Hollanda Dışişlerindeki ırkçılık üzerine
Sosyalistlerin yükümlülüğü ve farkı; toplumların da insanlık suçu oluşturan bu ideolojilerin de geçirdiği tarihsel süreçleri ve bu ikisinin bütünlüğünü görmektir. İşte bu nedenledir ki sosyalistler hedeflerine direkt olarak düzeni koyarlar.
Güven Güngör
“Black Lives Matter” protestolarının ardından bağımsız olarak yürütülen bir soruşturma sonucu Hollanda Dışişleri Bakanlığında özellikle siyahi ve Müslüman çalışanlara yönelik ırkçılığın ve ayrımcılığın yaygın olduğu sonucuna varan rapor geçtiğimiz günlerde yayınlandı. [1] Bakanlık Genel Sekreteri özür diledi, Dışişleri Bakanı ise konuyu ele alacaklarına dair açıklamalarda bulundu.
Irkçılığın kökeni; köleciliğin ve emperyalizmin sömürülen halklar üzerindeki yıkıcı sonuçlarının meşrulaştırılması çabasına ve bu sonuçların doğurduğu koşulların kendini yeniden üretmesine dayanır. Tarihsel olarak dünyanın sayılı kolonicilerinden olan Hollanda da bu süreçlerin ve sonuçlarının dışında değildir. Metin Çulhaoğlu'nun kalemiyle:
"[ABD'den bahsederek] Bu ülke 1860’ların sonunda ve 70’lerde “kölelik karşıtı” yasalar çıkarmıştır. 1950’li yılların ikinci yarısında ve 1960’larda ivme kazanan “sivil haklar hareketiyle” ırk ayrımcılığına karşı kazanımlar elde edilmiştir, vb. vb... Ama bugün ABD’de ırkçılık hala vardır ve şişenin darboğazına gelinmiştir. 1800’lerin ikinci yarısına ve 1960’lara dönüp eski kazanımları teyit etmek pek bir anlam taşımayacağından ileri sıçranması, yani şişenin boynunun ve tıkacının patlatılması gerekmektedir." [2]
Şişenin boynu, mevcut düzenin sınırlarıdır. Anayasal hak kazanımları, toplumsal yaşamda ırkçılığa son verememiştir, veremez. Çünkü halkların eşitlik ve özgürlük mücadelesinde ön koşul, insanın temel ihtiyaçlarını, eğitim ve çalışma haklarını güvence altına alabilen sosyalizmdir.
Geçtiğimiz 4 Aralık günü, ABD'de diğer ırk ve etnik kökenli sosyalist gruplarla dayanışma içerisinde siyahi hakları için mücadele eden sosyalist Fred Hampton'un FBI tarafından katledilişinin 53. yıldönümüydü. Sermaye ırkçılığın sınıfsal kökenlerinin farkındadır ve bu ateşi harlamaya devam etmektedir.
İslamofobi ve Müslüman halk kesimlerinin algılarda terörize edilmesi ise Orta Doğu’daki çıkarları için bütün bir coğrafyayı savaş alanına çevirerek yeniden dizayn etmeye çalışan sermayenin ve sermaye güdümündeki devlet politikalarının yarattığı, maşa olarak kullandığı ve sonunda keskin ucu kendilerine dönen dinamiklerin bir sonucudur.
Orta Doğu’yu kan gölüne çeviren unsurları kimin finanse ettiği, eğitim kamplarının nerede olduğu, bunların hangi kesimlerde nasıl karşılık bulduğu ve sonuçlarının kimin işine yaradığı soruları bizleri yine sermayeye ve sermayenin kaçınılmaz ihtiyaçları gerçeğine götürmektedir. Bu ihtiyaçlar sınırsız büyüme, pazar arayışı, neticesinde işgal ve yayılmacılık olup; bölge halklarına ise savaş, kan ve gözyaşı olarak tezahür etmektedir. Bu noktada sorumluluğu sistemin ve aktörlerinin sırtından alıp tekil bireylerin kişisel ve vicdan dünyalarındaki sözümona eğilimlerine atmak, ancak sermayeye hizmet eden popülist ideologların üretebileceği söylemlerdir.
Sosyalistlerin yükümlülüğü ve farkı; toplumların da insanlık suçu oluşturan bu ideolojilerin de geçirdiği tarihsel süreçleri ve bu ikisinin bütünlüğünü görmektir. İşte bu nedenledir ki sosyalistler hedeflerine direkt olarak düzeni koyarlar. Irkçılığın ve ayrımcılığın son bulabilmesi için ön koşulu olan sosyalizmin “yaşamak için sosyalizm” olması da bu noktada anlam kazanır. ABD’li siyahi sanatçı Paul Robeson’ın 1957 yılında Anti-Amerikan Faaliyetleri Meclis [Araştırma] Komitesi tarafından çıkarıldığı “mahkemedeki” ifadeleri her şeyi özetlemektedir: “1934’te Rusya’ya ilk kez gittiğimde, ilk defa tam anlamıyla bir insan gibi hissettim. Missisippi’deki gibi ırkçı ön yargı yok, Washington’daki gibi ırkçı ön yargı yok.” [3]
Kaynaklar:
[1] "Hollanda Dışişleri Bakanlığındaki Irkçılık Endişe Verici" - Perspektif