Karl Marx özgürlüğe âşıktı
Karl Marx, bize kapitalizmin olağanüstü titiz bir analizini bıraktı. Bunu boş akademik bir ilgiden ötürü değil, tahakkümün olmadığı bir dünyaya ulaşmak için hangi yapıların üstesinden gelmek gerektiğini anlamak istediği için yaptı.
Çeviren: Mert Olcay Aksoy
Dante’nin Inferno’su ile Marx’ın Kapital’inin ortak noktası ne? Daha da önemlisi, bir noktada dönemin sosyalist hareketleriyle tartışan bu kitap bugün bize ne öğretebilir?
Siyaset kuramcısı William Clare Roberts, Marx’ın Inferno’su: Kapital’in Siyasi Teorisi kitabında Marx’ın argümanlarının yalnızca kapitalist sistemin iç mekaniklerinin bir analizinden ibaret olmadığını; günümüzün siyasi hayatında ve geleceğin siyasetiyle oraya nasıl varacağımızı düşündüğümüzde de büyük bir siyasi öneme sahip bir fikre, tahakkümün olmadığı bir dünya kurmaya dair olduğunu öne sürüyor.
Kaliforniya merkezli radyo programı Against The Grain’de radikal gazeteci Sasha Lilley, Marx, Kapital ve özgürlük politikaları üzerine Roberts ile bir röportaj yaptı. Konuşmaları uzunluk ve duruluk adına düzenlendi.
SL: Marx’ın Kapital’in birinci cildini bilinçli olarak okuyucuyu cehennemin ortasına çekmek için Dante’nin Inferno’su üzerine modellediğini söylüyorsunuz. Buradaki amacı ve bunun önemi nedir?
WCR: Marx, Dante’nin Inferno’sunun yapısını ödünç aldı. Okuyucularını cehenneme yönlendirmek onu on dokuzuncu yüzyıl sosyalistleri arasında özellikle ayrı kılan şey değildi. On dokuzuncu yüzyıl sosyalistleri Marx Kapital’i yazdığında otuz beş yıldır zaten endüstriyel ekonomi için sosyal cehennem tabirini kullanıyorlardı.
Marx’ın okuyucuları onu kapitalizmin modern sosyal bilimlerdeki yansıması olan politik iktisat cehennemine doğru takip etmelidir. Bu önemlidir çünkü Marx’ın genç yaşlarından beri değişmeyen düşüncelerinden biri, bireylerin insanlıkla doğrudan ilişkilenmediği fakat daha ziyade içinde yaşadığı toplumla kurduğu çeşitli sosyal bağlar ve etkileşimlerden dolayı bireyleştiğidir. Daha önceki metinlerinden birinde bundan “toplumsal ilişkilerin bütünü” diye bahseder.
Bu, Marx’ın sosyalizminin ayırıcı bir özelliğidir. Diğer sosyalistlerin, kapitalistlerin yanlışları olarak gördükleri şeyleri, açgözlülüğü ya da bireysel ahlaki özellikler gibi şeyleri Marx, bütünleşmiş toplumsal ilişkilerin bir özelliği olarak tanımlar. Bunlar, bütün halinde toplumu şekillendirme yolu olarak sermayenin yol açtığı ilişkilerdir. İşte Marx, Dante’yi böyle kullanır. Okuyucularını politik iktisadın içinde gezdirerek, sosyalist düşünürlerin kapitalizmin yanlışı olarak gördüğü her şeyin bireysel alıcı, satıcı, üretici ya da tüccarın değil, bir sosyal yapı olarak sermayenin üzerine yıkılması gerektiğini gösterir.
SL: Bu etikçilik karşıtı duruşun siyasi önemi nedir? Sonuçta söylediğiniz gibi, dönemin hâkim düşünceleri kapitalizmi etik algıları üzerinden eleştirirdi.
WCR: Bu duruş sosyalist inanç, pratik ve siyasette iki büyük değişikliği öne sürer. İlk olarak, dünyayı iyi insanlar ve kötü insanlar olarak ayıran anlayışa son verir. Proletaryayı Marx için bu kadar özel kılan nedir? Tabi ki, içlerinde doğal olarak bulunan etik ilkelerin kendilerini diğer insanlara göre daha saf ve masum yaptığını iddia etmez. Daha ziyade, toplumu sosyalist bir yöne dönüştürecek güce ve çıkarlara sahip olmalarıyla bir ilgisi vardır.
İkinci olarak, Marx’a göre, kapitalizm dışında gerçekleşen hareketlerin kapitalizm sonrası dünyayı nasıl şekillendireceği çözülmesi gereken bir sorundur. Bize sermaye ve politik iktisadın eleştirisini verir fakat kapitalizm sonrası dünyanın nasıl olacağına dair bir şey söylemez. Marx bir ütopik sosyalist değildir; bize tozpembe hayallerle gelmez veya toplumun nasıl düzenleneceğine dair taslaklar sunmaz. Çünkü ona göre, bu asıl bizim bulmamız gereken bir şeydir.
Bu benlik yitiminin bir parçası cevabın şu an elimizde olmamasındandır. Bu cevabın amacı yalnızca yeni bir grup insanın üzerinde güç kurmak değildir. Toplumu organize etmek ve servet üretimini düzenlemek için yeni fikirlerle gelmeliyiz ki sosyalistlerin bugünün ekonomisinde karşılaşmış olduğu sorunların üstesinden gelebilelim.
SL: Kapital’in dönemin siyaseti, tartışmaları ve sosyalist hareketleriyle derinden ilişkili olduğunu ortaya atıyorsunuz. Son hâliyle 1867’de yayınlanan Kapital’in ilk cildinin siyasi bağlamı neydi?
WCR: Marx’ın o dönem yazdığı yazıların bağlamı kendisinin 1864’den beri olabildiğince içinde olduğu ve 1871’de Paris Komünü’nün kurulmasıyla beraber dağılan Birinci Enternasyonal’le oldukça ilişkiliydi. Kapital’i yazdığı kitle çoğunlukla buydu. Kapital’de yazdığı argümanlar Enternasyonal içinde çok fazla tartışıldı ve netleştirildi.
SL: İletişimde olduğu sosyalist yazarların ele aldığı konular nelerdi?
WCR: Değişiyordu, fakat Marx’ın karşı çıktığı sosyalizm tarzlarıyla benzeşiyorlardı. Marx’ın en büyük düşmanı Pierre-Joseph Proudhon’du ve o kadar ki, Marx onun yaydığı etkiyle çatışmak istiyordu. Proudhon gibi pek çok sosyalist, modern iktisadı feodalizm sonrası bir geçiş dönemi olarak okuyordu. Endüstriyel dönemde patronların güçlerini feodal lordların topraklarını ele geçirmeleriyle kazandıklarını düşünürlerdi. Modern iktisadı servet gücünün -haliyle geçmişteki zenginliği miras alamayan işçiler için sert bir anlaşmayla- geçmişten gelen bir mirası olarak gördüler.
Başka bir deyişle, Marx’ın tartıştığı sosyalistler aristokrasinin yıkımında kullanılan yöntemlerle kapitalizme karşı mücadele etmeye çalıştılar. Marx bu görüşün hatalı olduğunu düşünüyordu: kapitalizm öncesi iktisatla modern iktisadın farklarını açıklamada eksik kalıyordu.
Proudhon ve diğer sosyalistler, insanlar arasındaki mübadele ilişkilerini doğru buluyordu. Piyasa bu birikmiş güçten arındırılabilirse, insanların daha özgür ve adil mübadelelerde bulunabileceğini düşünüyorlardı. Marx buna katılmıyordu. Bu görüşün işçilerle kapitalistler arasındaki ilişkiyi dikkate almadığını ve gücün nasıl işlediği konusundaki gibi, piyasanın nasıl işlediği konusunda da hatalı olduğunu düşündü. İşçiler kapitalistlere emek gücünü satarken, yalnızca altında bulundukları patronlarının emrinde değillerdir. O an aynı zamanda, piyasaya bağımlı olan birinin ihalesini de yerine getiriyorlardır. İşte bu, patronla işçinin arasındaki ilişkiyi önemli ölçüde değiştiriyor.
Marx’ı okuyan insanların pek çoğu, emek ve üretim koşulları hakkında sadece dağıtıma bağlı kalarak konuşmamasını takdir etmiştir. Bu doğrudur, fakat aynı zamanda Marx’ın piyasayı üretim işletmelerinin merkezine oturttuğu gerçeğini gizler.
Marx, kapitalizmin üretim teknoloji ve yöntemlerini geliştirdiğini kabul eder. Aynı zamanda kapitalizmin insan vücudunu sömürülecek bir doğal kaynak olarak görmesiyle insan emeği sağladığından da bahseder. Bu iki mesele de kapitalist üretim tarzında piyasa merkezciliğinin köklerinde olan şeylerdir. İşte bu yüzden kapitalizmin dinamik ve sömürücü ruhu, işçi ile kapitalist arasındaki ilişkinin belirlenmesinde aracılık eder.
SL: Marx’ın çağdaşlarıyla yaptığı tartışmalar, piyasanın kilit rolü üzerine fikirlerini nasıl şekillendirmiştir?
WCR: Marx 1850'leri ve 1860'ların başlarını inzivada geçirdi. 1848’deki başarısız devrim girişimlerinden sonra kendini Londra’da sürgünde buldu. O iki senede, Friedrich Engels hariç, 1848 devrimleri sırasında dostluk kurduğu bütün insanlarla ilişiğini kopardı. Siyasi örgütlenme yerine, teorik çalışmalara ağırlık verdi.
Yalnızca politik iktisat okumuyor, aynı zamanda Proudhon’un yazdığı çalışmaları da okuyordu. Sosyalist çevreleri çokça okurdu ve diğer her yerde olan bitenden haberdardı. Bu süreçte Proudhon ve Saint-Simon tarzı sosyalizmde yanlış gördüğü düşünceleri berraklaştırdı ve İngiliz Owencılarının emek değişimi ve pazar yaratma girişimlerinin eleştirisini yaptı. Yeni kooperatif mübadele yöntemleri aramaya çalıştı.
SL: Marx’tan önceki düşünürler, özellikle Henri de Saint-Simon’un takipçileri, sömürü süreçlerini nasıl değerlendiriyorlardı?
WCR: Piyasa öncesi beklenti anlayışı herkes için sezgiseldir; fikirse her zaman sabittir, patronlar işçinin zayıflığı ve yoksulluğundan faydalanırlar. İşçiler yoksuldur, güvenebilecekleri mal varlıkları yoktur ve bu yüzden gidip başkası için çalışmak zorundadırlar. Arkasına yaslanacak zenginliği olan öteki kişi ise, yoksulun emeğini zorla alabilir.
Bu, sömürünün ne olduğuna dair sezgisel bir yaklaşımdır. Bu, oldukça gerçek bir olgudur ve çok basittir. Saint-Simoncular bunu, sorunun devasa toprak parçalarının kalıcı mirasında olduğunu düşündükleri bir tarih anlatısıyla ilişkilendirdiler. Occupy Wall Street ve yüzde 1'e yönelik diğer saldırılar, yoğunlaşmış zenginliğe odaklanıyor. Bu yoğunlaşmış zenginliği miras ve çalışmayan zenginlerle ilişkilendirmek basittir. Marx, bu söylemin, modern çalışma alanının ayırt edici özelliğini gözden kaçırdığını düşünür ki bu, iş sahibinin, işçilerin kendi adına çalışmasını sağlamak için onların muhtaçlığından faydalanması değildir. Aksine, modern kapitalist işveren, ürünleri satmaya ve piyasaya kâr eklemeye odaklı olan kendi bağımlılıkları tarafından motivedir. Onları işçilerden mümkün olduğunca yaratıcı bir şekilde emek elde etmeye iten, piyasa öncesi sosyalistlerin kaçırdığı fikir budur.
SL: Marx, sosyalist hareket içindeki çağdaşları ve atalarıyla ilkel birikim kavramı üzerine tartıştı. Bu terim ne anlama gelmektedir?
WCR: Bu kavram Adam Smith’den alınmıştır. Buradaki ana fikir, üretken varlıkların bir miktar ilk birikiminin olması gerektiğidir. Smith'e göre, emeğin ve üretken faaliyetin ilerleyebilmesi için üretim araçlarının bir birikimi olmalıdır.
Marx bu fikri dönüştürmüş ve ilkel birikim demiştir. Kapitalist servet biriktirmiştir; işçileri kiralamasını sağlayacak üretim araçlarını kontrolleri altında tutarlar. Bu nereden gelir? Smithçi görüşün savunucuları, kapitalist üretim için sermayenin orijinal birikiminin mal sahibinin sıkı çalışmasından veya tutumlu yoksunluğundan geldiğini düşünme eğilimindeydiler. Sosyalistlerse, bunun bir tür hırsızlıktan geldiğini düşünme eğilimindeydiler.
İlkel birikim tartışmasına Marx'ın en büyük katkısı, kapitalistlerin kendilerinin ilkel birikimle ilişkilendirmediği fikridir. Kapitalistler kendilerini ilkel birikimle ilişkilendirmezler çünkü bu birikim kapitalizmin kökenidir. Kapitalistler kendilerini önceden fonlayamaz ve kapitalist olmak için gereken serveti biriktiremezler.
Marx bu konuda tarihsel bir hikaye anlatır. Bu hikayedeki başlıca tarihsel aktörler bir bakıma, köylülüğün çoğunu topraktan atarak istem dışı olarak kapitalistleri yaratan feodal toprak sahipleridir, böylece toprakta kalan az sayıdaki köylüye kapitalist köylülere dönüşecek, atılan kardeşlerini ırgat olarak işe alacak ve şans eseri elde tuttukları toprağı işletecek gücü vermişlerdir.
İkinci büyük aktör, ilkel birikimin birincil faili olan devlettir. Bunun nedeni, kısmen, devletin erken modern dönem boyunca devlet olabilmek için ekonomik birikim ve kapitalist gelişmeden elde edebileceği vergi gelirine bağımlı hale gelmesidir. Bu nedenle, devletin kapitalist birikimin koşullarını yaratmak için güçlü bir sebebi vardı ve bunu kısmen, insan kitlelerini mülksüzleştirerek ve serveti kapitalist girişimi başlatmak için kullanılabilecek şekle yoğunlaştırarak yaptı.
SL: Marx'ın Inferno’sunda, Marx'ın cumhuriyetçilikten yararlandığını iddia ediyorsunuz fakat bu Marx üzerine pek çok çalışmanın odak noktası değildir. Cumhuriyetçilik ne anlama gelir?
WCR: Buna cumhuriyetçi siyaset yerine tahakküm karşıtı siyaset demek daha açıklayıcı olabilir. Ortaya çıkışındaki etkilerini Roma Cumhuriyeti'nden alan bir siyasi düşünce geleneğini yeniden canlandırmak ve rehabilite etmek için yazılmış bir dizi literatüre atıfta bulunuyorum. Bazı insanlar buna Neo-Roman siyasi düşünce de diyorlar. Tahakküm karşıtı düşünce, kendine özgü özgürlük kavramı nedeniyle ayırt edicidir: tahakkümden özgür olmaktır. Marx’ın düşüncesinde bu merkezdir.
Tahakküm, birinin hayatınıza müdahale etme ve beklentilerinizi boşa çıkarabilme gücüdür. Karşı koyma gücünüz yoktur. Onları durduramazsınız. Protestolarınız anlamsızdır. Onlarsa ne isterse yapabilirler. Özgür olabilmemiz için, bu tarz bir güçten kurtulmamız gerekir. Eğer Marx’ı aklımızda bu özgürlük tanımıyla okursak pek çok şey yerine oturacaktır.
SL: Bu neden önemlidir? Marx'ı ve siyaset teorisini anlamaya katkıda bulunan, aynı zamanda bunun günümüzdeki geçerliliğini anlayan biri olarak bunu nasıl anlamlandırıyorsunuz?
WCR: Tahakküm, şu anda siyaset dünyasında olup biten birçok şeyin merkezinde yer alıyor. #MeToo hareketi, erkeklerin güçlü konumlarda olduklarında, kadınların kendileriyle cinsel ilişkiye girmesini sağlamak için zorlayıcı güç kullanmaya ihtiyaç duymayabileceğini göstermiştir. Kadınların geçim kaynakları üzerinde güç sahibi oldukları ve kadınların kendilerine karşı koyacak bir güce sahip olmadıkları gerçeği, ciddi tehdit içermeyen ortamlarda bile güçlerinin bir şekilde etkisinin olacağı anlamına gelir.
Aynı şeyi göç politikalarında da görüyoruz. Trump'ın göçmenlik baskısının yan etkilerinden biri, göçmenlerin gerektiğinde polisi arama veya hastanelere gitme olasılıklarının azalması oldu. Bu şartlar altında başlarına gelebileceklerden korkuyorlar. Sadece polisin gümrük polislerini arayabileceğini, göçmenlik makamlarına teslim edebileceğini (ailelerinin bölünebileceğini ve sınır dışı edilebileceğini) bilmek bile hayatlarını nasıl yaşadıklarını büyük ölçüde etkiler. Birinin iş ve genel olarak piyasa dünyasında, o kişi size aktif olarak hiçbir şey yapmıyorken bile, size karışma gücünden korkarak yaşama olgusu Marx için göze çarpan bir politik kavramdır.
SL: Sovyet sisteminin suçları genellikle Marx'ın ayağına serilir. Fikirlerini tahakkümden özgürlük yaratmak için değil, doğrudan tahakküm yaratmak için oluşturmakla suçlanır. Fakat tarif ettiğiniz şey, anarşist geleneğin mirasının bir parçası gibi görünüyor. Marx’ın fikirleri bu gelenekle nasıl ilişkilidir?
WCR: Anarşist geleneğin tahakküm karşıtı siyasetle ilişkisi üzerine çalışmalar artmakta. Tüm bu on dokuzuncu yüzyıl siyasi geleneklerinin eski düşünce tarzlarında bir ayağı vardı, fakat her yerinde çelişkiler vardır. Marx'ın tanıdığı anarşist gelenek, özgürlüğü bireylerin radikal bir bağımsızlığı olarak düşünme eğilimindeydi: Siz onaylamadığınız sürece tahakkümden kurtulmak, bireylerin birbirine bağlılığından kurtulmaktır.
Marx da benzer bir noktadan yola çıkıyor: tahakkümden iğrenme. Fakat Marx, modern koşullar altında bağımsızlığın imkânsız ve istenemeyecek olduğunu düşündü. Kapitalist modern ekonominin bizi yüz yüze tanışamayacağımız pek çok sayıda insana bağımlı hale getirdiğini savundu.
Kitabımda, Marx'ın bağımsızlık olmadan özgürlük istediğini yazdım. Tahakkümden kurtulmak için eski özgürlük kavramını kullanmak, ama aynı zamanda birbirimize ve büyük ölçekte toplumsal işbirliğine bağımlı olduğumuz bir sistemle uyumlu hale getirmek istedi. Bu, tahakkümden özgür olmanın ne anlama geldiğine dair belirli kavramları masadan alır.
Marx, büyük ölçekli anonim kuruluşların ortadan kalkacağı bir dünya tahayyül eden tanıdığı anarşistlere kıyasla, işleyişinde nispeten kişisel olmayan büyük ölçekli kurumlara ve kural sistemlerine çok daha dostça davranır.
SL: Marx’ın ne derece bir tarihsel determinist olduğu üzerine tartışmalar var. Kapitalist sistemin mantığına baktığımızda, Marx, onun kendi kurallarını ve kendi yörüngesini izlediğini iddia edebilirdi. Belli bir noktada, içindeki çelişkiler ölümüne yol açacaktır. Politik olarak, ahlaki olarak kötü olduğunu düşündüğümüz için kapitalizme karşı çıkmak yerine, bu sistemin sonunun bir parçası olabileceğimiz için kapitalizme karşı çıkmalıyız. Bunu nasıl anlamlandırıyorsunuz? Ahlakçılığa karşı çıkmanın şu anda istemeyeceğimiz siyasi sonuçları var mıydı, yoksa bu bakış açısıyla kazanılacak bir şey var mı?
WCR: Tarihsel olarak, Marx, şeylerin sistematik doğasına ve kendimizi içinde bulduğumuz koşulları bizim seçmediğimiz gerçeğine vurgu yaparak ahlakçılığa karşı çıkıyordu. Bu fikirlerin bazıları, Marx'ın bazı takipçileri ve Marx'ı eleştirenlerin çoğu tarafından determinist bir şekilde yorumlanmakla sonuçlandı.
Bu tehlikeye karşı korunmanın yolu, değiştirmeye çalıştığımız rejimin sistematik doğasına yapılan vurgunun, bir çalışma alanı olduğunu söylemektir. Başka bir deyişle, bu bir sistem olduğu için hangi kısımların birbirini desteklediğini ve temel olarak hangi dinamiklerin bir şeyleri yönlendirdiğini anlamak gereklidir.
Marx’ın aklından, fikirlerinin kapitalizmin sonunda daha iyi ve daha yeni bir sistemin olduğu mekanik belirlenimci bir görüşle ele alınacağının geçtiğini hiç sanmıyorum. Marx'a göre bu her zaman, en çok sömürülenler kendileri olduğu için sistemi değiştirmek çıkarna olan büyük bir işçi grubu olduğunu anlamanın bir yoluydu. Aynı zamanda sistemin çalışmasının merkezi oldukları için, onu değiştirecek güce de sahiptirler. İşçilerin eylemlerinin, kapitalist işleyişinin kaçınılmaz mantığını değil, kapitalizmin sonunu getireceğinden asla şüphe duymadı.
SL: Özellikle kapitalizmin sonunu görmek isteyenler için Kapital'den şu an için çıkarabileceğimiz dersler nelerdir? Kapitalizmden sonra hayat nasıl yapılanacaktır?
WCR: Tarifler arayan insanlar benim Marx’da bulduklarımdan memnun kalmayacaktır. Fakat özgürlük kavramını Marx’ın kapitalizme karşı çıktığı anlamda kullanırsak, “Ne tür kurumsal düzenlemeler herkesi tahakkümden eşit ölçüde özgür kılar?” sorusunu sorabiliriz. Bu ucu açık bir sorudur. Bu soruyu sosyalistler hiç sormamıştır. Kapitalizm karşıtları bu soruyu hiç sormamıştır. Bu, üzerinde çok düşünülmeyi hak eden bir soru çünkü insanların sezgileri dramatik biçimde farklı.
İğrenç bulduğumuz durumları, halleri ve eylemleri belirlemek nispeten kolaydır. Sahiplenilecek türde kurum ve pratiklerin geniş ölçüde belirlenmesi ve bu belirlenen kurum ve pratikleri hayata geçirecek siyasi aktörleri bulmak ise daha zordur.
Marx bu sorulara kapı araladı. Bu soruları yanıtladığını düşündüğünü asla sanmıyorum. Sıradan insanların bir araya gelme, örgütlenme ve özgürce yaşamayı başarabileceklerine büyük inancı vardı.
Fakat, on dokuzuncu yüzyılın sonundan beri karşı karşıya olduğumuz sorunların ölçeği küçülmüş değildir. Sorunların ölçeği daha da büyümüştür. Bu nedenle siyasi seçimler, eylem planları ve örgütlenme biçimleri hakkında düşünmek önemlidir. Bütün bunlar inanılmaz derecede önemli, hayati ve yeterince düşünülmemiş şeylerdir.
Kaynak: Jacobin