Geçtiğimiz günlerde Gülhan Erkaya Balsoy’un Tanzimat döneminin başlangıcından 20. yüzyıl başlarına değin Osmanlı devletinin nüfus politikalarını sorunsallaştırdığı “Kahraman Doktor İhtiyar Acuzeye Karşı: Geç Osmanlı Doğum Politikaları” adlı kitabı Yunus Nadi Sosyal Bilimler ve Araştırma Ödülü aldı.
Oldukça titiz bir arşiv taramasına dayandırılan çalışmanın temel tezlerinden birisi, nüfus politikalarının nüfusun ne kadar büyük olacağından çok ‘nasıl’ bir nüfus olacağı ve daha önemlisi bu nüfusun ‘nasıl yönetileceği’yle ilgili olduğuna dair. Dahası bu çalışma, Osmanlı’nın nüfusu kontrol etmeye çalışan kadın odaklı politikalarının nasıl bir ‘makbul kadınlık’ üretmeye çalıştığını, bunun cinsellik, doğum, hamilelik, düşük gibi deneyimler etrafında nasıl örüldüğünü çarpıcı verilerle sunmakta.
Balsoy’un çalışması, günümüzün AKP rejiminin kadın politikalarında üç çocuk söyleminden, yükselen ‘aile ideolojisine’, kürtaj karşıtlığından ‘makbul kadın’ dayatmalarına bir dizi olguda bugünü geçmişle, geçmişi bugünle anlamlandırabileceğimiz çeşitli temalara daha derinlikli bir bakışı ortaya koymakta.
Öncelikle kitabınız ve aldığınız Yunus Nadi Sosyal Bilimler ve Araştırma Ödülüyle ilgili sizi tebrik etmek istiyoruz. Kitabınız ‘toplumsal cinsiyet tarihçiliği’ gibi Türkiye için yeni sayılabilecek bir alana ait. Üstelik kitapta da anlattığınız üzere araştırma sürecinin başında nüfus politikası, doğum, kadın bedeni üzerinde denetim gibi konular çok da popüler konular değil. Böyle bir dönemde belki biraz mikro-tarih gibi görülebilecek bir alan ve konuda araştırmaya başlıyorsunuz. Sonrasında herkesin malumu olan ‘her kürtaj bir Uluderedir’le başlayıp ‘hamile kadın sokağa çıkmasın’ söylemiyle devam eden bir dönem açılmış oldu. Bu çakışma araştırma sürecinizi nasıl etkiledi? İsterseniz buradan başlayalım.
Çalıştığım konunun 2010’lu yıllarla birlikte güncel siyasetin ve hükümet politikalarının alanına girmesi araştırmamı doğrudan çok etkilemedi. Konu popülerleştiğinde ben araştırmamı çoktan bitirmiş ve hatta doktora tezimi savunmuştum. Kitaplaştırma sürecinde de yeni bir araştırma yapmaktan çok yapmış olduğum araştırmaya sadık kaldım. Ancak bu süreç doğrudan kitaba yansımasa da beni kadınların tarihsel özneliği üzerinde olan düşüncelerimi yeniden gözden geçirmeye itti. Bu çalışmaya başlarken geçmişteki kadın varlığını, kadın deneyimlerini görünür kılmak, kadınların geçmişi şekillendiren özneler olarak haklarını teslim etmek gibi bir amacım vardı. Biraz bunun da etkisiyle kadınların Osmanlı devletinin doğum politikalarına direndiği alanları öne çıkarmaya çalışmıştım. Oysa giderek tarihsel özne olmanın sadece direnmeden geçmediğini kadınların kendilerini var ettikleri başka hatlar da olduğunu görmeye başladım. Burada direnme ya da direnişin önemini azımsamaya çalışmak istemiyorum ama kadın deneyimlerini ve tarihin cinsiyetini düşünmenin direnişin olmadığı zamanlarda bile kadınların yapıp ettiklerinin birer güçlenme stratejisi olarak nasıl düşünülebileceği üzerine kafa yormak istiyorum. Öte yandan yine son beş altı yıldır izlenen doğum politikaları, devlet söyleminin gücünün aslında benim kabul etmek istediğimden çok daha etkili olabildiğini gösterdi bana. Sağlıklı bir analiz yapmak için biraz daha zamana ve veriye ihtiyacımız olsa da Türkiye’de doğurganlık oranlarının son iki üç yılda artışa geçtiğine dair gözlemler var. Anlaşılan bazen propaganda oldukça güçlü ve etkili sonuçlar verebiliyor. Ben güvenilir nüfus verileri de çok eksikli olduğu ve nüfus artış hızını tespit edebileceğimiz veriler olmadığı için, Osmanlı devletinin propagandasının gücüne daha temkinli yaklaşmaya çalışmıştım. Somut politika ve destekler olmadan doğurganlığın artmasının pek kolay olmayacağını düşünüyordum, ama şu anda örneğin bu konuda daha temkinliyim.
DOĞUM POLİTİKALARI VE YÖNETİM ANLAYIŞI
Kitabınızın temel tezlerinden birisi, nüfus politikalarının nüfusun ne kadar büyük olacağından çok ‘nasıl’ bir nüfus olacağı ve daha önemlisi bu nüfusun ‘nasıl yönetileceği’yle ilgili olduğuna dair. Nüfus politikalarında, nüfusun büyüklüğünün daha tali olması özel olarak geç Osmanlı dönemine ilişkin bir tespit midir? Yoksa farklı tarihsel koşullarda büyüklüğün de önemli olabileceği dönemler olabilir mi? Sözgelimi Zafer Toprak’ın verilerine göre 1912’de başlayan ve 1922’de sona eren savaş süreci içerisinde Anadolu nüfusu 5 milyon azalmıştı, yani Türkiye nüfusu 18 milyondan 13 milyona kadar düşmüştü. Dışarıdan işçi alımlarının bile gündeme geldiği dramatik bir nüfus sorunu…
Burada aslında nüfus politikalarının demografik değişikliklerden bağımsız olduğunu iddia etmiyorum. Aksine 19. yüzyıl demografik anlamda büyük değişikliklerin olduğu, nüfusun hem sayısal büyüklüğünün azaldığı ama hem de bileşiminin önemli değişikliklere maruz kaldığı bir dönem. Bu sayısal verilerin doğum politikaları üzerinde etkisi olmaması düşünülemez. Ama söylemeye çalıştığım nüfusa ilişkin kaygının sadece sayısal büyüklük ya da küçüklükle ilgili bir kaygı olmayıp yeni bir yönetim anlayışıyla ilişkili olduğu. 19. yüzyıl devletin doğasının değiştiği, devletin tebasıyla ilişkilenme biçimlerinin değiştiği bir dönem. Bu yeni yönetim anlayışı nüfusun büyüklüğünü, değişim hızını, bileşimini bilmeyi gerektiriyordu. Hem yeni bürokratik mekanizma, hem yeni hizmetler –yollar, okullar, hastaneler, karakollar, akıl hastaneleri, hapishaneler- nüfus bilgisini elzem kılıyordu. Evet, bu yüzyıl imparatorluğun önemli bir nüfus kaybı yaşadığı bir dönemdi ama nüfus politikaları sadece nüfusun büyüklüğüne değil bunun yanında nasıl yönetileceğine ilişkin endişelerle şekillendirilmiştir. Tam bu nedenle, kaybedilen topraklardaki nüfusun ağırlıkla gayrı-Müslim olması ve buralardan Osmanlı topraklarına doğru Müslüman nüfus göçü nedeniyle, demografik bileşim içinde Müslüman nüfusun payı, kayda değer biçimde artmış olsa da, Osmanlı devlet adamları bu konuda ürettikleri belgelerde ısrarla gayrı-Müslimlerin nüfusunun arttığını Müslümanlarınkininse düştüğünü iddia etmiştir. Demografik değişimle tezat içindeki bu görüntü bilgisizlikle değil İmparatorluğun geleceğinin ne şekilde tasarlandığıyla birlikte düşünülürse anlaşılabilir. Ancak yine bu kısaca özetlediğim nedenler dolayısıyla nüfus yüzyıl boyunca gerilemiş, bir sonraki yüzyılın son çeyreğine kadar da nüfus artış hızı düşük kalmıştır. Ancak 1980’li yıllardan sonra doğum politikalarında bir kırılma olmuş, bir yüzyılı aşkın süre nüfus büyüklüğünü güçlü bir ekonomi ve güçlü bir devletin göstergesi olarak gören anlayışın yerini yüksek doğurganlığı geri kalmışlıkla özdeşleştiren anlayış almıştır. Yani kısaca doğum politikaları başta da söylediğim gibi elbette nüfusun sayısal nitelikleriyle ilişkilidir ama bunlara indirgenemez.
KADIN EBE-ERKEK DOKTOR
Geç Osmanlı dönemi nüfus politikalarının en önemli hamlelerinden biri kitabınızda anlattığınız üzere devlet onayı alan şahadetnameli ebelerin onaysız olanlara üstün çıkması. Kadın ebe - erkek doktor çelişkisinin kanlı tarihini yazan Avrupa’dan farklı bir izlek karşımıza çıkıyor burada. Günah çıkarmanın bile paraya bağlandığı kilise despotluğuna karşı kadın ebe-hemşirelerin bir tür halk sağlıkçılığı yapması, cadı avları ile mimlenen bu tarihin önemli unsurlarından. Geç Osmanlı’da ebeliğin kendini, cehaletle anılan batıllık da dahil ‘resmi İslamiyet’ yorumunun dışladığı bir alanda kurduğunu söyleyebilir miyiz? Belki de batıl ritüelleriyle, folklorik rolleriyle avamla iç içe geçmiş bu türden bir sağlıkçılık adlı adınca materyalist bir erkek sağlıkçılığından daha tehlikeli görünmüştü ya da Avrupa’daki deneyimler ile Osmanlı’daki neden farklı olmuştur?
Önce belki şunu söylemeliyim Avrupa için de ebeliğin değişimi süreci yekpare ve tek bir model izlememiştir. Anglo-Saxon bağlamda ebelerin karalanıp gözden düşürülmesi ve yerlerini erkek ebe ve daha sonra doğum uzmanlarının alması dominant modelken, Fransa ya da Hollanda örneklerinde ebelerin eğitilip şehadetnamelerle denetim altına alınması süreci hâkimiyet göstermiştir. Osmanlı örneği bu anlamda kendi özgünlükleriyle birlikte Fransa örneğine daha çok benziyor.
Farklılıkların pek çok nedeni var. Modern tıp eğitiminin daha geç başlaması, erkek doktorların sayısının azlığı, kültürel faktörler, hastanelerin sayısının sınırlı kalması vb. Ancak ben böyle bir karşılaştırmadan çok Osmanlı özelindeki sürecin nasıl geliştiğini anlamaya çalıştım. Bu bağlamda da ebelerin şehadetnamelendirilmesi süreci ebeler üzerinde bir tür denetim ve hiyerarşi kurulmasına yol açtığı gibi bu denetim altına girmeyi kabul eden ebeler için bir tür ödüllendirmeyi de içeriyordu. Örneğin her zaman düzenli ödenemese de aylık bağlanması, yine düzensizliğine rağmen emeklilik hakkı, kimi zaman ihtiyaç olduğunda yol, harcırah, ya da bir evin tamiri masrafları gibi ihtiyaçların devlet tarafından karşılanması önemli haklar olarak görülebilir. Bu da şehadetnameli ebelerin kendilerini yerel ebelerden ya da yerel deyişle “aralık ebeleri”nden farklı ve çoğu zaman da üstün görmesine, beraber çalıştıkları yerlerde de aralarında çıkar çatışması çıkmasına yol açıyordu. Yine de özellikle 19. yüzyıl için iki ebe grubunun doğumda, bebek bakımında, doğum sırasındaki komplikasyonlarda kullandığı yöntemler arasında muhtemelen pek az fark olduğunu da söylemeliyiz. Ebeler arası farkların kullandıkları yöntemlerden çok hem yeni sağlık anlayışı içindeki yerleri hem de özellikle kadınlar arası toplumsal ilişkilerdeki rollerinde yattığını düşünülebilir.
Geç Osmanlı’da ebelerin dışlandığı bir süreç olarak ‘doğumun tıbbileştirilmesi’, bir rasyonelleşme söylemi ve pratiği olarak erkek doktorun öne çıkışı kadın bedeninin denetlenmesi anlamına da gelmekte. Denetim, baskı altına alma ve kontrol gibi toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorunlarının aynı zamanda bir aydınlanma etkisi ve ilerleme olarak karşımıza çıkması peşinen aydınlanma eleştirisi anlamına gelmeli mi?
Ben ebeliğin profesyonelleşmesi, hamilelik ve doğumun tıbbileşmesi gibi süreçleri toptan modern tıp anlayışının eleştirisi ve hatta reddine dönüşmesi konusunda biraz temkinli olunması gerektiğini düşünüyorum. Kadın doğumu alanındaki modern diyeceğimiz gelişmeler öncesi doğum aslında oldukça zorlu olabilen bir deneyimdi. İnsanlık tarihi boyunca milyonlarca kadın hiçbir yardım almadan doğum yapabiliyordu doğru. Kadın bedeni bunun için yeterince güçlü ve hazır. Ama yine de özellikle bazı komplikasyonlu haller, kanamalar ya da çocuk düşürme girişimleri çoklukla kadınların hayatına mal olabiliyordu. Dolayısıyla bu tip hallerde güvenli doğum yapabilmek, istenmeyen gebelikleri hayati risklerle karşılaşmadan bitirebilmek, çocuk istemediğimizde gebelikten korunmak için modern tıbbın nimetlerinden yararlanmak ama aynı zamanda cinsel yaşamımızı sürdürmek bence hafife almamak gereken kazanımlar. Ama bunların karşılığında kadınlar olarak tabii ki hamileyken bize hasta gibi davranılmamasını, bedenimize yabancılaşmadan bu deneyimin tadını çıkarmayı, daha güvenilir ve sadece kadınları bağlamayan doğum kontrol yöntemlerini talep ediyoruz. Ben de yaptığım araştırmayı bir modern tıp ya da aydınlanma eleştirisinden çok kadınların tarihten de beslenerek güçlenme mücadelesinin bir parçası olarak görmeyi isterim.
***
GÜLHAN ERKARA BALSOY, 1995 yılında Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü’nden mezun oldu. Editörlük, sivil toplum kuruluşlarında proje yöneticiliği, çevirmenlik gibi işlerin ardından 2002 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Bilim, Teknoloji, Toplum programında yüksek lisans yaptı. 2003 yılında Binghamton Üniversitesi’nde tarih alanında doktora eğitimine başladı. 2010-2011 akademik yılını “Europe in the Middle East – The Middle East in Europe” (EUME) programının doktora sonrası araştırma bursuyla Berlin’de geçirdi ve hâlâ üzerinde uğraştığı Osmanlı’da yalnız, yoksul, kimsesiz kadınların deneyimlerini sorguladığı kitap üzerinde çalışmaya başladı. Geç Osmanlı tarihi ve kadın ve toplumsal cinsiyet tarihi üzerine araştırma yapıyor. Önemsediği bazı çalışmaları arasında yeni doğan bebeklerin anneleri tarafından öldürülmesini incelediği “Infanticide in Nineteenth Century Ottoman Society,” Middle Eastern Studies, 50/6 (2014): 976-991 ve Cibalikapı tütün fabrikasındaki kadın işçilerin emek deneyimlerini tartıştığı “Osmanlı Emek Tarihinin Toplumsal Cinsiyet Açısından Okunması: Erken Yirminci Yüzyılda Cibali Tütün Fabrikası,” Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Emek Tarihi içinde, Touraj Atabaki and Gavin Brockett, (editörler) (Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2012) sayılabilir. Şu anda öğretim üyeliği yapıyor. Hüseyin’in annesi.