Murat Uyurkulak bence Türkiye’de roman konusunda bambaşka bir noktada duruyor. Yabancılardan Raymond Carver ve Roberto Bolano’yu çok severim. Carlos Fuentes, Julio Cortazar, Gabriel Garcia Marquez çok özel isimler. Dil, bellek anlamında Marcel Proust, pazarlıksızlığıyla Louis Ferdinand Celine çok değerliler. Bitmez bu liste. Bunun dışında gündemle ilgili olarak Fehim Taştekin’in Suriye kitabını yeni okudum, meseleyi anlamak üzere çok iyi bir başucu kitabı olmuş.  

DAHA FAZLA