İktidarın genelgeler rejimi bize ne anlatıyor?
Öncelikle malumun ilamıyla başlayalım: Pandeminin ilk gününden beri ilan edilen bütün pandemi yasakları hukuka aykırıdır. Zira Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 13. maddesine göre, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri bazı şartlar dahilinde kısıtlanabilir. Bu şartların en önemlisi, temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğidir.
Tayfun Sarsılmaz
Son günlerde pandemi yasakları ülke gündemini belirliyor. Nüfusun ayrıcalıklı kısmının dışında kalan halk, pandemi koşullarının ve pandemi yasaklarının altında gerek ekonomik, gerek sosyolojik, gerekse de psikolojik olarak eziliyor. Pandemi koşulları altında yapılmayan mali yardımlar ve bunun sebep olduğu sefalet bir kenara, yasakların konuş tarzı ve hastalıkla mücadeleden çok özel hayata müdahalenin hedeflenmesi, anayasada belirtilen temel hak ve özgürlükler rejimine aykırı olarak idari işlemler düzenlenmesi büyük bir tepki çekiyor.
Öncelikle malumun ilamıyla başlayalım: Pandeminin ilk gününden beri ilan edilen bütün pandemi yasakları hukuka aykırıdır. Zira Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 13. maddesine göre, vatandaşların temel hak ve özgürlükleri bazı şartlar dahilinde kısıtlanabilir. Bu şartların en önemlisi, temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğidir. Bunun yanında sınırlamaların “anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı” düzenlenmiştir. Oysa pandeminin başından beri yasaklar kapsamında temel hak ve özgürlükler sınırlanırken, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması rejimiyle ilgili Anayasa’da belirlenen şartlar tamamen göz ardı edilmiş, genelgeler ve İl Hıfzısıhha kurulu kararları normlar hiyerarşisinde Anayasa’nın üstünde konumlandırılarak yasaklar hukuksuz olarak temellendirilmiştir. Bu genelgelerin ve kararların içeriğine herkesin malumu olduğundan bu yazı kapsamında girmeyeceğim. Bunun yerine bu “genelgeler rejimi”ne neden ihtiyaç duyulduğunu incelemek istiyorum.
Otoriter iktidarlar genel olarak pozitif hukuka yaslanmayı severler. Böylece hukuk devletinin ve haklar rejiminin esamesinin okunmadığı yerlerde kanun devletiyle kendi iktidarlarına meşruiyet sağlamayı amaçlarlar. Bununla birlikte günümüz Türkiye’sinde pandemi yasaklarıyla sınırlı kalmayan bir kapsamda ülkenin “genelgeler devleti” haline getirildiğini gözlemliyoruz. Bunun üç tane ana sebebi olabileceğini düşünüyorum. İlki, temel hak ve özgürlüklerin kanunla sınırlandırılma yolunun seçilmesi halinde, kanunlaşma süreci sırasında mecliste konunun tartışılarak kamusal görünürlüğünün artması ve yasakların meşruiyeti konusunda sorgulamaların yapılması endişesi olabilir. İkincisi, anayasayı ihlal eden bu kısıtlamaların, kanunla yapılması halinde olası bir Anayasa Mahkemesi denetimine konu olmasının önüne geçmek olabilir. Üçüncüsü ise bence en kritik ana neden: Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminin getirdiği yürütmeyi güçlendiren, yürütmenin başını idari işlemlerin tek hamisi haline getiren yapının sürekli güçlü tutulması ve bu güçlülüğü üzerinden ona meşruiyet sağlanması gerekiyor. Bu yapının kendi meşruiyetini %50+1’e dayanan meşruiyetini seçim dışı dönemde sürekli devam ettirebilmesi için aslında bir güç gösterisi yapması gerekiyor. Genelgeler rejimiyle, yönetimi idari işlemler ile yürütmek tam da bu amaca hizmet ediyor. Bugün hukuksuz olduğunu bile bile, konulan yasakların kapsamını ve yeni yasakları öğrenmek için yeni genelgeler beklemek ve tartışmanın da hukukilik değil genelgelerin niteliği ve kanuniliği üzerine yoğunlaştırılması, Cumhurbaşkanı’nın genelgelerle ülke yönetmesinin hukuksuzluğunun değil somut olaylarda çıkarılan genelgelerin somut olaylarda pozitif hukuka uygunluğunun tartışılmasına sebep oluyor. Bu durum iktidarın tam da isteyebileceği şekilde, tartışmanın onun siyasi söyleminin içerdiği alan içinde yapılmasına neden oluyor.
Öte yandan genelgeler rejiminin yarattığı keyfiyet ve öngörülemezlik, her ne kadar muhalefetin bir kesimi tarafından, iktidarın “kaybediyor olmasının verdiği paniğe” bağlanıyor olsa da bence bu durum AKP iktidarının kaybetme paniğinden çok, iktidarını sürdürebilmek için kurduğu oyun planına uygun düşüyor. Bu planı ana hatlarıyla “Yeni Türkiye” söyleminde görebileceğimizi düşünüyorum. Şöyle ki, iktidara geldiği 2002 yılından beri AKP, devletin bürokratik ve askeri çekirdeğini yok ederek Türkiye’yi dönüştürmeyi; bütün kurumlarıyla devlete hakim olmayı ana hedefi olarak belirledi. Bu hedef doğrultusunda yapılan onlarca hamleyi sayabilecek olmamıza rağmen, geldiğimiz noktada iktidarın bu politikasını uygulamada ne kadar başarılı olduğunu en son “Amiraller Bildirisi” örneğinde görebiliriz. İktidarın siyasi söylemini devletin bütün kurumlarının hevesli bir şekilde tekrar ettiği “Amiraller Bildirisi” olayı, AKP’nin yeni bir Türkiye inşasında gerçekten başarılı olduğunu gösteriyor. Yeni Türkiye söylemiyle, “Eski(?) Türkiye”yi doğrudan karşısına alan iktidar, Anayasadaki temel hak ve özgürlüklere, anayasada yer alan laiklik gibi kurucu değerlere her saldırısında, Yeni Türkiye’nin iktidarını pekiştirme çabası taşıyor.
Bu noktada AKP iktidarının devletteki bu dönüşümü tek başına başarmadığını söylemek gerekiyor. Aksine, AKP’nin her seferinde amacı doğrultusunda çeşitli güç gruplarıyla çıkar ittifakları yaptığını görüyoruz. Bu çıkar gruplarıyla yapılan ittifakın ortaya bir “İmtiyazlılar Sınıfı” çıkardığını ve bütün imtiyazın itaate, sadakate ve nepotik ilişkilere göre dağıtıldığını görüyoruz. İktidar, kendisine itaat edilmesi karşılığında, hiyerarşinin en üst halkasından en alt halkasına kadar kendisine yer edinebilenlerden oluşan bir zümreye başta ekonomik refah ve cezadan bağışıklık yani yasalara uymama hakkı olmak üzere imtiyazlar bahşediyor. İşkence uygulayan kolluk kuvvetlerine, hukuksuz ve usulsüz iş yapan bürokratlara, ihaleye fesat karıştıran ya da vergi kaçıran iş insanlarına sözleşmenin tarafı olmanın verdiği “imtiyaz” ile bir cezasızlık zırhı bahşediliyor. Onların karşısında yer alan kişiler ise bizzat iktidarın cezalandırma politikalarının nesnesi haline geliyorlar. İktidarın çıkar ilişkileriyle ördüğü geniş hiyerarşik yapısının dışında bulunan imtiyaza sahip olmayanlar ise dönem dönem edindikleri kültürel bazı kazanımların haricinde, ekonomik krizin ve pandemi koşullarının derinleştiği Türkiye’de hayatta kalma mücadelesi veriyor. Bu denklemde imtiyaza sahip olmayanlar arasında, iktidar tarafından “düşman” bölgesi olarak konumlandırılan noktada ise muhalifler yer alıyor. Muhalifler iktidar tarafından “Yeni Türkiye” söylemiyle vücut bulan devletin vatandaşı değil aksine düşmanı addediliyorlar. İktidarının politikalarının karşısında konumlanan herkesin er ya da geç “vatan hainliği” ile suçlanması tam da bu dışlamanın söyleme dönüşmüş hali olarak tezahür ediyor. Bütün bir cezalandırma aygıtı düşman bölgesinde konumlandırılmış bu kitlelerin cezalandırılması için kullanılıyor.
Pandemi döneminde daha da yakıcı bir şekilde ortaya çıkan ve yurttaşları etkileyen ekonomik kriz “imtiyaz” kavramı üstünden kendini daha net gösteriyor. Örneğin bu iktidar döneminde kamu ihaleleri alarak gittikçe büyüyen, dünyanın en fazla kamu ihalesi alan 10 şirketinden 5’ini oluşturan şirketlere pandemi döneminde vergi afları getirilmesine rağmen imtiyaza sahip olmayan kitleler hiçbir ekonomik destek olmaksızın eve kapanmaya zorlandı. Halbuki Türkiye’deki milyarderlerin daha da zenginleştiğinin raporlandığı pandemi döneminde bu zenginleşme, vergi affı yerine vergi tahsiliyle milyonlarca yurttaşı geçim sıkıntısını bir nebze olsun hafifletebilirdi.
İmtiyaza sahip olmayanların içerisinde bulunduğu güvensizlik ortamı her zaman bir değnek olarak iktidarın elinde bulunuyor. Muhalefetin üstünde öylesine bir baskı oluşturuluyor ki bu “terör” ortamında imtiyazlıların sahip oldukları statülerine daha sıkı sarılmaları gerekiyor. Çünkü aksi takdirde muhalif tarafa atılmaları ve cezasızlık zırhlarının kaldırılması son derece mümkün.
Bu nedenle iktidarın uyguladığı “keyfiyet” ve “hukuksuzluk” rejimi aslında bir kısım muhalefetin iddia ettiği gibi panikten kaynaklanan irrasyonel bir yol değil. Aksine, iktidarını koruyabilmek için iktidarın “seçtiği” bir yol. Bu keyfiyet rejimi aslında sadece muhalifleri sindirmek için kullanılmıyor. Belki de daha önemli olarak iktidar, güç gösterisi yaparak meşruiyetini sürekli kuruyor ve böylece kendi hiyerarşik yapısını koruyarak ve en nihayetinde kitlesini sindirme amacı güdüyor. Kurulan genelgeler rejimi bu hedefi somutluyor. Elbette iktidarın tamamen akla uygun davrandığını ve saat gibi işleyen bir plana sahip olduğunu iddia etmek amacında değilim ancak, “panik” iddiasını bütün bu politikaların açıklayıcı statüsü konumuna yükseltmenin, politikaların arkasındaki düşünceyi gözden kaçırmamıza sebep olduğunu belirtmem gerekiyor.
Bu durumdan çıkış için bazı önerilerim olabilir. Öncelikle; iktidarın koyduğu bütün yasakların ve yaptığı bütün uygulamaların her şeyden önce temel haklar ve özgürlükler temelinde hukukiliğinin tartışılması ve iktidarın kendisine sağlamak istediği meşruiyetin elinden alınması gerekiyor. Bunun ardından imtiyazı olmayan herkesle, toplumun baskı altındaki bütün gruplarıyla amasız fakatsız dayanışmak gerekiyor. Kaz Dağları’nda, İkizdere’de direnenlerin, imtiyazlıların karşısında direnen Migros İşçilerinin, Cerrahpaşa’daki sağlık çalışanlarının ve nicesinin yanında olarak dayanışmayı ve umudu büyütmek gerekiyor. Bunu yaparken de imtiyazı olmayanlar olarak hissettirilenden çok daha güçlü olduğumuzu unutmamamız gerekiyor.