İleri Görüş – Gürer Mut
Bu haftaki dosya konumuzda tartışmamız şu: AKP’nin Türkiye’ye özgü bir faşist rejim inşa ettiği söylenebilir mi? Bu konuyu açmak için, bir başka faşist rejim örneği olarak Nazi Almanyası’nın inşa sürecine göz atmak istedik. Hitler’in iktidar yolculuğu ve geçtiği aşamalar, kapitalistlerle ve emperyalistlerle ilişkileri, toplumsal mobilizasyon becerisi gibi başlıkları ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Mehmet Okyayuz ile konuştuk.
İlk önce tarihsel bir uğrak olan Weimar Cumhuriyeti ile başlamak istiyorum. Almanya siyasi birliğin kurulmasıyla hızla gelişiyor ve sömürgelerin yeniden paylaşımı için İngiltere, Fransa ve Rusya ile savaşa girişiyor ve kaybediyor. Yaşanan siyasi kaosun ardından şoven bir söylemle Nazi partisi iktidarı alıyor. Nazi partisinin iktidara gelme sürecini ve Almanya’daki siyasi durumun bir özetini yapmanız mümkün mü? Bir de bu süreçte, Hitler’in iktidarı mutlak anlamda ele geçirmek için neler yaptığını, parlamentoyla ilişkisini, kendi toplumsallığını nasıl mobilize ettiğini de açabilir misiniz?
FAŞİZM BİR BURJUVA İKTİDAR BİÇİMİDİR
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya’da (radikal muhafazakar bir ideoloji olarak) faşist hareket, sağ diskurun çekim merkezi haline gelip parlamenter sistemin tüm olanaklarını kullanarak/sömürerek adım adım iktidara yürümüştür. Bu yürüyüşü destekleyen üç ana faktörden bahsetmek mümkün:
2. Ekim Devrimi sonucunda hem devletlerarası düzlemde hem de çeşitli ulusal düzeylerde değişen sınıf ilişkileri. O zamana kadar dünyayı nispeten “pürüzsüz” sömüren burjuvazi, ilk kez sosyoekonomik imtiyazlarını kaybedebilecek bir durumla karşı karşıya gelmiştir. Bu bağlamda, gelişmiş bir “burjuva kültürüne” karşı kendi gelişmiş “proleter kültür”ü ekseninde toplumsal devrim hazırlıkları içinde olan güçlü Alman işçi hareketinin bir kısmı sosyalist devrim hazırlığı içerisindeydi. Alman burjuvazisi, bu koşullarda, faşizmi kendi sınıfsal çıkarları bağlamında hem medya gücüyle hem de maddi açıdan desteklenmeye başlamıştır. Faşizm ile egemen sınıflar arasında – sembiyotik ilişki diye adlandırabileceğimiz – bu ilişki olmaksızın faşist hareketin ne İtalya’da ne de Almanya’da iktidara gelmesi mümkün olmazdı. Özetle, istisnalar dışında (ki elbette ‘anti-faşist’ olan muhafazakar ve dindar kesimler de mevcuttu); Sol’un dışındaki hemen hemen tüm siyasi-ideolojik oluşumlar dolaylı ya da dolaysız faşist parti ve yan örgütlerine destek vermişlerdi. Bir anlamda, günümüzde herkesin ağzında olan, faşist bir HEGEMONİK projeden ve bu projenin başarısından bahsetmek mümkündür.
GÜÇLÜ İKTİDAR, ENGELSİZ SİYASİ İŞLEYİŞ
Bu üç genel genel çerçeve koşullarının ışığında biraz daha somuta inelim. 30 Ocak 1933’te Hitler, dönemin Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg tarafından Alman Reich Şansölyesi (Deutscher Reichskanzler) ilan edildi. Bu ilan, faşist propagandanın 30’lu yıllardan itibaren temel söylemini oluşturan Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer (Tek bir Halk, tek bir Reich, tek bir Führer) ifadesinin siyasi vücut bulmasıydı. Hitler ve partisi, parlamenter sistemin güçsüzlüğünü vurgulamak için bu ifadeyi kullanmışlardı. Şansölye ilan edilmesiyle birlikte, istenilen iktidara bir adım daha yaklaşılmıştı. İlandan birkaç ay sonra özel yasa ve yönetmeliklerle, parti yasaklamalarla vs. çoğulcu demokrasi ve hukuk devleti tasfiye edilmişti. İktidarı mutlak anlamda ele geçirmenin önemli başka bir evresi, 24 Mart 1933 tarihli, Hitler’e nerdeyse sınırsız yetki veren Ermachtigunsgesetz’dir (Yetkilendirme Yasası). Buna göre, Hitler salt yönetmelik ve yasa çıkarma konusunda yetkilendirilmemişti. Ayrıca, ki bu bir ilk sayılabilir, dış ülkelerle antlaşma yapma yetkisine de sahipti bundan böyle.
Daha önce, KPD üyeleri hapsedilmiş, faşizmin ilk kurbanları olan komünistlerin seçim faaliyetleri yasaklanmıştı. Yetkilendirme Yasası oylandığında, KPD parlamentoda temsil edilmiyordu artık; SPD’nin karşı oyu ise kötü sonucu engelleyememişti. Zira faşist parti, yine aşırı Sağ’da konumlanan DNVP ile (Deutschnationale Volkspartei/Alman Milletçi Halk Partisi) parlamentoda mutlak çoğunluğa sahipti. Bundan böyle, yasama ve yargı organı yürütmede “birleştirilmiş”, erkler ayrımı yapısı tasfiye edilmişti. Darbesiz, adım adım, egemen sınıfı tarafından desteklenerek, paramiliter örgütlemeye giderek, krizden faydalanarak, parlamenter sistemi kötüleyerek, “entelektüel” ve bilim camiasından hegemonya inşa sürecine katkı sağlayarak vs. vs. iktidara gelmiştir.
Yürütmenin yasama organı üzerindeki etki ve yetkisini genişletme çabasını ne yazık ki, Türkiye’de de gözlemlemek mümkün. Burada, güçlü bir iktidar vurgusu ve engelsiz siyasi işleyiş argümlarıyla karşı karşıyayız. Oysa ki, Hukuk Devleti (ki bu salt Kanun Devleti olarak anlaşılmamalıdır) nosyonu birincil olmalı, ve bu birincilliğin yerine başka hiçbir şey getirilmemeli. Bu algı ve anlayış değiştiği an, devamı çorap söküğü gibi gelir. Toplumsal hassasiyetler, bu konuda geliştirilmeli. Ülkemizde, ilginçtir ki, kendilerini “liberal” diye adlandıran bazı kişilerin de parlamentoyu işlevsiz kılma çabalarına sahip olduklarını gözlemleyebiliyoruz. Bu eğilim, başkanlık tartışmaları bağlamında gittikçe yaygınlaşmaktadır. Ancak, elbette, bu eğilime karşı çıkan insanların sayısı hala az değil. Bu durum umut vericidir. Almanya örneğine bakmak uyarıcı bir niteliğe sahip olabilir ve olmalı bu bağlamda. Tarihe bakarak olabilecekleri görmek, günümüzü ve geleceğimizi daha iyi anlamamamızı sağlar diye düşünmekteyim.
EN KÖTÜ ANLAMIYLA TOPLUMSAL MOBİLİZASYON
Akademisyenlerin imzaları üzerinden yürüyen tartışmalarla ilgili neler söylemek istesiniz? İnsanların fikirleri nedeniyle suçlu ilan edildiklerini, bu süreçte Hukuk Devleti’nin ortadan kalkışına ilişkin işaretleri görüyoruz….
İfade özgürlüğü (ya da Almanya'da ve bizim anayasamızda kullanıldığı şekliyle Meinungsfreiheit/Düşünce Özgürlüğü) Hukuk Devleti’nin olmazsa olmazıdır. Ki, Alman anayasasında Meinungsfreiheit kapsamına sanat, bilim, araştırma ve eğitim/öğretim alanları da alınır. Ülkemizde de, konumuzla bağlantılı olarak, hiç kimse "düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz". Ancak, son günlerde olup bitenler iki açıdan bu temel yaklaşımı zedelemiştir.
Birincisi; birçok akademisyen yasal açıdan “suç”lu ilan edilmekle kalmayıp “ahlaki” açıdan da hedef gösterilmektedirler. Bu iki unsur birleştiği an, en kötü anlamıyla bir “toplumsal mobilizasyon”dan bahsetmek mümkündür. Bu, tehlikeli ve durdurulması zor bir gidişat.
İkincisi; bu konuda konuşması gereken “uzmanları” değil, siyasi-ideolojik yakınlıklara (ve/veya uzaklıklara) sahip olan kişileri görüyoruz medyanın çeşitli platformlarında.
Düşünce özgürlüğünün savunulması, herkesin ortak amacı olmalı.