Kapitalizm ve savaşa alternatif olarak Sosyalist Almanya Demokratik Cumhuriyeti
Berlin Duvarı’nın yıkılışının 30. Yıldönümü Almanya elitlerinin boş lafları ile önceden kutlandı. Buna karşın Almanya’nın ilk işçi ve köylü devleti Sosyalist Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin (ADC) kuruluşunun 70. yılı görev bilinci gereği (!) görmezden gelindi. Almanya Demokratik Cumhuriyeti adına Warşova Paktı’nda uzun süre görev yapmış olan ve bugün gazeteci yazar olarak uluslararası politika alanında önemli eserleri ve makaleleri bulunan RainerRupp, ADC’nin 70. kuruluş yılı nedeniyle bir yazı kaleme aldı.
Özer Erdin
Büyük Britanya’da iktidarda olan muhafazakâr hükümet, hem politik hem de toplumsal yaşamda yolunda gitmeyen her şeyden Rusları suçlarken, onların kendi iç politikalarına sözde müdahalesini bahane olarak gösteriyor. Fransa’daki iktidar da kendi kusurları ve bunlardan kaynaklanan sarı yelekler gibi protesto eylemleri için Ruslara ve onların çıkarttığını iddia ettiği sözde “hibrit savaşlarına” suç atıyor. Londra’dan ve Paris’ten daha histerik olarak Washington’da Demokrat Parti ve Cumhuriyetçi Parti’nin kendi saflarından olan Trump karşıtları, ABD’de hayatın her alanında yaşanan kötülüklerde Rusların parmağının olduğunu ileri sürüyorlar. Başka bir deyişle söz konusu “sınırsız saçmalıklar ülkesinde” yolunda gitmeyen her şeyden Ruslar sorumlu tutuluyor. Öte yandan Washington’da egemen olan absürtlük daha da ileri götürülüyor ve “saygın politikacılar” bile medya yıldızı Başkan Trump’ı tüm ciddiyetleri ile Putin’in şantaj yoluyla kontrol ettiği bir Rus ajanı olarak görüyorlar. Buna kanıt olarak ise, Trump’ın Ruslar ile iyi ilişki kurmak istemesi gösterilebiliyor. Bundan daha saçma bir gerekçe herhalde bulunamazdı. Almanya’da da CDU/CSU ve sosyal demokrat SPD gibi hükümet partileri kendi başarısızlıkları ve bundan kaynaklanan AFD (aşırı sağcı Almanya İçin Alternatif Partisi) popülerliği için ikircikli bazı denemeler aracılığıyla “örtülü” bir Rus müdahalesine suç yükleme eğilimine girdiler. Ancak bu kendi beceriksizliklerine bağlı olan acınacak haldeki saptırma manevrası halkın geniş bir kesimi tarafından gülünç bulundu. Bunun üzerine Berlin’deki “Hakikat bakanlığının” propaganda stratejistleri değer gören eski bir araca el atarak ülkede halk protestosunu arttıran her şeyden 30 yıl önce çökmüş olan sosyalist Almanya Demokratik Cumhuriyeti’ni sorumlu tutmaya başladılar. Ne var ki bu numara da stratejistlerin kötü yönetimi nedeniyle bilhassa doğuda başarısızlığa uğradı. Politikacıların ve medyanın “kalkınan bölgeler” hakkında büyük parolaları, “Alman Birliğinin” geleceği aydınlatan gelişimi, doğu ve batıda yaşayan insanlara sosyal güvenceli ve materyal açıdan daha iyi bir hayatın sözünün verilmesi, sağlam temelli ve karşılıklı sorumluluğun ve saygının hâkim olduğu bir toplum vaadi geçen süre zarfında malumun ilanı oldu: Boş Laf!
Almanya Demokratik Cumhuriyeti’nin ve onun Federal Almanya üzerindeki sosyal düzenleyici etkisinin ortadan kalkmasından beri hangi siyasi partilerden kurulu olursa olsun üst üste gelen Federal Almanya hükümetleri, yeni birleşmiş olan Almanya’da daima artan bir suretle daha radikal, hem ekonomik hem toplumsal olarak daha neoliberal bir yol izlediler. Birleşmeden önce Batı Almanya’da toplu ücret görüşmelerinde sosyal kazanımları sayesinde sendikalar ile yapılan toplantılarda masada daima görünmez bir biçimde yer almış olan sosyalist ADC’nin yıkılmasından sonra sermayenin önünde hiçbir engel kalmadı. Dolayısıyla “güçlü olan kazanır” ve “kazanan her şeyi alır” sloganı kurallaştı.
Her kim ki gözlerini açıp dünyaya bakarsa, gezegenin her köşesinde ve bucağında uygulanmakta olan bu bilinçli politikanın korkunç sonuçlarını görmektedir. Hatta Doğu Almanya nostaljisi yapmadan veya eleştiriden uzak bir coşkuya kapılmadan tüm hatalarına ve zayıflıklarına rağmen sosyalist Almanya Demokratik Cumhuriyeti ile nelerin yitip gittiğini günümüzün dehşet verici toplumsal gerçekliğinde fark edebiliyoruz. Angela Merkel gibi insanların “iyi ve keyifle yaşadığı” bu zengin ülkede toplumsal paylaşımdan dışlanmış olan iki buçuk milyonun üzerinde yoksul çocuk bulunuyor. Doğru dürüst işi olan bir işçi, sürekli artan kirasını ancak ödeyebiliyor. Buna ilaveten ailesini geçindirmek ve çocuklarının eğitimini garanti altına almak durumunda kalıyor. Bu arada elbette, işini kaybetme korkusuyla yaşıyor.
Hâlihazırda zenginlerin daha da zenginleştikleri, yoksulların daha da yoksullaştıkları hakkında duyula gelen cümle, on yıl, yirmi yıl veya otuz yıl öncesinde de geçerli olmasının yanında varsıllar ile varsıl olmayanlar arasındaki makasın tüm bu yıllar içinde daha da açılmış olduğunun sonuçları ile karşı karşıyayız. Mevcut politikacılar tarafından bizzat hazırlanmış olan politik, ekonomik ve toplumsal sorunlar birikmeye devam ediyor. Bugün eğik bir düzlem üzerinde kayıp giden Almanya ile birlikte toplumsal bir kaosa doğru sürüklenen birçok AB ülkesi mevcut. Diğer yandan zayıf ve zaten neoliberal yönelimli sendikalardan ve kendi içinde hemfikir olamayan sol partilerden ise hiçbir şey beklenemiyor. Hükümette olan partilerde bu gidişe dur diyebilecek ve geri dönüş yapabilecek politik istek eksik kalıyor, çünkü kutsanan serbest pazara geleneksel olmayan devlet müdahalesi tabu olarak görülüyor. Bazı siyasi danışman ve politikacıların daha zeki olanları, radikal bir istikamet değişimi olmaksızın artan sorunlara hiçbir çözüm bulunamayacağını kavrayabiliyorlar. Ancak bu gerçek hakkında açıkça konuşmak sadece kendi partilerinin yeteneksizliğini itiraf etmek anlamını taşımayacak, aynı zamanda on yıllardır yanlış politikaların uygulandığını kabul etmek olacaktır. Hal böyle olunca tek yöntem şudur: Başını öne eğ, zamana oyna, çıkmaz sokağın içine girdiğin halde geçimini herhangi bir biçimde temin edebileceğinin umudunu taşı. Seçmenin olan bitenin farkına varmaması için cinsiyet tartışmaları ya da dünyanın sonunun geldiğine dair histerik iklim krizi korkusu gibi uyduruk konular ile dikkati başka yöne çekerek insanları kedini feda etmeye hazır bireylere dönüştürmek suretiyle, alım güçleri sınırlı da olsa, dünyayı kurtarmak için daha yüksek enerji faturaları ve vergiler ödemeye ikna et.
ADC’nin suçluluğu hakkında görüş aşılamak
Peki, bu sorunlardan kim suçlu? Almanya Demokratik Cumhuriyeti elbette! Bu sözde sarsılmaz gerçekler ile Almanya yurttaşları Berlin Duvarı’nın yıkılışının 30. yılında devasa bir medya çığı ile ideolojik aşılamaya maruz kaldılar. AFD’nin yükselişi de dâhil olmak üzere tüm kötülüklerin ve olumsuz gelişmelerin kökü ADC’de aranıyor. Resmi medyadan özel medya kuruluşlarına kadar haberlerin özünde hep ADC var. Ancak bu esnada bazı politikacılar ADC’nin canavarlaştırılmasının sanıldığı kadar iyi bir karşılığı olmadığını anladılar. Bu nedenle Mecklenburg-Vorpommern Eyalet Başkanı sosyal demokrat Manuela Schwesig, gidişatı frenlemeye çalıştı. Bayan Schwesig, “adil olmayan devlet” teriminin kendisini rahatsız ettiğini belirterek, bu söylemin ADC’de yaşamış olan insanlar tarafından aşağılayıcı olarak karşılandığını ve onlarda “sanki tüm hayatlarını adil olmayan bir çevrede geçirmiş olma hissiyatını” yarattığını söyledi. Bu nedenle Bayan Schwesig, artık ADC’yi “bir diktatörlük olarak” tanımlamaya karar verdiğini ifade etti, ki evet, ADC’de işçi sınıfının diktatörlüğü hâkimdi, bugünün Almanya’sında olduğu gibi sermayenin diktatörlüğü değil!
Sanki başka sorun yokmuş gibi duvarın yıkılışı ülkenin her yerinde kutlanırken, ADC’nin kuruluş yıldönümü hakkında içeriği benzer medyada tek bir kelimeye yer verilmedi. Hatta Sol Parti ve onun gazetesi “Yeni Almanya” dahi ADC’nin 7 Ekim tarihli 70. kuruluş yıldönümünde susmayı yeğlediler. Bu şaşırtmıyor, çünkü Sol Parti bir süredir burjuva politikası yapmayı tercih ettiğinden, temel sol duruşa son vermiş bir parti halini aldı. Doğu Almanya Dernekleri İdari Meclisi (OKV) başkanının Berlin’de yapılan bir etkinlikte 500 katılımcının önünde söylediği gibi “ Sol Parti’de sosyalist bir alternatife dair kesin bir duruş” artık söz konusu değildir. Sol Parti, hükümetlerde sorumluluk alabilmek için ana akım biçimlenmeye uyum sağlamış ve kökünü inkâr ederek ADC’yi karalayacak kadar çürümeye yüz tutmuştur. ADC’nin sosyal ve toplumsal alanda, barış politikasında, antifaşizmde, eğitimde ve kültürde elde etmiş olduğu kazanımlar gizlenmiş ya da küçümsenmiştir. “Altın çağdan” başka her şey olan Federal Almanya’nın tarihi ile yüzleşmenin epeyce ihmal edildiğini de söyleyen OKV başkanı sözlerine ayrıca şunu da ekledi: “Sol Parti, doğuda birçok yurttaşın gözünde siyasi saygınlığını kaybediyor.” Etkinliğin sonunda ise bir bildirge yayınlanarak ADC’nin en temel ilkesi olan Almanya kaynaklı bir savaşın asla yaşanmaması gerektiği vurgulandı ve bu ilkenin tüm Almanya’nın ilkesine dönüştürülmesinin zorunlu olduğu belirtildi. Alman Ordusu’nun tüm askeri harekâtlarına son verilmesi ve silah ihracatının durdurulması da özellikle ifade edildi.
ADC’nin tasfiyesi
ADC’nin yıkılışı ile “dönüm noktası” olarak tanımlanan süreçte halkın mülkü olan ADC işletmelerinin %80’i Batı Almanya işletmeleri tarafından, %10’u ise onun uluslararası rakipleri tarafından neredeyse bedavaya satın alındı. Sonrasında ise araziye dağıtılan bonfile parçaları pahalıya satılırken, ADC işletmelerinin müşteri listeleri bundan sonra batıdan hizmet görmek koşuluyla üstlenilmiş oldu. Bu işletmelerin personeli ise büyüyen işsizler yığının içine salındı. Bugün, otuz yıl sonra geçen zaman zarfında tamamen çürümüş olan halk mülkü fabrika yıkıntıları, sözde “hasta ADC ekonomisini” belgelercesine orta yerde durarak bir amaca hizmet etmeye devam ediyorlar. Bu fabrikalarda önceden milyonlarca sosyalist Demokratik Almanya işçisinin eşit haklara sahip olarak işini kaybetme korkusundan uzak çalışmış olmaları ve artı değeri patronların ve borsacıların hazineleri için değil, eziyetsiz olarak halk için üretmiş olmaları uzun bir zaman önce Almanya’nın resmi hafıza çukurundan silinip atıldı. Bunun gibi zamanın ADC yurttaşlarının bugün bile gurur duydukları birçok sosyal ve toplumsal kazanım da ortak bellekten uzaklaştırıldı. Doğu Almanya yurttaşları bu acı tecrübeyi, “kazananın her şeyi aldığı” Federal Almanya’nın rekabet toplumunda edindiler.
Kimden ya da neyden gelen özgürlük
ADC’nin 70. kuruluş yıldönümü nedeniyle düzenlenen bir başka etkinlikte ise Andreas Maluga, 30 yıl önce birçok ADC yurttaşının “bol tüketim” ve sözde “özgürlük” tuzağına düştüğünü belirtti. Maluga’ya göre ne yazık ki birçok ADC yurttaşı özgürlüğün kimden ve neyden geldiği sorusunu kendine yöneltmedi. Bugün bilindiği üzere bu sorunun cevabı hemen dönümün yaşadığı gün geldi: “Bir gecede işletmeler, sosyal kurumlar, toplu konut merkezleri, tarım arazileri el değiştirdi. Her yurttaşa eğitim, iş, kültür ve sağlık hizmetleri garantileyen halka ait kurumlar özel sermayenin hesabına tabi kılındı.” Öte yandan Federal Almanya’da kişi başına düşen ekonomik ürünün ADC’den yüksek olmuş olduğu burada elbette inkâr edilemez. Ancak bu “hasta ekonomi” tanımlaması için zorunlu bir neden değildir. Şayet Batı Almanya da savaş sonrası yıllarda ADC gibi zor şartlar altında kuruluşunu tamamlayıp ilerlemek zorunda kalsaydı, şayet ADC gibi NATO ambargosu nedeniyle batı ülkelerinde yaşanmış olan teknik ve bilimsel gelişmelerden dışlanmış olsaydı, bu durumda yapılabilecek bir kıyaslama çok farklı bir manzarayı doğururdu. Yine Maluga’nın vurguladığı gibi zafer sahibi Batı Almanya elitleri “hasta ADC ekonomisi” efsanesini öylesini köpürttüler ki, ADC terimi “zayıf ekonomi” ile eş anlamlı hale geldi. Buna ek olarak Maluga şunları söyledi: “Evet, Batı Almanya ile karşılaştırıldığında ADC’deki tüketim ürünlerinin varlığı sınırlıydı. Ancak dünyaya baktığınızda başka kıstasların da geçerli olduğunu görüyorsunuz. ADC’de eğitim zor durumda mıydı? Kışları evsizler sokakta donarak mı ölüyorlardı? ADC’de insanlar yeterli tıbbi destek görmediklerinden ölüyorlar mıydı? ADC tüm yurttaşları için BM’nin 1966 yılına tarihli uluslararası anlaşmasında sabit görülmüş olan ekonomik, sosyal ve kültürel hakları güvence altına aldı. Bu haklar ayrıca ADC anayasasında da sabitlenmiş olduğu için tüm ADC yurttaşları tarafından dava edilebilir düzeydeydiler. Günümüz Federal Almanya anayasası bu hakları tanımıyor. Peki, biz bu hakları unutmalı mıyız? İşin gerçeği, bugünkü birleşik Almanya’da BM anlaşmasında sabit görülen herkese iş hakkı ya da herkese bir konut hakkı sistematik olarak çiğnenmektedir.”
Böyle bir geri plana rağmen 70 yıldan beri süre gelen ve nerede sosyalist Almanya’nın izi varsa uygulanan kışkırtma politikası elbette anlaşılır olmaktadır. Hatta yıkılışından 30 yıl sonra bile ADC, sosyal kazanımları ile egemenler için halen tehlikeli olabiliyorsa, bunun en başat nedeni politik yönden dengesiz bir zeminde duran Federal Almanya’da sosyal sorunların gittikçe birikiyor olmalarıdır. Bundan dolayı ADC hakkında olumlu hatıralar gizlenmeye çalışılırken, tüm eksikliklerine ve hatalarına karşın ADC, 30 yıl sonra bile egemenlere karşı tehlikeli bir patlayıcı madde olmayı sürdürüyor. Onlar ve medya organları tüm propaganda araçlarını kullanarak olumlu tüm hatıraları silmeye çalışıp sosyalist Almanya Demokratik Cumhuriyeti ejderhasını nihai olarak öldürmek istiyorlar. Ne var ki, insanların gerçek tecrübeleri ile ejderha avcılarının efsaneleri açık bir çelişki içine girdiğinden bu durum, egemenler açısından her geçen gün zorlaşıyor.
Almanya Sosyalist Birlik Partisi’nin (SED) eski politikacısı ve 1989’da ekimden aralığa kadar Erich Honecker’in SED Genel Sekreteri olarak yerine gelmiş ve ADC Devlet Konseyi’nin başkanlığını yapmış olan Egon Krenz de aynı gün nostaljiden uzak kalarak yaptığı bir konuşmada Batı Almayalı ejderha avcılarının en önemli mitlerini yok etti. Konuşmasının başında Buchhenwald’da içilen andın ADC’nin 7 Ekim 1949 tarihli kuruluşunun temelini oluşturduğunu söyleyen Krenz, birleşmeden sonra ADC yurttaşlarının yeniden, önce Yugoslavya, sonra Afganistan’da Almanya’nın iştirak ettiği savaşlara tanıklık ettiklerini vurguladı ve sözlerine şöyle devam etti: “40 yıllık ADC döneminde Ulusal Halk Ordusu’nun bir albayının Federal Almanya Ordusu’nun bir subayı gibi Afganistan’da 150 sivilin hayatına mal olacak bir emri vereceği düşünülemezdi. Hatta bu albayın generalliğe terfi edeceği akla bile gelmezdi. Hiç kimse ADC’nin uzun Alman tarihi zarfında savaş çıkarmamış olan tek devlet olma gerçeğini bu dünyadan silemez. Sadece bu bile sosyalist Demokratik Almanya Cumhuriyeti’ni büyük bir saygıyla anmamız için bizi haklı çıkartmaktadır.”
ADC’nin kuruluşunu tekrar vurgulayan Krenz, şayet önceden ayrılıkçı devlet Federal Almanya kurulmamış olsaydı, ADC’nin kurulmamış olabileceğini belirtti. Batı Almanya’da kapitalist ilişkilerin tekrardan canlandırılması ve eski Nazilerin diriltilmesinden sonra ADC’nin, iki dünya savaşından ve faşist diktatörlükten sorumlu olan bir Almanya’ya karşı tek ve en mantıklı alternatif olarak doğduğunu sözlerine ekledi. Bu nedenle sonradan Batı Almanya Başbakanı Konrad Adenauer’in “yeniden birleşme söyleminin ortadan kaldırılmasını” ve “kurtarma” sözcüğünün tek parola olarak korunmasını istediğini hatırlatan Krenz: “Bu parola ise ADC nefretinin doğum belgesidir ve karakteri antikomünizmdir.” Hatırlanacağı üzere bu tutum geçen yüzyılda büyük edebiyatçı Thomas Mann tarafından “temel salaklık” olarak tanımlanmıştı.
80’li yıllarda Helmut Kohl ve Gerhard Schröder gibi Batı Almanya’nın lider politikacılarının Erich Honecker gibi ADC liderleri ile seçim kampanyaları esnasında fotoğraf çektirmek için sırayı girdiklerini söyleyen Krenz, 90’lı yıllardan itibaren yeniden 50’li yılların sahte tarih anlayışına geri dönüldüğünü ve bu anlayışın bugüne kadar politik atmosferi zehirlediğini belirtti. Hal böyle olunca doğudan sorumlu Federal Almanyalı bir politikacının 29 yıldan beri tekrarlanan ezberi telaffuz ederek Almanya’da işlemeyen her şeyden “hasta ADC ekonomisinin” birleşmeden sonra getirdiği sözde borç ve suç yığınının sorumlu tutulduğunu vurguladı. Söz konusu görevlinin 1989’da henüz 13 yaşında olduğunu söyleyen Krenz, buna rağmen bu şahsın doğu Almanların 40 yıl boyunca tarihin yanlış tarafında durmuş olma talihsizliğini anımsayabildiğini belirtti. Bugün doğuda halkın sadece %38’inin birleşmenin başarılı olduğunu düşündüğünü, %57’sinin ise “kendini ikinci sınıf yurttaş olarak hissettiğini” hatırlatan Krenz: “Politikacılar artık gerçek sebeplerin nerede yattığını kendilerine sormaları gerekiyor.” dedi.
Yine Krenz’e göre; 1945 sonrasında Batı Almanya’da önceki Nazi kadrolarının sadece %13’ü makamlarından uzaklaştırıldı. ADC ile yaşanan birleşmeden sonra Federal Almanya, ADC politikacılarının ve yöneticilerinin %85’ini görevden aldı ve onları aynı zamanda sosyal izolasyona mahkûm etti. Krenz ayrıca, ADC’nin gelişimine de değinerek Batı Almanya tarafından düşmanca ele geçirilene kadar dünya çapında tanınmış bir endüstri devletine dönüştüğünü ve bunun bilinçli ADC yurttaşları tarafından halen böyle kabul edildiğini sözlerine ekledi.
Yine de ADC’nin yıkılışından beri yaşanan bazı ilerlemeleri kabul eden Krenz, konuşmasının sonunda şunları ifade etti: “Bizler 1990’dan beri yaşanan bazı olumlu gelişmeleri göremeyecek kadar cahil değiliz. Biz ADC’yi yüceltmiyoruz. Biz her iki toplumsal sistemin tecrübesini yaşamış yurttaşlarız ve ADC’nin ne olduğunu bildiğimiz gibi öfkeden kaynaklı yöneltilen haksız suçlamaların da farkındayız.”
Son SED Genel Sekreteri Egon Krenz, ADC’nin hiçbir zaman halka karşı yönetilmediğini vurgulayarak konuşmasını şöyle tamamladı: “Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin gelişmesinde zaferler ve yenilgiler vardı; sevinç ve hayal kırıklıkları yaşandı; ne yazık ki kurbanlar da oldu. Bunlara üzülüyorum, ancak geriye kalan gerçek şudur: Sosyalist Demokratik Almanya Cumhuriyeti tarihi bir hata ve suç zinciri değildir. Bu tarih, daha çok savaş ve krizlerden oluşan sonsuz Alman kısır döngüsünün kırılma anıdır. Bu kapitalizmin karşısına çıkmış gerçek bir alternatifin kırılma anıdır. Faşizme, ırkçı nefrete, anti semitizme ve Rus korkusuna karşı bir itirazdır.”
https://kenfm.de/die-schuld-der-ddr-alternative-zu-kapitalismus-und-krieg/
Kaynak: Kenfm.de, Yazar: Rainer Rupp, Tarih: 25.10.2019